‘6-7 Eylül’ meselesi

[ A+ ] /[ A- ]

KİRVEME MEKTUPLAR
Mıgırdiç Margosyan
Evrensel Gazetesi

Kirvem,
Geçtiğimiz haftalarda ardı ardına karalayıp sana postaladığım mektuplarımda, ‘dil meselesi’nden söz edip, aynı konuya devam edeceğimi belirtmeme rağmen, bu arada farkında olmadan zamanın sular seller misali ne denli çabuk gelip geçtiğini sanki kanıtlarcasına, tarih sayfalarına ‘6-7 Eylül Olayları’ diye yansıyıp, mazisi 1955 yılına uzanan o günlerde, henüz bıyığı yeni terlemiş tıfıl tıfıl bir delikanlıyken içinde bizatihi yaşayıp, dolayısıyla kimi acı ‘sahne’lerine ne yazık ki ister istemez şahit olduğum, ancak uçsuz bucaksız zaman tünelinin gerisinde kalan tamı tamına elli üç yıllık bir aranın ardından, yani yakim şimdilerde kapımızı çalan 2008’in Eylül ayının yedisinde, asıl konumuzu erteleyip, bu meseleyle ilgili iki satır yazmayı uygun gördüğüm için lütfen beni bağışla…
Evvelemirde şunu hemen belirtmeliyim ki bir taraftan maziye ayna tutmaya çalışırken, beri yandan da ‘eski defter’leri karıştırıp, kurcalayıp, mıncıklayıp, dolayısıyla zamanla az-çok kabuk bağlamış kimi ‘yara’ları sil baştan kaşıyıp, dahası da ülke genelinde başımızda sürüyle dert, tekmili birden kırk kısım kasavet zaten dolanıp dururken, bu saatten sonra onun bunun çorak arazisine, bağına bostanına, hıyar tarlasına, ehh tabii ki en önemlisi de tertemiz, pirüpak ‘gönül’lerine ‘nifak tohumları’ ekip, bunun süfli hesaplarıyla uğraşmak aklımın kenarından zaten geçmezken, keza bu taraklarda bez dokumayı şayet tanrı yazdıysa bozsun!
Ancak bu bapta yine de tanrının bildiğini onun biricik kullarından saklamadan söyleyip bu hususta illa da ‘günah’ çıkarmam gerekirse; demem o ki, Anayasamızın ve de onun bilmem hangi maddelerinin, hangi fıkralarının lütfedip, bahşettiği ‘kafa kâğıtları’ mucibince ‘vatandaş’, ‘yurttaş’ kisvesini taşıyıp, bu arada kendi günlük meşgaleleriyle haşir neşir ekmek peşinde koşuştururken, ellerinde olmadan ‘kader’in sillesiyle bu kırtıpil, bu eftamintekofti dünyanın hesapça üç medeniyetine ‘beşik’lik, ‘payitaht’lık eden İstanbul namındaki tarihi kentine, milattan sonraki 1955’in 7-8 Eylülünde gözlerini sırf az-buçuk ‘gâvur’ ya da nam-ı diğerleriyle ‘öteki!’ olarak açmanın ‘ceza’sını, bunun ‘cereme’sini kilometrelerce ötedeki ‘Kıbrıs meselesi’ yüzünden bir gecede ansızın başlarında patlayan ‘sukabağı’nın ‘tok sesi’yle nedense ödeyip, böylece hiç beklemedikleri bir ‘şok’la ‘felek’lerini şaşırıp, bunun telaşıyla palas pandıras ‘göç’ yollarına dökülüp, yaban ellerde, yaban diyarlardaki kapı eşiklerinde, hani deyim ne derece yerindedir bilemiyorum ama, sanki güçbela ‘eşelenip’ maddi-manevi sefil olurken, beri taraftan bunca zamanın ardından yılan hikayesini andıran Kıbrıs meselesi dönüp dolanıp hâlâ aynı keçi boynuzu kıvamında ağızlarda çiğnenip tadından yenmez boyutlarda sürüp giderken, demek ki bu ‘kavga’dan insanlık adına ‘ders’ çıkarabilen ‘akil adam’lar maalesef mafiş!
Kirvem, altı-yedi eylül bin dokuz yüz elli beş yılının o cehennemi hengâmesinden, onun yarattığı ‘travma’dan nasiplerine hüzün, elem, gözyaşı kalan bir neslin dramının yanı sıra, keza bu kötü ‘kader’in yamuk terazisiyle babalarından, dedelerinden devraldıkları ‘miras’la uzak diyarlarda, el kapılarında daha henüz çocuk yaşlarında attıkları her adımla birlikte tökezleyip, dahası da doğdukları ‘ata’ topraklarına tümüyle yabancı olan daha sonraki nesillerin ardından akıp giden selden geriye kalan kum yığınına bakıldığında, ne yazık ki üzülmemek elde değil!
Nitekim kimileri can havliyle, kimileri korku belasına, kimileri istikbal endişesiyle bu toprakları terk edip giden ‘öteki’lerin ardından, geride kalan ‘beriki’ler, tam da şu sıralar İstanbul’u allayıp pullayıp, pudralayıp ve iki bin on tarihi itibariyle sözde ‘Avrupa Kültür Başkenti’ havalarında özellikle ‘kefereler’e ‘yutturma’ya kalkışıp, bunun için olmadık taklalar atmaları belki de kaderin cilvesi, ya da tarihin sillesi mi?
Kim bilir?!.