2013 1 Mayısı’nın Taksim Güzergâhında

[ A+ ] /[ A- ]

Temel DEMİRER

nz-1m“Tîr ne rast bûna, rast ne diçû.”[1]

1 Mayıs öncesi şu haberlerle çalkalandı medya…

Türk-İş, DİSK, KESK ve TTB’nin bir araya gelerek oluşturduğu 1 Mayıs Tertip Komitesi, ‘1 Mayıs Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü’nü Taksim’de kutlama kararı alırken, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ise, Taksim’de fiziki koşullar nedeniyle kutlamalara izin verilmeyeceğini belirtiyordu…

Hak-İş Konfederasyonu Karabük’te, Memur-Sen Çanakkale’de, TKP ise Kadıköy’de kutlama kararı aldı…

İçişleri Bakanı Muammer Güler, “Taksim bu yıl 1 Mayıs’a uygun değil” vurgusuyla ekledi: “Taksim Meydanı’nı Yayalaştırma Projesi nedeniyle orada yeterli önlemleri alacak fiziki ortam mümkün değil. Hem yürüyüş kollarının alana girmesi, hem de alanda dağılması veya Allah korusun herhangi bir kargaşa ortamında ani dağılma yapılması hâlinde alanın sağlıklı boşaltılmasına ilişkin bir ortam yok…”

Sonra da 1 Mayıs Tertip Komitesi 25 Nisan 2013’de İstanbul Valisi Mutlu ile toplantı yaptı. Toplantının ardından inşaat çalışmaları devam eden Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs kutlamaları için uygun olmadığını belirten Mutlu, “Taksim’de sadece anıta çelenk konulmasına ve Kazancı Yokuşu’nda anma seremonisine izin vereceğiz. Bunun haricindeki toplanmalar hukuksuzdur” vurgusuyla ekledi: “Fiziki şartlardan kaynaklanan güvenlik endişem var. ‘Taksim’de miting yapacağım’ demek, uçurumun kenarında eğlenmektir. İstanbul’un başka alanlarında kutlama yapma imkânımız var. İnsanımızın sağduyusu, aklıselimi bu meseleyi çözecektir. Marjinal gruplar şiddetten beslenmeye hazırdır, tedbirlerimizi alacağız. Gerçek emekçilerimizle karşı karşıya geleceğimizi asla düşünmüyorum. Emekçiler, yarısı inşaat alanı olan yerde kutlamayı sağlıklı şekilde değerlendirecektir.”

DİSK Genel Başkanı Kani Beko, “Taksim’de kutlamaya fiziki sorunlar engel değil. Yaptığımız incelemelerde inşaatın kutlama yapmaya engel olmadığını gördük. Eğer şantiyenin etrafındaki bariyerler biraz daha güçlendirilirse, burada miting yapılabilir. Bıraksınlar biz orada kendi güvenlik önlemlerimizi alalım. İnisiyatif sendikalarda olursa kimsenin burnu kanamadan bu bayramı kutlarız” derken; DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu da Taksim Meydanı’nda her gün 1 milyon kişinin gelip gittiğini belirterek, mevcut fiziki koşullarda kutlama yapılmasının mümkün olduğunu belirterek ekledi: “Bugün artık Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne düşen, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasının olanaklarını sağlamaktır. Fakat bugün artık biliyoruz ki, bu ülkeyi yönetenler bir inşaat bahanesiyle Taksim Meydanı’nı emekçilere kapatmak istemektedirler. 1 Mayıs’a beş-altı gün kala, buraları bariyerlerle kapatan zihniyet, Taksim Meydanı’nın emekçilere kapatılmasını istemektedir. Şu çok açıktır ki, bugün var olan engelleme fiziki değil, siyasidir. Eğer sorun sadece fiziki engel olsaydı, alandaki 4/1’lik yerde var olan inşaat bölümü kapatılarak, bütünüyle bu alanın var olan bu koşulları altında emekçilerin 1 Mayısı’nı kutlamasına uygun hâle getirilebilirdi. Bu nedenle, bizler, bu kente insanın ve emeğin değil, rantın ve finansın İstanbul’u yapmaya çalışanlara karşı kentimizi, ülkemizi, emeğimizi, 1 Mayıs alanımızı sahipleniyoruz.”

Bu noktada KESK Genel Başkanı Lami Özgen, “Bariyerlerle yolları kapatacaklarına inşaatın etrafını kapatsalardı fiziki ortam sağlanmış olurdu”; DİSK Genel Sekreteri Çerkezoğlu, “Biz bu engellemenin fiziksel değil, siyasi olduğunu düşünüyoruz” derlerken yerden göğe haklıydılar…

Tıpkı DİSK Genel Başkanı Beko’nun “Taksim yasağı siyasi karar” vurgusundaki üzere…

Kimsenin kuşkusu yok: “Taksim fiziki olarak mümkün değil” söylemi, teknik olarak yalanla bezenmiş ideolojik bir dayatmadır…

Yani eskisiyle ve yenisiyle İstanbul valileri korosunun, Taksim’i ‘insansızlaştırma’ projesini bahane etmesi inandırıcı değildir. Taksim Meydanı, 2012 yılından farklı olarak girişlerindeki daralma dışında, alan itibariyle neredeyse geçen yıllardakinin aynısıdır. Gezi Parkı dahil edildiğinde 78.000 m2 olan alanın sadece 2.000 m2’sinde çalışma devam etmektedir.

Bir şey daha: Devlet, Taksim Meydanı’na müdahale edip, provokasyonlara çanak tutmadıkça, 1 Mayıs Meydanı’nda hiç sorun çıkmadı ve çıkmaz da; DİSK Genel Başkanı Beko’nun işaret ettiği gibi: “İstanbul Valisi’nin kutlamalara izin verilmeyeceğine yönelik sözleri tamamen siyasidir. Kortej 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkacaktır. Polis provokasyonda bulunmaz ise kimsenin burnu kanamaz…”

O hâlde ‘imkânsız’ olan nedir; egemen(ler)in keyfi dayatması dışında…

1 Mayıs Sabahı İstanbul

Her yer trafiğe kapalı. Mecidiyeköy-Ortaklardan itibaren Halaskargazi Caddesi, Cumhuriyet Caddesi, Yedikuyular Caddesi, Tarlabaşı Bulvarı, Sıraselviler Caddesi, Gümüşsuyu Caddesi, Taşkışla Caddesi, Taşkışla Tünel, Rumeli Caddesi, Abdulhak Hamit Caddesi… ve diğerleri…

Ayrıca, Kabataş-Taksim füniküler sistemi, Şişhane-Taksim ve Taksim-Hacıosman arası çalışan metronun, Şişhane-Taksim ve Levent-Taksim istasyonları arası seferleri de iptal…

İDO A.Ş’nin, Anadolu Yakası’ndan Avrupa Yakası’na yolcu seferleri de yok…

Binlerce polisin görev yapacağından ve il dışından da 3.000 polisin getirildiğinden söz ediliyor…

Cevahir’in önünden, Şişli Camisi’ne dek dört yan işgal altında; fiili bir OHAL bu!

Ama ne fayda; tüm tedbirleri nafile… Tanıdık suratlarla karşılaşıp, gülümseyerek selamlaşıyor, kucaklaşıyoruz…

William Ernest Henley, “Kaderimin efendisi, ruhumun kaptanıyım” sözlerini terennüm ederek, sabahın köründe Mecidiyeköy’den Şişli’ye doğru ilerliyoruz…

Taksim’e 500 kişi ile çıkıp gazlandığımız 2007’nin, Agos’un önündeki 2008’in, Beyoğlu’nun ara sokaklarındaki 2009’un ve barikatların yerle yeksan edildiği 2010’un 1 Mayısı’ndaki ruh hâliyle…

Kimileri bu ruh hâline ‘küçük burjuva aktivizmi’ damgasını vurup, ayıbını ‘aklama’ kolaycılığına sarılırken; belirtmeden geçmeyeyim, proletaryanın böylesi ‘âkillere’ hiç mi hiç ihtiyacı yok…

Söz konusu ruh hâlini “Bugünün Türkiye’sinde, 1 Mayıs karşı devrimci, 24 Nisan devrimcidir” deyip şunları ekleyenler de anlamazlar: “Neden böyledir?

Çünkü 1 Mayıs, bugünün Türkiye’sinde sınıf ve enternasyonalizm diyerek gerçekte demokratik görevlerden kaçmanın; böylece Türk devletinin ve ulusunun, varoluşunu, Türklüğünü ve doğuşunu gündemden düşürmenin, dolayısıyla onun devamına hizmet etmenin bir aracı hâline gelmiştir.

Bugünün Türkiye’sinde en temel sorun demokratikleşme, demokratikleşmenin en temel sorunu da devletin ve ulusun Türklük ile tanımlanmış olmasıdır…

1 Mayıs’ın esas olarak, zaten büyük bölümü ulusalcı olan Türk sosyalistlerinin egemen olduğu damgasını vurduğu ortamı içinde, birkaç akımın 24 Nisan’dan da söz etmesi, hiçbir etki bırakmaz ve arada kaybolur gider…

Evet, karşı devrimci 1 Mayıs’a karşı, devrimci 24 Nisan.

24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım…

1 Mayıs, sosyalist ve sol sosyetenin yıllık balosudur…”[2]

Bu zırvayı dillendirenlere ya da ne 24 Nisan’ın ne de 1 Mayıs’ların militan kavgasında göremediklerimize nasıl anlatmalı?

Anlamasalar da belirtelim: Nor Zartonk’lu yoldaşlarlaydık aynı kortejde omuz omuza…

295448_464203186982490_896941726_n

Hayır! Bu zırvalara prim vermek doğru olmaz. En iyisi onları ‘yüksek teorik zırva ve hezeyanları’yla baş başa bırakıp; Can Yücel’in, “Senlik-benlik bitip de kuruldu muydu Bizlik, / Asgari ücret değil, hür ve günlük güneşlik / Bir Türkiye olacak aldığın son gündelik. / Halk kalacak geride, gidince bu zalim sel” diye haykıran İşçi Marşı’nı…

Yaşar Miraç’ın, ‘Bayraklar’ındaki, “Bayraklar geçiyor bayraklar / 1 Mayıs alanlarından / Türkiye işçi sınıfı / müjdeler veriyor yarından” dizelerini…

Veya Yaşar Nezihe’nin (1882-1972), Aydınlık dergisinin Haziran 1923 tarihli nüshasında yayınlanan ‘Bir Mayıs İçin’ başlıklı şiiri terennüm etmek:v“Ey işçi! / Bugün hür yaşamak hakkı seninken / Patronlar o hakkı senin almışlar elinden. / Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden, / Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden. / Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün, / Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün…”

Toparlanıyoruz yavaş yavaş, yollar kesiliyor, Beşiktaş’tan müdahale haberlerini alıyoruz… Yumruklarımızı sıkıp, safları sıklaştırıyoruz, kızıl 1 Mayıs ruhunun enternasyonalizmiyle…

Bugünün anlamı

Evet, şimdi krizle sarsılan yerkürenin, sürdürülemez kapitalizm hâlinde devrimci-kızıl 1 Mayıs’lara çok daha fazla muhtacız…

Çünkü Walter Benjamin’in, “Marx, devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söyler. Ama belki de durum biraz daha farklı. Belki de devrimler trende yolculuk eden insan ırkının imdat frenini çekmesidir” diye betimlediği verili sürdürülemezlik hâlinin, kapitalizmin III. Büyük Bunalımı ile giderek ağırlaşan güzergâhında, örgütsüz insan(lık) ‘sürüleştiriliyor’ken; durum tam da Herbert Marcuse’nin betimlediği üzeredir: “Çağdaş teknolojinin topyekûn tek elden denetleniyor oluşu, yeni bir tür topluma yol açmıştır. Bu toplumdaki popüler kültür, bir yandan, insanları daha rahat, yaşamlarından daha memnun kılarken, bir yandan da aslında şeytani kötülükte olan, yoksulluğa göz yuman, masum köylülere emperyalistçe savaş açan, ancak etkisiz kaldıkları sürece içerideki aykırı seslere izin veren bu toplumsal sisteme karşı çıkma özgürlüklerini insanların elinden almıştır…”

Karşı çıkma, itiraz etme, başkaldırma özgürlükleri gasp edilen insan(lık) için, devrimci-kızıl 1 Mayıs’lar büyük bir imkân ve umuttur!

Hem de yine Walter Benjamin’in ifadesindeki ‘ilerleme fırtınası’ndaki gibi: “Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.”[3]

Kuşku yok: ‘Küreselleşme’, ‘Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i’ denilen neo-liberal yıkım ile, tarihin tanık olduğu büyük bir fırtınanın orta yerindeyiz.

Tehlikeler, imkânları çoğaltarak büyüyecek; Marx’ın, “Tarihi üreten onun kötü yanıdır” tespitindeki üzere…

Bugünün Pratik Bağlamı

Kolay mı?

‘WIN/Gallup International Global’ın ‘Açlık Algısı’ araştırmasına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 4,6’sı sık sık, yüzde 11,6’sı da zaman zaman yeterli gıda bulamıyor. Türkiye’de açlık çekenlerin oranı toplam yüzde 16,2 seviyesinde. Bu oran, yüzde 12 olan dünya ortalamasının üzerinde. Türkiye genelinde sürekli veya ara sıra yeterli gıda bulamayanların yüzde 16,2’yi bulan oranı, çalışanlar arasında yüzde 12 iken, işsizler arasında yüzde 19,3 seviyesine ulaşıyor; ‘Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu’na göre, Türkiye’nin 27 şehri yoksulluk seviyesinde yer alıyor ve 40 şehir ise orta gelir düzeyinin üzerine çıkamıyor…

Söz konusu tabloda Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2011’de en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasında sekiz kat gelir farkı olduğunu açıkladı…

Açlık sınırının 1.007 lira, yoksulluk sınırının da 3.280 lira olduğu Türkiye’de, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, asgari ücretle de geçinilebileceğini söyledi. Asgari ücret 773 lira olmasına karşın Çelik, bu parayla geçinilip geçinilemeyeceğine ilişkin soruya, “Şimdi eğer ona mahkûmsanız 800 lira da büyük paradır yani” dedi…

Türk-İş’in Şubat 2013 araştırmasına göre, dört kişilik ailenin açlık sınırı 1.007, yoksulluk sınırı da 3.280 lira. DİSK’in araştırmasına göre de dört kişilik bir ailenin Şubat ayı açlık sınırı 1.072 lira, yoksulluk sınırı da 3.389 lira…

Bunun hemen yanı başında ise, ‘Forbes’in ‘dünyanın en zenginleri listesi’nde, Türkiye, dolar milyarderi sayısıyla dünyada yedinci, Avrupa’da da ikinci sıraya sıçradı. 64 ülke arasında, Amerika 442 milyarderle ilk sırada yer alırken, Türkiye 44 milyarderle yedinci sıraya oturdu. Avrupa’da ise 58 milyarderli Almanya’nın ardından Türkiye ikinci sırada bulunuyor.

Forbes’in, Türkiye’nin en zenginler listesinde ilk sırada yer alan Ferit Şahenk, dünya listesinde de büyük bir sıçrama yaptı. 2012 yılında 2,6 milyar dolarlık şahsi servetiyle listede 464. sırada yer alan Şahenk, 2013 yılında 3,4 milyar dolarlık serveti ile 395. sıraya yükseldi. Semahat Sevim Arsel, 3,2 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zenginleri arasında 423. sırada konumlandı…

Ayrıca, Türkiye’deki serveti 30 milyon doların üzerinde olan süper zenginlerin sayısı bir yılda 800’den 830’a çıktı!
En yoksul yüzde 20’lik grup, toplam gelirden yüzde 5,8 pay alırken, en zengin yüzde 20’lik grup ise yüzde 46,7 pay aldı!

Bu arada Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, yani Fatma Şahin’in bakanlığının, ‘Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması 2011’ başlıklı raporundan anlıyoruz ki, birçok aileye giren gelir ‘asgari ücret’in bile altında. ‘En ezilen’ yoksul kesim, toplam hanelerin yüzde 6,4’ünü oluşturuyor ve aylık gelirleri 430 TL’yi ya buluyor ya bulmuyor. Kim bunlar? Araştırma, bu kesimi ‘büyük ölçüde geçici, mevsimlik veya marjinal işler yapan bireylerden oluşan aileler’ olarak tanımlıyor.

İkinci düşük gelirli sınıfı, ‘geliri 450-810 TL aralığında olan ve en az bir asgari ücretli bireye veya birden fazla gelir getiren üyeye sahip haneler’ oluşturuyor. Bu alt sınıf, toplumdaki ailelerin üçte birini oluşturan en kalabalık kesim… Onun üstündeki alt sınıfın aylık geliri 812-1.200 TL arasında ve sayıları, toplam ailelerin yaklaşık dörtte birini oluşturuyor. Böylece, bu üç alt sınıfın toplamının nüfusun yüzde 60’ına ulaştığını gösteriyor araştırma.

Aylık geliri 1.250-1.870 TL arasında olanlar, alt-orta sınıf diyebileceğimiz kesim ve toplamdaki büyüklüğü yüzde 17 dolayında. Araştırma, aylık geliri 2.000-3.000 TL dolayında olanları bir kümeye toplamış. Orta sınıf denebilecek bu kesimin payının yüzde 16-17 dolayında olduğu söylenebilir. Üst-ortada olanlar ise aylık geliri 3.200-5.500 TL olanlar ve toplamdaki payları yüzde 4’ten ibaret…

Geriye ‘üst sınıf’ kalıyor. Onları da aylık geliri 5.600 TL’nin üstünde olanlar oluşturuyor ve toplumdaki aileler içinde payları yüzde 1,2’den ibaret bir azınlık bu… Tabii, bu tasnifte, evine ayda 5.600 TL’nin üstünde gelir giren mesela bankacı karı-kocanın kiraya, okul taksitine para yetiştiremezken, nasıl ilk yüzde 1’in içinde olduklarına akıl erdiremeyecekleri açık. O zaman da bu üst dilimi biraz daha rafine hâle getirip rantiye yüzde yarımları, diğer alttaki beyaz yakalı ücretli yüzde yarımlardan ayırmak gerekiyor. Gelir pastasından aslan payını götürenler, gerçekte gelir piramidinin en tepesindeki yüzde yarımlık rantiye oligarşi…

Yeri geldi anımsatalım: Türkiye’nin en zengin 100 kişisinin toplam serveti yaklaşık yüzde 26 artışla 117,8 milyar dolara çıktı. 100 kişinin serveti Türkiye millî gelirinin aşağı yukarı yüzde 10’una eşitken; Koç Grubu’nun kârı, AKP iktidarında yüzde 470 arttı, 600 milyon dolardan 3,4 milyar dolara çıktı…

Bitmedi! ‘Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’ (DİSK-AR), 34 yıllık bir dönem için ekonomi sabit fiyatlarla 3,7 kat büyürken, asgari ücretin yüzde 9’luk gelişme ile neredeyse yerinde saydığını vurguladı.

DİSK-AR asgari ücret raporunda, “Hâlbuki asgari ücret ekonomik büyüme oranında bir artış kaydetseydi bugün net 2.251 TL ve 950 Avro olacaktı. Her bir aile ferdi için öğün başına sadece 72 kuruş gıda harcaması yapılabilen asgari ücret Türkiye’nin ayıbıdır” denildi…

Ve bir şey daha: Asgari ücret 1 Temmuz 2012’de yüzde 6,09’luk artışla, bekâr bir işçi için net 739 lira 79 kuruşa yükselirken, DİSK-AR’ın yaptığı hesaplama, emekçinin perişan hâlini ortaya koydu. Buna göre asgari ücretlinin üç öğün başına ayırabildiği tutar 2,17 TL…

Evet Türkiye’de işçi sınıfı ile emekçilerin ekonomik hâli böyle!

İşçi sınıf(ımız)ının hâli

Katmerli sömürü ile yoksulluğun orta yerindeki işçilerin hâli gerçektende, tam bir fecaat!

Örneğin imzaladığı ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kurallarına uymadığı için daha önce de kara listeye alınan Türkiye, şimdi de yasalar ve hak ihlalleri nedeniyle ‘Tehdit Altındaki Ülkeler’ listesine alındı…

Mesela… Dilovası’nı denetleyen Çalışma Bakanlığı, 157 iş yerinden sadece ikisinin ‘uygun’ bulunduğunu; iş yerlerinde 3.311 noksan olduğunu ve ilçede iş yerlerinin yüzde 99’u denetime uymadığını açıkladı!

Durum bu olunca; ‘iş kazası’ denilen kitlesel cinayetler de kaçınılmaz oluyor…

Örneğin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Sosyal Güvenlik Kurumu kayıtlarına göre, 2002 yılından 2011’e kadar geçen süre içinde meydana gelen iş kazalarında 10.804 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı.

2012 yılındaki 365 günün 323 gününde yaşanan iş kazalarında 878 işçi hayatını kaybetti.

Kolay mı? AKP’nin 10 yıllık iktidarında kayıt dışı, kuralsız, güvencesiz, sendikasız çalıştırmalarla iş kazalarında patlama yaşandı. Yılda ortalama 1.100 işçi ölümü, iş kazalarında malul kalanların 2.000’inin üstüne çıkması, iş kazalarının 10 yılda ikiye katlanması, Türkiye’yi iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sıraya oturtmuş bulunuyor.

İş kazalarında Türkiye, dünyada üçüncüncü, Avrupa ülkeleri arasında ise birinci sırada yer almaktayken; Türkiye’de 2009 yılında iş kazalarında ölen işçi sayısı 1.171 iken, sürekli olarak iş göremez hâle gelen işçi sayısı ise 1.855 kişi olarak saptanmış durumdaydı.

1997-2011 yılları arasında en fazla can kaybının yaşandığı yıl ise 2006 oldu. O yıl iş kazası ve meslek hastalıkları sonucu 1.601 çalışan yaşamını yitirdi. 2007’de 1.044, 2008’de 866, 2009’da 1.171, 2010’da da 1.454 can kaybı yaşandı. 2011’deki ölümler ise en fazla kaybın yaşandığı 2006 yılına yaklaştı. 2011’de ‘meslek hastalığı sonucu ölümler hariç’ sadece iş kazalarında 1.563 kişi can verdi. Sadece Mart 2012’de ülke genelinde 27 inşaat işçisi, Nisan ayının ilk dokuz gününde de 35 işçi yaşamını yitirdi…

İşçi sınıfın hâli bu acılarla da sınırlı değil; daha da fazlası söz konusu…

Taşeron işçilik, özellikle AKP iktidarı döneminde yaygınlaşmış, 2002 yılı itibariyle yaklaşık 358.000 olan taşeron işçi sayısı bugün 1,7 milyon çalışana ulaşmıştır.

Haziran 2012’de kayıt dışı çalışmanın yüzde 40’ı bulduğu Türkiye’de 6,7 milyon kişi kayıt dışı istihdam ediliyor.

TÜİK’e göre işsizlik oranının yüzde 9,1’e yükseldiği 2012 yılı eylül döneminde, istihdam edilen 25 milyon 472 bin kişiden 10 milyon 214 bininin güvencesiz çalıştığı belirlendi. Yani ücretli her dört kişiden biri kayıt dışı…

Evet, Türkiye genelinde istihdam edilen 25 milyon 577 bin kişiden 10 milyon 327 bini kayıt dışı olarak çalışıyor!

Bu arada Türkiye’de çalışan her 100 kadından 55’i herhangi bir sosyal güvencesi olmadan istihdam ediliyor.

ANKA’nın haberine göre, 2012 Mayıs’ı itibarıyla kendi hesabına çalışan 4 milyon 831 bin kişiden yüzde 64,4’ünü oluşturan 3 milyon 110 bin kişinin kayıt dışı istihdam içinde bulunduğu belirlendi!

Verili tabloda işçi sınıfının örgütlülüğü mü? Maalesef durum şu: Türkiye’de 10 milyon 881 bin işçi var. Bunların 1 milyonu sendikalı. Sendikalaşma oranı yüzde 9,21 olurken, 92 sendikadan 49 tanesi yüzde 1’lik iş kolu barajını aşamadı!

Coğrafyamızda 2 milyon kamu görevlisinin yüzde 68,17’si sendikalı olarak çalışıyor. 2012 yılının ağustos ayında açıklanan istatistiklere göre sendikalı memur sayısı 1 milyon 375 bin olarak belirlendi!

Nihayet 6 milyon işçi, ülkemizde hâlen 30 ve altı işçi çalıştırılan iş yerlerinde çalışıyor. Bunların 12 Eylül yasalarında bile kâğıt üstünde kalıyor olsa da, var olan sendikal güvenceleri kaldırıldı. 30 ve üzeri işçi çalıştıran iş yerlerinde kalan 3 milyon 295 bin işçi için ise toplu sözleşme yapacak sendika kalmıyor. Buna göre 12 milyon kayıtlı işçinin ancak 2 milyon 700 bini için sendikal haklardan faydalanma söz konusu olabilecek. Tabii var olan sendikaların bu işçilerin bütününü örgütleyebilecek, toplu sözleşme yapabilecek dinamikleri yakalayabilmeleri koşuluyla. Karşı karşıya kalınan trajedi işte bu…

Pazarlık, yılgınlık, geri adım yok: Hedef Taksim!

2013 1 Mayısı’nın Taksim güzergâhında, devlet terörünün saldırganlığına maruz kalanlarla direnirken; Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin, “Herkes herşeyden sorumludur” uyarısını anımsamamak mümkün müydü?

Elbette değil! Tıpkı Vali Mutlu’nun (hem de üç kez) ‘örnek’ gösterdiği Kadıköy’deki ‘Reddediyoruz’ mitinginde T’K’P Merkez Komite Üyesi Kemal Okuyan’ın, “Taksim’deki kutlamaların bize, işçilere sorulması lazımdı. Hayatımız boyunca hep inandığımızı söyledik; bu kalabalığı Taksim’in neresine sığdıracaktık” demesi gibi…

DİSK Başkanı Beko’nun, “Şartlar ne olursa olsun hedefimiz Taksim Meydanı” deyişindeki kararlılıkla mücadele edenler yani 2013’te de bizim olan alan(lar)ı tartışmayıp, tartıştırmayanlar; pazarlık konusu yapmayıp; geri adım atmayanlar da vardı, var olacaktı hep; ince hesaplılara rağmen!

Tam da bu ufukta, ‘1 Mayıs tartışılıyor’ vurgusuyla ekliyor ‘Sol’ Gazetesi: “Geçen yıl Taksim’deki 1 Mayıs’ta ana sloganın, öne çıkan talebin ve kürsüden verilen mesajın ne olduğunu hatırlayan neredeyse kimse yok… Bu yıl Mayıs için yürütülen tartışma ‘alan tartışması’na dönüyor. Hükümetin ‘Taksim yasak’ demesi tartışmayı alevlendirdi. 1 Mayıs’ın içeriğini tartışan pek yok…”

“Sendikalar alanı TKP içeriği vurguladı…”[4]

Biçimin içeriğin dışa vurumu olduğunu hatırlatarak; 1 Mayıs’ın içeriğinin, dar anlamda 2007’den 2010’a uzanan mücadele; geniş anlamda ise İştirakiyun Hilmi’nin işgal altındaki İstanbul’da 1 Mayıs bayrağını açtığı günden 1977 ve sonrasına uzanan Gülay Beceren’li, Mehmet Akif Dalcı’lı, Kadıköylü birikim olduğunu bir an dahi unutup/unutturamayız…

Bu tabloda ‘Alan fetişizmi’nden söz edip, “… ‘Taksim’ her şeyin üzerini örten bir olgu hâline getirildi”[5] vurgusuyla Kemal Okuyan, “Kadıköy kürsüsü patronları, gericiliği ve emperyalizmi reddedenlerin olacak”[6] derken; Oğuz Oyan da ekliyor: “Taksim yasağına karşı bugüne kadar saygı duyulacak bir mücadele verildi. Ama bu mücadelenin bundan böyle de tek belirleyici mücadele ekseni olarak kalması, emek hareketine zarar verme noktasına geldi… Mekândan daha önemli olan içeriktir…”[7]

2012 yılında DİSK Genel Sekreteri Adnan Serdaroğlu’nun, “1 Mayıs Taksim Meydanı birilerinin icazetiyle alınmadı, birilerinin icazetiyle de gitmez” deyişinin altını çizip, hatırlatalım: Her kaçış ‘demogojik militanlık’la, ‘sol pasifizm’ söylenceleriyle gölgelenmek istenir; malum ve eski bir taktiktir bu!

AKP’nin ‘Ben yaptım oldu’ zorbalığı karşısında: 1 Mayıs’ları etkili ve saygın yapan, burjuvazi ve hükümetlerine meydan okuması yanında ‘yasakları’na boyun eğmeyen özgürlüğüdür.

Güneş Duru’nun belirttiği gibi, “Her yıl 1 Mayıs yaklaşırken aynı bildik meseleyle Türkiye’nin en önemli meydanı tartışmaya açılır, emekçilerin Taksim’e girmesi manasız bahanelerle yasaklanmak istenir… Her ne olursa olsun 1 Mayıs’ta Taksim’den vazgeçilmemelidir. 1 Mayıs Taksim’dir, Taksim 1 Mayıs’tır.”

Taksim 1 Mayıs’larının birikimini, inadını, kararlılığını, iradesini çoğaltmak gerekir…

Egemen(ler)in dayatmalarına boyun eğmedikçe; ‘bahaneleri’ne ‘kanmadıkça’ vardık, varız ve var olabiliriz…

İçişleri Bakanı Güler, 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda sadece çelenk bırakılmasına izin vereceklerini ve yürüyüş ile toplantı için sendikalara başka alan önereceklerini açıklayıp; “1 Mayıs kutlamasının işçi sınıfının bugün ihtiyaç duyduğu bir içerikte gerçekleşmesine ilişkin umudumuz kalmadı” diyen T’K’P “Kadıköy’deyiz!” dese de; biz buradayız ‘demokratikleşme’ illüzyonlarına; ‘barış’ söylencelerine karşın…

Hem de Charles Bukowski’nin, “Demokrasiyle diktatörlük arasındaki fark: Demokraside oy verip sonra emirlere itaat edersiniz, diktatörlükte ise zamanınızı oy vermekle harcamazsınız…”

Léo Campion’un, “Parlamentoda parla (konuş) ve mento (yalan) vardır…”

Vladimir İlyiç Lenin’in, “Sosyalistler, ikiyüzlü laf cambazlarının, demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli, her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe, demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar. Sosyalistler, burjuva siyaset adamlarının, ulusların özgürlüğü üzerine söylevler vererek insanları aldatmalarına fırsat vermemeli, ezen ulusların halk yığınlarına, öteki ulusların ezilmesine yardım ettikleri ve o ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü tanıyıp yüce tutmadıkları sürece, kendilerinin özgürlüğe kavuşmayı beklememeleri gerektiğini anlatmalıdırlar. Barış sorunuyla ulusal sorunda, emperyalist siyasetten farklı olarak, bütün ülkelerde güdülecek sosyalist siyaset budur…” uyarılarını anımsayıp/anımsatarak…

Taksim işçilerin, emekçilerin, ezilenlerindir!

Kimileri 1 Mayıs’ı ‘balo’ ilan ederken(!), kimileri de onu ‘tartışarak’, Taksim’i yasaklamaya kalkışırken biz Büyük İskender’in, “Bana ait olan bir şeyi bana vaat edemezsiniz” sözünü terennüm eden bir irade ile bugünün ‘âkili’ Oral Çalışlar’ın, ‘1 Mayıs katliamı ve şiddet sever sol’[8] zırvalarıyla gölgelenmek istenen 1977 1 Mayısı’nı asla unutmayacağız…

Hem de 12 Eylül davasında mahkemenin daha önceki taleplerine tatmin edici yanıt vermeyen Millî İstihbarat Teşkilatı’nın, 1 Mayıs 1977 tarihinde İşçi Bayramı’nın kutlandığı Taksim’de yaşanan katliam öncesinde İstanbul Yeşilköy Havaalanı’na inen ve Intercontinental Oteli’ne yerleşerek, kalabalığın üzerine ateş açan ABD’li ajanlar konusunda “Kayıtlarımızda herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanmamıştır” demesine inat!

Dünyanın bütün alanları gibi (ama daha çok!) Taksim bizimdir…

Onu kimseye bırakamayız!

O bir mücadele simgesidir!

İşçi sınıfının ve ötekileştirilen kimliklerin, ezilenlerin, mağdur ve madunların mücadele günüdür!

Hayır, Taksim bize ‘bahşedilmedi’; onu biz aldık, bedelini ödeyerek!

Siz boş verin ‘2011’in 1 Mayısı’nı normalleşme modeli olarak’ sunan Taha Akyol’un, ‘Erdoğan hükümetini alkışlayan’ Tarkan Zengin’in, “Dün [1 Mayıs 2011’de] yeni bir ‘kansız’ 1 Mayıs daha bayram havasında kutlandı; işçi sendikaları, sivil toplum örgütleri, onlarla dayanışma hâlindeki vatandaşlar Taksim Meydanı’nı doldurdu, konuşmaları dinledi, şarkılar söyledi, sloganlar attı… Hayırlısıyla bir büyük Türk efsanesi daha böylece tarihe karıştı. Bunun kıymetini bilelim… Sevinebiliriz: Türkiye normalleşiyor” diyen Fehmi Koru’nun hezeyanlarına!

Veya “Dün 1 Mayıs’tı [2011]; işçi veya emekçi bayram edebildi mi bakalım… Hak mücadelesinin coşkusunu şiar ve söylemlerle yaşayanlar daha ziyade teorisyenler midir yoksa” diyen İslamcı Cihan Aktaş’ın 2013 T’K’P’sini andıran söylemine!

Ya da Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Tuğrul Kutadgobilik’in, Taksim’de yapılan kutlamaları çok önemli bulduğunu ifade ederek, “Eğer işçi temsilcilerinden öyle bir davet almış olsaydım, 1 Mayıs’ı çalışanlar birlikte kutlamak için Taksim Meydanı’na giderdim” demesine!

Taksim bizimdir; Taksim’i biz kazandık; onu bizden kimse alamaz…

Tıpkı 2012 1 Mayısı sonrasında dönemin İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun Taksim Meydanı’nda herhangi bir olayın yaşanması veya Taksim Atatürk Anıtı’na yönelik münferit de olsa bir saygısızlık yapılması hâlinde, bir sonraki 1 Mayıs için Taksim Meydanı’nda kutlamalara izin verilmeyeceği yönündeki açıklamalarına değinen DİSK Genel Sekreteri Adnan Serdaroğlu’nun, “Taksim 1 Mayıs alanıdır. AKP ve vali bize bunu lütfetmedi. Bu hakkımız asla ne valinin ne de bir başka kişinin sözü ile elimizden alınamaz. Biz valinin inisiyatifiyle 1 Mayıs Mücadele Günü’nü kutlamıyoruz” deyişindeki gibi…

Onlar, diyetini ödediğimiz ve gerektiğinde ödemekten de asla geri adım atmayacağımız Taksim geleneğimizden korkuyorlar!

Bunun içinde Taksim’i işçilere, emekçilere, ezilenlere topyekûn yasaklama hayali kuruyorlar; 2013’te de bunun ilk adımını atmayı denediler…

Başbakan Erdoğan partisinin grup toplantısında 1 Mayıs kutlamalarının Taksim’de yapılmasına izin vermeyecekleri vurgusuyla, Avrupa ve Anadolu yakasında iki miting yeri inşa edilmekte olduğunu söyledi.

Avukat Ergin Avukat Cinmen de, 1 Mayıs’ta ulaşıma getirilen yasakların bundan sonra Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına kapatılacağı ve gerginliklerin yaşanacağının işareti olduğuna dikkat çekti.

Yani 2013 Taksim yasağı boşuna değildir; Şükran Soner’in de, “Vali ile kamuoyuna ilan edilen görüşmelerde… yasağın gerçekten inşaat gerekçeli bu yıl için olduğu ortak açıklamasına yanaşılmamıştır” dediği gibi…

Özetle eşikteki işçi hareketine göz dağı vermek isteyen Erdoğan’ın Taksim yasağı korkularından kaynaklanmaktadır…

Kolay mı? “850.000 sendikalı, 650.000 toplu sözleşme hakkı olan işçi hak arayacak. Taşerondaki 1,5 milyon çalışan haber bekliyor. Otomotiv, demir çelik, otomotiv yan sanayi, beyaz eşya iş kolunda hararet arttı. Türk-İş’e bağlı Türk-Metal, DİSK bünyesindeki Birleşik Metal ve Hak-İş çatısı altındaki Çelik-İş’e üye 100.000 sendikalı işçi toplu sözleşme hakkını kullanmak için gün sayıyor. Uyuşmazlık süreci sona erdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ‘arabulucu raporu’ bekleniyor. 60 gün içinde grevin başlama ihtimali yüksek.”[9]

Ancak tüm engellemelere, tehditlere, yasaklara, zorluklara karşı emekçiler ve ezilenler yarın 32 yıllık yasaklardan sonra 2009’da çıktıkları Taksim 1 Mayıs alanına bu yıl ‘olmadıysa’, gelecek yıl yeniden çıkacaklar ve Erdoğan’ın korktuğu bir kez daha başına gelecektir.

Fabrikalardan, atölyelerden, kenar mahallelerden, direniş çadırlarından, okullardan gelen devrimci iradeyi kimyasal gazlarla, coplarla, devlet terörüyle engelleyebileceğini zanneden Erdoğan yanılıyor; bundan kimsenin kaygısı olmasın; Taksim kızıldır, kızıl kalacaktır.

Saldırgan onlardır!

Siz aldırmayın; TKP’nin Kadıköy’deki olaysız geçen kutlamalarını da örnek gösteren İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun, “Polisimiz fevkalade orantılı güç kullandı” demesine…

“Düşene ve kaçana müdahale edilmedi. Bilye atana su ve gazla müdahale edildi. Fevkalade orantılı ve dengeli bir müdahale gerçekleştirildi” diyen Mutlu yalan söylüyor…

Sadece birkaç kare: DİSK Genel Merkezi’ne atılan gaz bombası nedeniyle birçok kişi yaralandı. Fenalaşan sendikacılar, camlara çıkarak nefes almaya çalıştı.

Enerji-Sen Genel Başkanı Ali Duman da binaya atılan bir gaz bombasının başına isabet etmesi sonucu yaralandı.

Gazdan etkilenenler, ambulanslarla hastaneye sevk edildi. Ancak yolların kapalı olması nedeniyle hastanelere ulaşmakta güçlük çekildi.

Bu arada, polis ekiplerinin gaz bombası attığı DİSK Genel Merkezi’nin içi adeta harabeye döndü. Binadaki bulunan birçok eşya, olaylar sırasında zarar gördü.

Ayrıca, polis tarafından atılan bir gaz bombası, DİSK Genel Merkezi’nin yanındaki bir apartmana isabet etti.

Gaz bombasının camdan içeri girmesi üzerine, dairede bulunanlar gazdan etkilendi. İtfaiye ekipleri, evde bulunanları tahliye etti.

Biber gazından etkilenmemek için kaçarken başını direğe çarpan Yeni Şafak gazetesi muhabiri Cihat Arpacık da ambulansla hastaneye kaldırıldı.

Öte yandan, Beşiktaş’ta polisin yakın mesafeden hedef gözeterek attığı gaz bombası ile kafatasında kırık ve beyinde kanama oluşan Kaldıraç Dergisi Yazı İşleri Müdürü Zeynel Sabaz da hastanede müşahede altına alındı. (Ve Mazlum da…)

Yine, 1 Mayıs’da polisin hedef gözeterek attığı gaz bombası mermisi başına isabet eden 28 yaşındaki metal işçisi Serdal Gül’ün Emniyet güçlerinin attığı gaz mermisiyle alnından vurulduğu videolarla da sabittir.

Ayrıca Tarlabaşı’nın ara sokaklarından 1 Mayıs gösterilerine katılmak için Taksim’e çıkmaya çalışan küçük bir grubun arasındaki 17 yaşındaki lise son sınıf öğrencisi Dilan Alp, polisin attığı gözyaşı bombasının başına isabet etmesi üzerine yaralandı.

Başından kanlar akarken, yanına düşen gaz bombasından çıkan dumanla nefes almakta güçlük çeken Dilan’ı arkadaşları önünde düştüğü eve soktular. Bu sırada elinde telsiz olan sivil bir polis, peşindeki ekipleri “Çabuk buraya gelin içeri girdiler” diye olay yerine çağırdı. Karınca gibi eve üşüşen çevik kuvvet polisleri yeniden gaz bombası attı. Yüzlerinde maske olan polisler dumandan etkilenmeyip evden çıkarken, olay yerine ambulans çağrıldı. Arkadaşının iddiasına göre polislerin yakın mesafeden sıktığı gaz bombası başına isabet eden Dilan ağır yaralandı.

Taksim güzergâhında Mecidiyeköy’den Dolapdere’ye; Şişli’den Okmeydanı’na ve Beşiktaş’a kadar mücadelenin olduğu her yeri Taksim yapan cüretin tarihi yaratan ve yazanlara ait olduğunu bir kez daha anımsatarak diyeceklerimizi tamamlıyorum…

2013’de de, her türlü tezvirat ve tehdide rağmen Taksim güzergâhındaydık; Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Düşmanın birçok yüzü vardır, ama tek bir ismi var: Kapitalizm…” saptamasının altını defalarca çizerek…

Nihayet Taksim 1 Mayısı’nı ‘öz-biçim tartışmaları’na feda edenlere ve ‘balo’ olarak nitelemeye kalkışan densizlere Jean-Paul Sartre’ın, “Yalnızca kürek çekmeyenlerin kayığı sallamaya vakti vardır”; Pierre-Joseph Proudhon’un, “İcraat konuştu mu kelimeler hiçbir şeydir”; Henry David Thoreau’nun, “Ayağa kalkıp yaşamadan oturup yazmaya çalışmak ne büyük bir sefalettir”; Yunus Emre’nin, “Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen”; Mehmet Ercan’ın, “Bakar köre güneş olsan da kâr etmez,”[10] deyişlerini hatırlatarak!

Ali Duman’lar, Zeynel Sabaz’lar (ve Mazlum’lar), Serdal Gül’ler, Dilan Alp’ler ile diğerleri ortayken ‘Anlarlar mı?’ derseniz! Orası ‘meçhul’dür…

NOTLAR:
[1] ‘Ok düz olmasaydı, doğru gitmezdi.’ (Yusuf Has Hacib)
[2] Demir Küçükaydın, ‘Devrimci 24 Nisan-Karşı Devrimci 1 Mayıs: 24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım’, 19 Nisan 2013.
[3] Walter Benjamin, ‘Pasajlar-Tarih Kavramı Üzerine-IX.’, çev: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay., 2013.
[4] ‘1 Mayıs Tartışılıyor’, Sol, 20 Nisan 2013, s. 1-2.
[5] Kemal Okuyan, ‘1 Mayıs Sorgulaması’, Sol, 21 Nisan 2013, s. 2.
[6] ‘1 Mayıs’a Doğru-4’, Sol, 27 Nisan 2013, s. 10.
[7] Oğuz Oyan, ‘Taksim’de 1 Mayıs’, Sol, 25 Nisan 2013, s. 5.
[8] Oral Çalışlar, ‘1 Mayıs Katliamı ve Şiddetsever Sol’, Radikal, 4 Mayıs 2012, s. 9.
[9] Meliha Okur, ‘İşçisin Sen… İşsiz Kalma’, Sabah, 30 Nisan 2013, s. 12.
[10] Mehmet Ercan, ‘Aforizmalar VII‘, http://www.insanokur.org/?p=46701.

[*] Başlık, Söz Dergisi ile YSK’nın 2 Mayıs 2013 tarihinde SBF’deki toplantısında yapılan konuşma… Kaldıraç, No: 143, Mayıs 2013…