Arjantin’in “Gizli” İşkencehaneleri Artık “Hafıza Sahası”

[ A+ ] /[ A- ]

manşet_estela

Çiğdem ÖZTÜRK
Bianet

Yasın beş evresi var diyorlar, inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Hafıza bu beş evreyi diklemesine kesiyor.

Gözaltında yakınları zorla kaybedilen, yakınlarını defnedemeyen insanların, başında yas tutabilecekleri bir mezar yok, sadece hafızaları var. İşte o hafızayı toplumsal hafızaya tahvil etmek, mücadeleden vazgeçmemek hayati, yoksa ölüm makinesi durdurulamaz.

Marco Bechis’in filmi Olimpo Garajı’nın (1999) son sahnesinde Arjantin’de gözaltında uzun süre işkence görenler uçaktan atılarak Buenos Aires’teki La Plata Nehrinin sularına gömülür.

Bugün La Plata Nehrinin hemen yanında o “ölüm uçuşları”nda katledilenler için dikilmiş bir anıt var, anıtın üzerinde de diktatörlük döneminde gözaltında kaybedilenlerin isimleri.

Arjantin’de 1976 ile 1983 yılları arasındaki diktatörlük döneminde yaklaşık 30 bin kişi gözaltında kaybedildi. Gözaltında kaybedilenler aslında çoğunluğu herkesin gözü önünde, mahalle aralarındaki gizli işkencehanelerde tutuluyordu. Kaldıkları hücrelerin yan duvarlarından “normal” hayat süren ailelerin seslerini dinliyorlardı.

Uzun bir sessizliğin ardından 2000’lerin başında bu “gizli” işkencehaneler bir bir tespit edilip “hafıza sahası” adını almaya başladı. Almanya’da Konstanz Üniversitesi’nde sanat, hafıza ve kamusal alan üzerine araştırmalar yürüten sosyolog Estela Schindel bugün müzeye ya da mahalle evine dönüştürülmüş gizli tutuklama merkezlerini anlattığı sekiz bölümlük “Hafıza Sahaları” belgeseliyle çocukluğunun Arjantin’ini yıkıp toplumsal hafızanın izinde bir yenisini kuruyor.

Gözaltında kaybedilenlerin ismini hatırlamak mı daha önemli, yoksa faillerin ismini mi?

Her ikisi de önemli, biri diğerinden daha önemli diyemeyiz. Fakat esas kaybedilenlerin isimlerini geri almak çok önemli, çünkü ellerinden alınan ilk şey isimleriydi.

Gizli gözaltı merkezlerine getirildiklerinde hepsine birer numara veriliyordu ve daha sonra eğer defnedilirlerse “no nombre” (isimsiz) anlamına gelen “nn” ibaresiyle defnediliyorlardı. Bu aynı zamanda Nazilerin “Nacht und Nebel”ini de (Gece ve Sis Kararnamesi) hatırlatıyor.

Gözaltında kaybedilenlerden geriye kalanları arayan adli antropologlardan birinin çok ilginç bir tespiti vardı, bu ismin bedenden ayrılması anlamına geliyor, demişti. Çünkü beden her zaman bir öznelliğe, bir kimliğe sahiptir.

İsimleri geri almak tam da bu nedenle önemli, ki bunun için mücadele devam ediyor. Buenos Aires’teki La Plata nehrinin yanında Hafıza Parkı’nda bir anıt var ve üzerinde yeni isimlerin eklenebilmesi için takılıp sökülebilir plakalar bulunuyor.

Failler açısından sadece isimlerin belirlenmesi değil, onları adaletin karşısına çıkarmak da bir o kadar hayati. Çünkü birçoğunun kimliği hâlâ belirlenmiş değil. Virrey Cevallos gibi bazı gizli merkezlerde tutulup hayatta kalanların sayısı çok az. Hayatta kalanlar kendisine işkence uygulayan, kaçıran kişinin fiziksel özelliklerini tarif edebilir ya da o kişinin takma adını söyleyebilir –Failler gerçek adlarını kullanmıyordu. Esas mesele failleri adalete teslim etmek. Neyse ki Arjantin’de şu sıralar birçok dava açılmış durumda, soruşturmalar devam ediyor. 100’den fazla asker cezalarını çekiyor.

Bugüne kadar kaç gizli gözaltı ve işkence merkezi geri alındı?

Şimdi devletin yasadışı şekilde gözaltına alınanları geçici olarak tuttuğu yerler de dahil sayı 500 civarında. Bu rakamın güncel hali İnsan Hakları Sekreterliği’ne bağlı, “Sitios de memoria” (Hafıza Sahaları) web sitesinden öğrenilebilir. Burada listeler yayınlanıyor. Bu işe “işaretleme” deniyor, gizli merkezin bulunduğu yere bir anıt koyuyorlar.Aslında tam bir rakama ulaşmak mümkün değil.

Devlet tarafından zorla kaçırılanların tutulduğu bütün mekânlara gizli merkez deniyor. Daimi gizli merkez olmayan bu işin kısa süreliğine yapıldığı yerler de var. Ayrıca orduya ya da polise ait binaların belli bölümleri da kullanıldı. Bu nedenle uzun süre sayılarının ne kadar olduğunu öğrenmek zor oldu.

Ülkenin her yanında üzerinde “Adalet, Hakikat, Hafıza” yazılı aynı tip anıtlar var. İşaretlenmiş merkezlerin hepsi geri alınmış değil, ayrıca geri alınanların hepsi de hafıza sahasına dönüşmüş değil. Gördüğüm kadarıyla öncelik işaretletmeye veriliyor, böylece mahallede yaşayanlar orada böyle bir yer olduğunu öğreniyor.

İşlenen suçların faili devlet, hal böyle olunca işaretleme, geri alma gibi faaliyetleri bir bakıma devletin üstlenmiş olması şaşırtıcı. Bu nasıl oldu? Devleti buna kim zorladı?

Evet, bunun çelişkili bir durum olduğu düşünülebilir. Devlet gizlice kaçırıyor, işkence yapıyor, öldürüyor ve şimdi işaretleme gibi araçlar yoluyla onarıcı politikalar tekrar devlet tarafından yürütülüyor, –her ne kadar ihlallerin yapıldığı dönemdeki devlet diktatörlük dönemi devleti olsa da. Ama bütün bu politikaların arkasında insan hakları örgütleri bulunuyor. Diktatörlük döneminde devlete karşı bizzat direnen, olayların aydınlanmasını, hakikati ve adaleti talep eden örgütler.

Arjantin’e anayasal sistem geri döneli otuz yıldan fazla zaman oldu ve bu yıllar içinde geçmişe yaklaşıma dair farklı dönemlerden geçtik, her zaman bugünkü politika izlenmedi. Mesela Carlos Menem’in iktidarda olduğu dönem soğuk bir dönemdi, devlet konuyu dondurmaya, rafa kaldırmaya uğraşıyordu.

Bütün bu dönemler boyunca çeşitli insan hakları örgütleri mücadeleyi sürdürdü, en çok da Anneler ve Büyükanneler mücadele etti elbette. Kaybedilenlerin ailelerinin yanı sıra, mücadele eden diğer örgütler arasında İnsan Hakları Daimi Meclisi, CELS’i (Yasal ve Toplumsal Çalışmalar Merkezi) de saymak gerek. Bu konuyu hep göz önünde tutan onlar oldu.

Geri alınan merkezler meselesine gelirsek, belgeselde anlattığımız gibi bazı mahalle girişimleri devreye girdi. Kimileri kendiliğinden örgütlenen, kimileri de zaten siyasal anlamda örgütlü mahalle inisiyatifleri. Mahallede yaşayanların tanıkları bu merkezlerin belirlenmesinde hayati önem taşıyor. Önce buraların kültürel miras olmasını sağlayan, mekânın değiştirilmesini engelleyen bir yasa çıktı.

Bu merkezlerin şimdi olduğu gibi mahalle evi ya da hafıza müzesi gibi işlevler üstlenmesine nasıl karar verildi?

Bu mekânlarla ne yapılacağına dair pek çok tartışma yapıldı. Ama genel olarak şunu söyleyebilirim ki, müze fikri büyük bir dirençle karşılandı. Müze camekanın arkasından taşlaşmış bir geçmiş sunuyor, bugünü içinde barındırmayan bir hal. Bu mekânların bugünkü toplum için de bir şeyler ifade eden yerlere dönüştürülmesi konusunda fikir birliğine varılmıştı.

Hakkında en yoğun tartışmanın yaşandığı mekânlardan biri de ESMA (Askeri Havacılık Okulu) oldu. Çünkü çok sembolik bir yer, yaklaşık 5000 kişinin burada gözaltında tutulduğu düşünülüyor. Sonunda ESMA insan hakları müzesine dönüştürüldü.

Mahallerde çok enteresan örnekler çıktı, bu merkezlerin sadece müze olması değil, aynı zamanda mahallenin siyasal hayatını canlandıracak mekânlar olmaları da istendi. Aslında bu durum bir anlamda bu mekânların diktatörlük zamanındaki işlevini tersine çeviriyor, o zaman bu mekânlar devlet terörünün yaygınlaştırılması, toplumsal ilişkilerin çözülmesi, tecrit için kullanılmış.

Benim ilgimi özel olarak Centro Olimpo’da çekmişti. Orada hafızaya ilişkin çalışmaların yanında atölyeler de var. Mesela fırıncılık gibi meslekler edindirme atölyeleri düzenleniyor. Diktatörlük dönemindeki ekonomik baskıyı da tersine çeviren bir durum bu, işsiz insanlar meslek edindirmeye çalışılıyor. Dikiş atölyesi beni bir metafor olarak da çok etkiledi, çünkü o atölyedekiler “biz iğne iplikle toplumsal kumaşı da dikiyoruz” diyorlar. Orada tanıştığım bir kadın durumu çok güzel özetlemişti: “Eskiden hep evde otururdum, kimseyle konuşmazdım, ama şimdi buraya geliyorum, siyaset konuşuyorum, bir şeyler öğreniyorum.” Bu mekânlar gerçekten de siyasal hareketlenme sağlayabilir. Sadece geçmişle ilgili bir hafıza değil, daha derinlere inen bir hafıza söz konusu.

Gizli işkencehanelerden ne zaman haberdar oldun?

Aslında benim ailem “hiçbir şey bilmeyen” tipik orta sınıf bir aileydi, böyle ailelerin olan bitenden habersiz oldukları düşünülüyordu. Hafta sonları genellikle Buenos Aires’in dışındaki Club’a giderdik. Arabayla Libertador Bulvarı’ndan ESMA’nın kapısının önünden geçerdik. ESMA çok dikkatimi çekerdi, çünkü çok yoğun trafiğin olduğu bir bulvarın ortasında duran görkemli bir binadır ESMA’nın neoklasik tarzdaki, dört sütunlu, üzerinde renkli Arjantin armasının bulunduğu ana binası. Aslında gözaltındakiler orada tutulmazdı. Hep oraya bakardım, ama içeride gerçekten ne olup bittiğine dair hiçbir fikrim yoktu. O zamanlar çok küçüktüm, ama tam da hafta sonları gittiğimiz o Club’te olanlara dair tanıklıkların derlendiği bir kitabı gizlice okumaya başlamıştım.

1997 yılının Nisan ayında kaçırılan gazeteci Jacobo Timerman “Preso sin nombre, celda sin número” (İsimsiz Mahkûm, Numarasız Hücre) adlı kitabını sürgündeyken yazmıştı, rejimin yoğun antisemitist tavrını da anlatıyordu. Şimdi oğlu Héctor Timerman’ın Arjantin Dışişleri Bakanı olduğunu da ekleyeyim.

Gizlice okuyordum, çünkü annemle babam izin vermiyordu, 1980 ya da 1981 yılı olmalı. Sonra ortaokul döneminde neler olduğunu derinlemesine öğrendim. Buenos Aires Ulusal Koleji’nde okuyordum, ki politik kültüre sahip bir okul olarak bilinir, okulun birçok öğrencisi gözaltında kaybedilmiştir. 82 ya da 83 yıllarında kolejin çok yakınlarında, Plaza de Mayo’ya da yakın Club Atletico diye bir gizli merkez olduğunu okumuştum.

Çok merak ettiğim için dersten sonra orayı bulmaya gittim, fakat hiçbir şey yoktu. Tarif edilen yerde sadece bir otoban vardı, daha sonra bu merkezin otobanın altına gizlendiğini öğrendim. Belgeselde Atletico hakkındaki bölümde bu anlatılıyor. Diktatörlük oraya bir otoban yapmak için Club Atletico’yu yıkmıştı, nereye denk düştüğünü anlamak için tanıklıklardan yararlanıldı.

Benim için bu çalışmanın temelindeki en önemli soru şuydu: Nasıl oluyordu da evdeki duvarın öbür tarafında işkenceler, tecavüzler sürerken böyle dip dibe, birbirine sırtını vermiş duvarlar arasında “normal” bir hayat yaşanabiliyordu? Belgeselin bütün bölümlerinde bu sorunun cevabını arıyorum. Virrey Cevallos bölümünde hayatta kalanlardan biri hücresinde duvarın öte yanındakilerin doğum günü kutlamalarını, ailenin günlük hayatını duyduğunu anlatıyor, “Hiç şüphem yok ki, o aile de işkence gören insanların çığlıklarını duyuyordu,” diyor. Bu bir arada yaşama hali nasıl mümkün oluyordu? İçeride dışarıya dair ne biliniyordu, dışarıda içeriye dair ne biliniyordu? Hayatta kalanların ve komşuların anlattıkları bu mekânlar üzerinden nasıl bir araya gelebilir?

Peki sorunun cevabını bulabildin mi?

Aslında birçok şeyin yanı sıra devlet terörünün işi bu. Devlet terörü güvensizlik yaratıyor, böylece insanlar içine kapanıyor. Bir diğer sebep de kayıtsızlık. Bir de suç ortaklığı var. Arjantin’de darbeyi destekleyenlerin sayısı az değildi, askerlerin bu siyasi hareketleri, özellikle de silahlı olanlarını bir şekilde bitirmesi gerektiğine inanan az insan yoktu. Askerler iktidara geldiğinde toplumda belli derecede bir uzlaşma vardı. Bunu söylemek hoş değil, ama gerçek bu. Ayrıca bu merkezlerin yakınlarında oturanlar arasında askerlerin yaptıkları şeyin çok iyi olduğunu söyleyen bazı mahalleliler de var.

Uzunca bir süredir Almanya’da yaşıyorsun. Almanya da toplumsal hafızanın tartışma konusu olduğu ülkelerden biri. Orada da dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi hafızaya ayrılmış alanlar, müzeler var. Almanya’daki durumu Arjantin’le nasıl kıyaslarsın?

Genelleme yapmak doğru olmasa da, Almanya’da hafızaya yönelik politikaların genellikle devlet eliyle oluşturulduğunu söyleyebilirim. Hem ulusal hem de federal seviyede böyle. Yerel inisiyatifler açısından bakıldığında Arjantin’e kıyasla daha az örnek var.

Almanya’da da var yerel inisiyatifler, ama daha ziyade son yıllarda çoğaldılar. Batı Almanya’da hafızaya yönelik politikalar ve geçmişle yüzleşme İşgal Kuvvetleri, Müttefikler tarafından teşvik edilmiş, mesela ders kitaplarına böyle girmiş.

Sivil toplumun içerik belirleme konusunda ne kadar rol üstlendiği tartışılır. Bir bakıma evet, ama bir bakıma da hayır. Özellikle de yeni kuşaklar açısından bakıldığında öyle. Bu nedenle belki de bu politikaları belirleme konusunda devletin rolü daha baskın.

2003’ten itibaren Arjantin’de de hafızaya yönelik politikalar devlet tarafından üretilmeye başlandı. Almanya’da hafızayla ilgilenen yerel sivil toplum alanlarından en bilineni Berlin’deki eski Gestapo Karargâhı, şimdiki adıyla Topographie des Terrors. Biraz Atletico gibi, üzeri örtülmüş bir yer orası da. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bombalarla yıkmış, bütün kanıtlar ortadan kaldırılmıştı. 80’lerde bir sivil toplum girişimi burayı ortaya çıkardı. Gestapo’nun Karargâhında mahkûmların kaldığı hücreleri, işkence gördükleri bodrum katları buldular. Orası önemli bir hafıza merkezi oldu.

Bir diğer örnek de Stolperstein. Evlerinden sürülen, toplama kamplarına gönderilen Yahudilerin evlerinin kapı eşiklerinin hemen yanına iliştirilen, üzerlerinde isimlerinin, sürgüne gönderildikleri ve biliniyorsa öldürüldükleri tarihin yazdığı küçük plakalar. Gunter Demnig diye bir sanatçının işi. Ama bu enstalasyonun yapılmasını sağlayan mahallede yaşayanlardı, araştırmayı yaptılar ve sonra da sanatçıyla irtibata geçtiler. Bu entereasan bir tecrübe, çünkü toplama kamplarını değil, yaşadıkları son yerleri gösteriyor. Bu plakalar aynı zamanda özel alan ve kamusal alan arasındaki geçisi imliyor. Buralar komşularının onları son gördükleri yerler.

2005’te Berlin ve Buenos Aires arasında, hafıza politikalarına dair çalışan akademisyen aktivislerin ve memurların katıldığı bir buluşma gerçekleştirdik. Arjantin’den gelen katılımcıların yaptıkları yorum aklımda kaldı. Berlin ve çevresindeki hafıza sahalarını gezdikten sonra, Almanya’da kurbanlarla, öldürülenlerle kurulan ilişkiyi çok mesafeli bulduklarını, onlardan sanki toplumun parçası değilmiş de başkalarıymış gibi söz edildiğini, meseleye profesyonelce yaklaşıldığını ama belli bir uzaklığın korunduğunu söylemişlerdi. Bu bir fikir tabii, bana ilginç gelmişti. Arjantin’deki tepkinin bazen fazla heyecanlı ve sert olduğu söylenebilir. Gözaltında kaybedilenlerden yoldaşlar diye bahsediliyor, bu da büyük bir genelleme, çünkü belki de hepsi yoldaş değildi. Bir tarafta hafızada derinleşme, mücadeleyi anlamlandırma varsa, diğer tarafta her şeyi türdeş bir kategoriye indirgemek var.

Hafıza alanlarını kimler ziyaret ediyor? Bunlar nasıl ziyaretler?

Mekâna göre değişiyor, bazıları herkese açık, isteyen içeri girebiliyor. Çalışma saatleri, isteyenin arayıp bilgi alabileceği telefonları ve bakabileceği web siteleri var. Mesela biz Virrey Cevallos’ta çekim yaparken her gün gelen bir mahalleli vardı. İçeri girip sohbet ediyor, bir süre orada takılıyordu. Ama bir mahalle sakini de oraya asla girmem diyormuş, ne kadar farklı iki durum. Ama açık kapı politikası var. Rehberli tur için her zaman orada bulunan biri var.

ESMA’nın durumu diğerlerinden hayli farklı. ESMA’da birçok bina var. Fakat binalardan biri, Albay Lokali’nin olduğu kısım gözaltına alınanların tutulduğu yerdi, şimdi İnsan Hakları Müzesi’ne dönüştürüldü. Burayı rehberle gezmek için önceden randevu almak gerekiyor. Tur iki saatten fazla sürüyor. Tek bir biçim yok. Cordoba’daki D2’de enteresan bir duruma şahit olmuştum. Orası da kapıları açık olan bir yer, insanlar içeri giriyor, bakıyor, sorular soruyor, turistler, araştırmacılar geliyor, okullardan gelenler oluyor. Ben oradayken içeri bir adam girip arşivlerinde tanıdığı bir çocuğun isminin olup olmadığını sormuştu. Diktatörlük döneminde birlikte çalışıyorlarmış ve bir gün kaybolmuş, sonra da bir daha asla görmemiş onu.