“Ermeni Sorunu”nda Asıl Ortaya Çıkması Gereken[*]

[ A+ ] /[ A- ]

Sibel ÖZBUDUN
Demokrasiveozgorluk.org

İnsan çevresine
yüreğiyle bakmalı;
onunla özdeşleşirsen
onu anlayabilirsin.
”[1]

Bir Fransız avukat ahbabım vardı – Türkiye’ye girişi, tahminim, şimdi anlatacağım, görmekte olduğu iş nedeniyle yasaklanmış. Bir görüşmemizde, benden, telefonla aktaramayacağı önemli bir ricası olduğunu söyledi. Buluştuk… Bana işini anlattı.

Fransız hükümeti adına, ülkede yaşayıp orada ölen Ermenilerin mirasçılarını arıyordu. Çünkü Fransız yasalarına göre bu ülkede ikamet edip orada ölen kişilerin mülkleri, yasal olarak düzenlenmiş bir süre içerisinde mirasçıları çıkmazsa devlete kalmaktaydı. Ancak devlet de olası mirasçıları bulmak için çaba göstermek zorundaydı.

Avukat arkadaşımın müteveffa “müvekkiller”i çoğunlukla yalnız yaşayan Ermeni kadınlardan oluşmaktaydı ve çoğunluğunun doğum kaydı -tahmin edeceğiniz üzere- bugünkü Türkiye sınırları dâhilindeydi… Arkadaşım ise, belirttiğim gibi Türkiye’ye girememekteydi. Benden isteği ise, doğum kayıtlarını göndereceği müteveffa Ermenilerin kütüklerini araştırarak sağ kalmış akrabaları olup olmadığına bakmak, var iseler nerede olabilecekleri konusunda bilgi edinmeye çalışmak…

Tabii kabul ederken de zor bir işe talip olduğumun bilincindeydim, ama karşılaşacağım engelleri düşümde görsem hayra yormazdım…

Elimden geleni yapacağımı söyledim. Türkiye’ye döndüğümde ilk “görev” geldi; Edirne nüfusuna kayıtlı dul bayan X… Önce son derece kuşkulu patrikhane görevlilerinden sonuçsuz kalan bilgi edinme girişimi, ardından ver elini Edirne… Nüfus müdürlüğünde ne istediğim öğrenilince savaş sırlarını elde etmeye çalışan bir casus muamelesi görüşüm… Araya soktuğum tanıdıklara verilen, gayrımüslim kayıtlarının ayrı bir defterde tutulduğu, bu defterin ise nerede olduğunun bilinmediği yanıtı… Şansımı denemek üzere gittiğim tapu dairesinden yüzgeri edilişim… “Acaba mezar taşları ya da ölüm kayıtlarından bir sonuca varabilir miyim?” sorusuyla Ermeni mezarlığı ararken karşılaştığım hemen herkesin Edirne’de gayrımüslim mezarlığı olmadığı, çünkü tüm ahâlinin (“Elhamdülillah”) Müslüman olduğunu söyleyişi… Ve nihayet iç mahallelerden birinde bana Ermeni olduğu söylenen yaşlı ustanın, korkuyla karışık bir ısrarla Müslüman olduğunu, hiç Ermeni tanımadığını vurgulaması…

Hayatımda hiçbir yerden elim bu kadar boş dönmemiştim…

Aynı deneyimi şimdi hangisi olduğunu anımsayamadığım (Trabzon? Giresun?) bir Karadeniz kentinde yaşadıktan sonra, havlu attım… Evet, resmî kayıtlara göre Anadolu’da hiç Ermeni yaşamamıştı. Yalnızca fiziksel varlıkları değil, tüm izleri de silinmişti resmî ve gayrıresmî belleklerden… Ya da başka bir ifadeyle “orada” olduklarını, bir zamanlar oralarda yaşamış, çalışmış, üretmiş, yemiş-içmiş, mal-mülk edinmiş, evlenmiş, ibadet etmiş, vergi vermiş vb. olduklarını biliyor, ama elle tutulur bir kanıta ulaşamıyordunuz…

Bu topyekûn “eradikasyon” operasyonu dahi, Aydın Engin’in deyişiyle, “Soykırımdı… Hayır tehcirdi… Yok yok mukateleydi… Ama Ermeniler de Türkleri öldürdü… Hayır, yok edilen Ermeniler kadındı, çocuktu, köylüydü, nasıl öldürmüş olabilirler?.. Evet ama onlar Rus ordusuyla işbirliği yapan Ermeni Taşnak çetelerini besleyip, barındırıyorlardı… Soykırımdı… Hayır tehcirdi… Yok yok mukateleydi…”[2] laf kalabalığının ötesinde bir gerçekliğe işaret ediyor olsa gerek. Gerçekten de sorun salt, erkân ve ricalin buyurduğu üzere, örneğin, “Van isyanına katılıp Osmanlı’nın bölgeye asker göndermesi üzerine Rus ordusunun peşinden çekilirken bir kısmı soğuk ve açlıktan kırılan 1 milyon Ermeni”,[3] “Doğu Anadolu’yu kan gölüne çeviren Ermeni komitacılar, İstanbul’da sayısız suikast düzenleyen Taşnak ve Hınçak militanları”, Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus üniforması giyerek Doğu Anadolu’da katliam yapan Ermeniler…”,[4] İmparatorluğun dağılmasıyla Anadolu’dan Yunanistan’a, Suriye’ye, Lübnan’a, Fransa’ya, Amerika’ya, Arjantin’e gidip, buralarda yerleşirken çektikleri çileleri, ıstırapları bir nevi duygusal kültür hâline getiren Ermeni ve Rum göçmenler”;[5] Fransızlar[6] (ya da Ruslar,[7] İngilizler,[8] batılı istihbarat örgütleri[9] vb.) tarafından kullanılan “maşalar”; mukatele ya da “ölüm-kalım savaşı”;[10] cephe gerisini sağlama almak üzere uygulanan bir tehcir kararı ve bu süre içerisinde asla kasıt güdülmeksizin -soğuk, hastalık ya da açlık nedeniyle- gerçekleşen ölümler [meraklısı, MGK’nın 12 Eylül rejiminde cezaevindeki ölüm olayları için verdiği bilançoya başvurabilir: “kaza sonucu ölümler, hastalık nedeniyle ölümler, güvenlik güçlerini ‘töhmet’ altında bırakmak için gerçekleştirilen intiharlar, ve “ecel” nedeniyle ölümler”; ama asla “öldürmeler” değil…] ya da sürgün bölgesine sağ salim varmalarına karşın “kara propaganda” amacıyla kasıtlı olarak abartılan kayıp sayılarından[11] ibaret olaydı, Anadolu’daki Ermeni varlığının tüm izlerini yok etmek için nüfus müdürlüklerinden mezarlıklar genel müdürlüğüne, devletin bütün kurumlarının seferber olmasına gerek duyulur muydu?

İşin boyutları, hiç kuşku yok ki, içeriği her amigosuyla birlikte biraz daha muğlaklaşan “resmî tez” [mukatele? emperyalizmin oyunu? diyasporanın abartısı/propagandası? “biz yapmadık, esas onlar (Ermeni komitacılar ya da ASALA) yaptı”? tehcir sırasında yaşanan istenmeyen hadiseler? ve nihayet: “işi tarihçilere bırakalım”?…] partizanlarının tüm karartma çabalarına rağmen her gün biraz daha açıklığa kavuşuyor.

Ama aynı süreç içerisinde açığa çıkması gereken bir şey daha var. Bence soykırım ya da “Meds Yeghern/Büyük Felaket’te ölenlerin sayısından da önemli bir şey… [Öyle ya, 1.5 milyon, 1 milyon, 700 bin, 300 bin… Katledilenlerin sayısı kadınıyla, ihtiyarıyla, çoluğu-çocuğuyla işinde gücünde, yaşamını sürdürmekten başka bir gailesi olmayan 10 bin, 5 bin, bin, yüz… masum insan olsa utancımızın boyutu çok mu değişecek?]

Açığa çıkması gereken, bu lanetli susuşun ve unutuşun neden bu denli uçsuz bucaksız olduğu… Kimi zaman kurbanlarını da kapsayacak kadar[12]… Öyle ya, Cumhuriyet yöneticilerinin, “Bu müessif olaylar, bizim yıktığımız Osmanlı İmparatorluğu’nun eseridir, lanetliyor, kurbanlardan ve insanlıktan özür diliyoruz!” demeyip de onlarca yıldır söylem düzleminde inkâr, eylem düzlemindeyse tüm izleri ortadan kaldırma yolunda bunca çaba harcaması niye?

Galiba iki nedeni var… İlki, genç Türk burjuvazisi ilk sermaye birikimini başta Ermeniler olmak üzere şu ya da bu biçimde tasfiye edilen gayrımüslimlerden geriye kalan mülkleri [“emval-i metruke”= “terk edilmiş (!) mallar] temellük ederek yaparken, sıradan yurttaşların da bu yağmaya artık nasiplerine ne düşerse (bir ev mi, mutfak takımı mı olur, bir inek, birkaç tavuk mu, yatak-yorgan, soba mı, yoksa genç, güzel bir Ermeni kızı mı…) katılarak suçortağı konumuna düşmeleri… Anadolu’da “Babamgillerin doğduğu evde eskiden Ermeniler (ya da Rumlar…) yaşarmış” öyküsüne yabancı bir birey bulmak zordur, gerçekten de.

Ayşe Hür, bu yağmanın boyutlarını hesaplamanın zorluğuna değinerek, İngiliz belgelerine müracaat eder ve 1918’de sabık Britanya Başbakanı Sir James Baldwin ve yardımcısı Herbert Asquith’in, yeni Başbakan Ramsey McDonald’a Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilere niye maddi yardım yapılması gerektiğini anlatan raporlarında söylediklerini aktarır: “Toplam beş milyon Türk pound’u (yaklaşık 33 ton altına eşdeğer) Türk Hükümeti tarafından 1916’da Berlin’deki Reichs Bank’a yatırılmıştır. Bunun büyük bir miktarı Ermenilerin parasıdır.” Deutche Bank’a yatırıldığı rivayet olunan Ermeni altınlarının miktarı ise bilinmemektedir. Hür, şöyle devam ediyor:

“Ermeni Ulusal Konseyi adlı bir Ermeni örgütünün 1919’da Paris’te hazırladığı rapora göre 1915-1917 Tehciri’nde el konulan mallarının yaklaşık değeri 19 milyar Fransız Frankı’na ulaşmaktadır. (1914’ten 1915 sonuna kadar 1 Osmanlı Lirası, 22,8 Fransız Frankı’dır.) Aynı örgütün iddiasına göre, Ermenilerin Osmanlı bankalarındaki paralarına el konduğu gibi, Avrupa bankalarındaki paralarına da el konulmuştur. 1925’te ABD Senatosu’nda yapılan görüşmelerde, Ermeni mallarının bedelinin yaklaşık 40 milyon Dolar olduğu tahmini yapılır. Günümüzde bazı Ermeni araştırmacılar tehcirden sonra el konan Ermeni servetinin 14,5 milyar Frank’a (bugünün parası 100 milyar Dolar) tekabül ettiğini ileri sürüyorlar.”[13]

Ama daha da korkuncu, dönemin ABD büyükelçisi Morgenthau’nun anılarında Talat Paşa’dan yaptığı aktarma: “Henry Morgenthau anılarında Talat’ın “Keşke Amerikan hayat sigortası şirketlerine başvursaydınız da Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini bize göndermelerini sağlasaydınız. Nasıl olsa hepsi öldü şimdi, parayı alacak mirasçıları da yok. Tabii ki bunun tümü devlete kalır. Hükümet şimdi yasal olarak mirasçı durumundadır (…)’dediğini anlatır.”[14]

Çeşitli araştırıcılar Çankaya Köşkü dâhil[15] binlerce, onbinlerce gayrımenkulün sürgün/katl edilen Ermenilerden gasp edildiğini ortaya koyduğuna göre, 10-12 milyon nüfuslu bir ülke için hatırı sayılır bir servet transferidir sözkonusu olan: ve bu transfer sürecinde tepeden aşağıya damlayanlar, yerel eşraf ve halkın suçortaklığının zeminini oluşturmuştur[16]… Lâmı cimi yok, genç cumhuriyet burjuvazisinin sermaye birikiminin temelinde, “Meds Yeghern” yatmaktadır…

Acı veriyor, ama son bir kez daha Ayşe Hür’ün anlattıklarına döneceğim… İttihat Terakki bürokrasisinin, işi kılıfına uydurmak üzere, “Emval-i Metruke Tasfiye Komisyonları” oluşturduğu biliniyor. “Alacaklı olduğunu iddia edenlerin kendileri ya da vekilleri aracılığıyla iki ay içinde komisyonlara başvurması gerekiyordu. Ülke dışında olanlar için süre dört aydı. Başvuru sahipleri tebligat için komisyonun bulunduğu mahâlde bir ikametgâh gösterecekti. Alacaklı kimse komisyonun takdir ettiği miktara 15 gün içinde itiraz edebilecekti. İtiraz bidayet hukuk mahkemesine yapılabilecekti ama mahkemenin kararı kesin olup, temyiz yolu kapalıydı…”[17] Tehcir, yağma, açlık, soğuk, tecavüz ve katliam kurbanlarına ne “hakkaniyetli” bir davranış değil mi? [Tıpkı… tıpkı Katolik Kilise’nin İspanyol fatihlerin Amerika kıtasının fethi sırasında yerlileri katletmesinin meşru sayılabilmesi için önce Hz. Adem’in yaratılışından Katolik Kilise’nin kuruluşuna dek geçen bir öyküyü (requiremento) -tabii İspanyolca olarak- yerlilere okuyup onları Hıristiyan olmaya çağırmalarını şart koşması gibi! Fatihler, yine de “neme lazım” diyerek ağaçların arasında fısıltıyla okuyorlardı requiremento’yu…]

Ama bu da yeterli değil… Ortak ve ürkütücü suskunluk ve olayın üzerinden neredeyse yüz yıl geçmişken sergilenen saldırgan-savunmacı refleks, sadece lanetli bir yağmaya topluca katılmış olmanın suçortaklığıyla açıklanamaz…

Bir de “Malta sürgünleri” sorunu var… Savaş sonunda Ermeni kırımına katıldıkları için yargılanıp bir kısmı Malta’ya sürgüne gönderilen İttihatçıların, Cumhuriyet kurulduğunda geri dönüp rejimin kilit noktalarında görev almaları… “Örnek” mi? İstediğinizden fazla:

Ali İhsan Sabis: Sürgün dönüşü, Büyük Taarruz öncesine kadar 1. Ordu komutanlığı yaptı, 1940’larda Alman yanlısı faaliyetlerden dolayı mahkûm oldu; 1954’te DP’den Afyonkarahisar milletvekili seçildi.

Ahmet Muammer Bey: 1922-23 yıllarında Kayseri valisi.

Ali Fethi Okyar: Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı, başbakanlık ve TBMM başkanlığı yaptı, M. Kemal’in isteği üzerine Serbest Fırka’yı kurdu.

Fazıl Berki Tümtürk: Milletvekilliği, Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Hava Kurumu müfettişliklerinde bulundu.

Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi: Sürgün dönüşü M. Kemal’in görev önerisini sağlık nedenleriyle reddetti, 1921 yılında öldü. Sonradan başbakanlık yapan Suat Hayri Ürgüplü’nün babası.

Hüseyin Cahit Yalçın: Ateşli bir İttihat Terakki savunucusu olarak yıldızı M. Kemal ile bağdaşmasa da, onun ölümünden sonra, İstanbul, Çankırı ve Kars milletvekili oldu (1939-1954).

Hüseyin Kadri Bey: TMO yönetim kurulu üyeliği yaptı.

Mehmet Sabit Sağıroğlu: Elazığ milletvekilliği yaptı.

Sabri Toprak: II, III, IV ve V. dönem (Saruhan ve Manisa) milletvekili, Tarım Bakanlığı da yaptı.

Mithat Şükrü Bleda: Burdur ve Sivas milletvekilliğinde bulundu.

Şükrü Kaya: Lozan Heyeti mensuplarından, İzmir belediye başkanı, II., III., IV. V. dönem milletvekili, Tarım, Dışişleri ve İçişleri bakanlığı yaptı.

Mehmet Ubeydullah Hatipoğlu: IV. ve V. dönem milletvekilliği yaptı. Mahmut Esat Bozkurt’un dayısı.

Ali Münif (Yeğenağa): Adana Belediye Başkanı, Mersin ve Adana milletvekili.

Faik Kaltakkıran: I. dönem Edirne milletvekili, Meclis başkanvekilliğine seçildi.

Cemal Mersinli: I. dönem Isparta milletvekili.

Hasan Tahsin Uzer: 1919-35 arasında çeşitli bölgelerden milletvekilliği yaptı, 1935’de 3. Ordu genel müfettişliğine getirildi.

Mustafa Vasıf Karakol: I. dönem milletvekili, İzmir suikastı sanığı.

Ahmet Emin Yalman: Vatan ve Tan gazetelerini çıkardı.

Liste böylece uzayıp gitmekte… Peki bu ne anlama geliyor? Öncelikle, “Ermeni kırımı” suçlamasıyla cezalandırılan kişilerin çoğunluğunun, Cumhuriyet’in siyasal kadrolarına, bir başka deyişle “kurucu elit”e dâhil olduğu anlamına geliyor. Sürgünlerin önemli bir bölümünün, yalnızca M. Kemal tarafından onaylanan milletvekillerinin “seçildiği” II. dönem görev yapmaları ise, bizatihi “kurucu irade”nin güvenine mazhar olduklarını gösteriyor. Üstelik bu da yetmiyor, “25 Aralık 1921’de İstanbul’daki Divan-ı Örfi Mahkemesi’nde, tehcirde katliamlara emir verdiği için suçlu bulunup idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ile 14 Ekim 1922’de ise aynı mahkemede aynı gerekçe ile idam edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in önce ‘milli şehit’ ilan ediliyor, “ardından da ailelerine ‘Emval-i Metruke’ faslından maaş bağlanması”[18] uygun görülüyor: Cumhuriyet hükümetleri tarafından… Ve böylelikle, “genç” Cumhuriyet, İttihat Terakki’nin zehirli mirasını sahiplenmiş oluyor…

Bu durumda, maktul ahbariğimizin deyişiyle “kanımızı zehirleyen” bu mirasın reddinin Cumhuriyet hükümetlerini aştığı ortadadır. Tabii “Emval-i metruke”yi kendisine sermaye edinmiş Türkiye burjuvazisi ya da Türk-Kürt Anadolu eşrafını da…

Bu işi ancak “elleri temiz” olanlar yapabilecektir: gırtlağından gayrımüslimlerden gasp edilmiş bir lokma geçmemiş Türk-Kürt yoksullar yani… Ermeni soykırımına suçortaklığı, yıllardır maruz kaldığı şovenist propagandaya inanmış olmaklıktan ibaret olan emekçiler ve onların siyasal temsilcileri… Bir başka deyişle bu alanda da “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar”…

Çünkü biliyoruz ki, Kürt, Türk, Ermeni, Rum… “Halkların gerçek kardeşliği”nin bize kazandıracağı bütün bir dünya var…

Notlar:
[*] 24-25 Nisan 2010 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen “Öncesi ve Sonrasıyla 1915: İnkâr ve Yüzleşme” sempozyumunda yapılan konuşma… Tîroj, Yıl:8, No:44, Mayıs-Haziran 2010…
[1] Saint Exupery, Küçük Prens.
[2] Aydın Engin, “Aghet”, http://www.t24.com.tr/content/authors.aspx?article=1847&author=13.
[3] Kemal Karpat, “Bir Milyon Ermeni 1917’de Kuzeye Göç Etti”, Milliyet, 1 Haziran 2009.
[4] Özdemir İnce, “Diasporayı Anlamak Ama Nasıl?”, Hürriyet, 23 Ekim 2009, s.20.
[5] Özdem Sanberk, “Acılar Köprü de Yaratabilir”, Radikal, 23 Mart 2005, s.11.
[6] Mahmut Gürer, “Atatürk’ün Açıklamaları: Ermenileri Fransızlar Silahlandırdı”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2006, s.9.
[7] Metin Kale, “… ‘Doğu Sorunu’ Bağlamında Ermeni Sorunu”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2005, s.2.
[8] Türkkaya Ataöv, “Mahallelerde Katliam”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2009, s.8.
[9] Kadri Ergin, “Batı Teröre Göz Yumdu”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2001, s.4.
[10] Necdet Adabağ, “Tarihimizle Yüzleşsek mi?”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2006, s.2.
[11] “Tehcir bölgelerine ulaşan Ermeni sayısının 1 milyonu geçtiği belgeler ve konsolos raporlarına göre sabittir.” (Kemal Çiçek, “Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrûkesi…”, Radikal, 13 Mart 2009, s.15.)
[12] Örneğin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmesinden sonra basına yaptığı açıklamada, “100 bin kaçak çalışan Ermeni var, bunları sınırdışı ederiz,” diyen başbakana, 100 bin sayısını kendilerinin vererek yanılttıklarını, gerçek sayının 20 bin olduğunu söyleyip özür dileyen Ermeni cemaati temsilcisi Bedros Şirinoğlu… Şirinoğlu, Ermenilerin katledilmesi konusunda ise, şunları söylemekte: “Bunun adı kavgadır. 1.5 milyon Ermeni vardır. Evet, muhakkak ki hem Ermeni tarafından hem Türk tarafından zayiat olmuştur. Bu 1.5 milyon Ermeni’nin büyük bir kısmı da yurtdışına göç etmişti. Ben ‘bir şeyler olmamıştır’ demiyorum. Benim büyükbabam da bu olaylarda vefat etmiştir ama bunu fazla kurcalamaya gerek yok. 100 sene geçmiş üzerinden. Kin taşımaya gerek yok. Her nedense bu olayın üstü kapatılmak istenmiyor. Niye istenmiyor, anlamıyorum.” (“Soykırım Değil Kavga”, Cumhuriyet, 27 Mart 2010, s.9.)
[13] Ayşe Hür, “Ermeni Mallarını Kimler Aldı?”, Taraf, 2 Mart 2008.
[14] a.g.m.
[15] “Hâlen Kanada’da yaşayan Kasapyan ailesinden mimar Edward J. Çuhacı’ya göre: “Çankaya Köşkü’nü Kasapyan ailesi hiçbir kimseye satmamıştır. Devrin hükümeti yalnız o köşkü değil, bütün mallarını ve mülklerini ellerinden alıp Ağustos 1915 yılında tüm aileyi sürgüne sevk etmişlerdir. Benim babam (Ankara doğumlu 1887-1930) o tarihlerde ecnebi bir şirketin sahibi olduğu demiryolunda çalışması vesilesiyle tüm aileyi Ankara’dan (Konya yoluyla) İstanbul’a kaçırmıştır. Ayrıca Kasapyan ailesinin sahip oldukları mülkler arasında Keçiören’deki bağ evi vardı ve bu bağa da Vehbi Koç ailesi sahip olmuştur. 15 veya daha fazla sene evvel, İstanbul gazetelerinden birinde bu bağ evinin resmî çıkmıştı -bu evi Vehbi Bey müzeye çevirmişti- ve annem rahmetli Vehbi Bey’e bir mektup yazmıştı. Vehbi Bey de anneme o bağ evinin renkli bir fotoğrafını yollamıştı…” (Ayşe Hür, a.g.m.)
[16] Üstelik işin içinde salt temellük/gasp değil bir de “tahrip” boyutu olduğunu, Falih Rıfkı’nın sansüre uğramamış Çankaya’sından izleyebiliyoruz: “İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve kazinolar kalırsa, azlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelen bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı olmak, mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar hâlinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi mi gelecekti?” (Falih Rıfkı, Çankaya, 1958 baskısı, Dünya Yayınları, ss.212-213.)
[17] Ayşe Hür, a.g.m.
[18] Ayşe Hür, a.g.m.

19 Nisan 2010, Ankara