Ulusal kimlikler nasıl oluşturuldu?

[ A+ ] /[ A- ]

Esra YALAZAN
T24

Cumhuriyet tarihi boyunca siyasilerin hayatta kalma alışkanlığına dönüşen ‘kutuplaştırma’ stratejisi her zaman işe yaradı bu coğrafyada. Dolayısıyla son yıllarda giderek artan ‘ötekileştirmenin’ bu toplum için fazla haber değeri yok belki ama iktidarın, resmi tarihi ideolojik saplantılar üzerinden nasıl şekillendirdiğini anlamak açısından hala üzerinde düşünmeye değer bir mevzu.

Modern tarih yazımının ölçüleri, süreci ve sonuçları burada da farklı boyutlarıyla tartışıldı. Levent Yılmaz’ın çarpıcı hikayeler ve harika anlatımıyla derlediği kitabı ‘Modern Zamanın Tarihi’nde, Tanrıların dünyayı terk etmesinden sonra insanların tarihi hem ‘yapmaya’ hem de yeni bir bakışla yazmaya başladığını söylüyordu. Ve okura soruyordu:

“Nasıl oldu da Batılı toplumlar, olan biten her şeyin bir alın yazısı, geleceğin aslında geçmişin bir yansıması, tarihin ise tekerrürden ibaret olduğu, gelenek ve atasözlerinin en hakiki mürşit olduğu düşüncesinden kopabildiler?” Yani kısacası Batı nasıl modern oldu? Batılı tarihçilerin o eşiği nasıl atladığının cevabı ilginç anekdotlar ve bilgilerle bu kitapta anlatılıyor.

‘Tarih sadece akademilerin ve hükümetlerin buluşu değildir’

Eskilerle modernlerin savaşı her dönemde kendi dinamikleriyle uyanıyor. ‘Yeni Türkiye’de tarafların ‘kendi ecdadının’ bakışıyla tarihi yeniden yazarak savaştığı bugünlerde, ulusal hikayeleri ‘içerden’ ama resmi tarih tezlerinin dışında yer alan eleştirel makalelerle inceleyen ‘Ülkelerin Tarihleri’ iyi bir kaynak. ‘History Today’ dergisinin eski editörlerinden Peter Furtado, İngiliz milliyetçiliğinin kökenleri üzerine araştırmaları olan Oxford’lu bir tarihçi. Kitabın meselesini başlangıçta anlatıyor:

“Tarih sadece akademilerin ve hükümetlerin buluşu değildir. Tarih her yerde ve her zaman mevcuttur. Nefes aldığımız havada, yaşadığımız şehirlerde ve dolaştığımız coğrafyalardadır. İnsanlar tarihlerini evde, aile fertlerinin anlattığı hikayelerden, halk masallarıyla ve televizyondan, kamu heykellerinden ve savaş anıtlarından, önde gelen mimari yapılardan, müzelerden ve galerilerden öğrenirler. Bu tür kaynaklardan öğrenilen tarih pek sorgulanmaz ve bazen değeri bile fark edilmez.” Akademinin tarihiyle halkın tarihi arasındaki uçurumu vurgulayan bu cümlelerden sonra kitabın muradını da açıklıyor:

“Bu bir dünya tarihinden ziyade bir tarih seçkisidir, çok merkezli postmodern çağımızda tek bir bakış açısının, tek bir kapsayıcı gündemin ne başarıyla gerçekleştirilebilir ne de arzu edilir olduğu inancıyla tasarlanmıştır”.

Kitapta profesyonel tarihçilerle alanında iyi bilinen diğer yazarlardan her zamanki referans çevrelerinin dışına çıkıp anavatanlarında tarihin genel olarak nasıl anlaşıldığı yazılmaları istenmiş. Yirmi sekiz ülkenin sınırlı bir alanda değerlendirildiği makaleler, kendi tarihlerini olumsuz yönleriyle de anlatabilmesi ve geçmişin gurur duyulmayan izleriyle nasıl başa çıkıldığını görebilmek açısından da önemli. Bu kadar kısa makalelerde ülkelerin ve kimliklerin ‘derin tarihini’ anlatabilmek mümkün değil haliyle ama Furtado’nun da söylediği gibi kendi geçmişini kendi sözleriyle anlatan insanlara da gerçekten ihtiyacımız var. Aksi takdirde ‘resmi tarihten’ devşirilmiş uyduruk hikayelerle ‘ecdad masalları’ dinlemeye mecbur bırakılıyoruz.

‘İmparatorluğunu Kaybetmiş Ülke: Türkiye’

Peki, kültürel farklılıkları ve kimlikleri anlamaya, hissetmeye çalışan okurun itiraz hakkı yok mudur? Elbet vardır. Dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturan bu ülkeler arasında olgun demokrasilerden dinsel otokrasilere ve tek partili devletlere; çoğunlukla savaş halinde olanlardan savaştan kaçınanlara; liberal bilim ve geleneklerine sahip ülkelerden, resmi çizgiye uymayan tarihçilerin hapse atıldığı ülkelere kadar uzanan geniş bir alan var.

Doğrusu ben Türkiye’yi bu anlamda belli bir başlığın altına sığdıramadım. Malum buradaki siyasi iklimin belirsizliği ‘özeldir’. Hal böyleyken potansiyel muhalif okurun, neyin nasıl söylendiğini anlama çabası daha önemli. Makaleleri yayına hazırlayan Furtado’nun, dünyanın en sorunlu bölgelerinin tarihsel ihtilafların olduğu yerler gerçeğini hatırlatmasından sonra yerinde bir saptaması var: “Ötekinin tarihi ihtiraslarını takdir etmemek, barış inşa etme çabası için ölümcül olabilir”. Bugün çözüm sürecinde yaşananların görünmeyen düğümü aslında bu gerçekte saklı değil mi?

‘İmparatorluğunu Kaybetmiş Ülke’; Türkiye’ başlığı, bilinenlere rağmen anlatımıyla ve bakışıyla tarihini merak eden ama kitaplar devirmekten sıkılan ‘üşengeç okurlara’ derli toplu bilgiler sunuyor mesela. Hali hazırda Cambridge’de geç dönem Osmanlı üzerine çalışan fikir tarihçisi Murat Şiviloğlu, makalesinde Avrupa’nın Osmanlı’yı algılayışındaki çarpıklık, Osmanlı taraftarlarıyla birlikte emsalsiz imparatorluk görüşünü savunmalarıyla ortaya çıkan ultra milliyetçi tarih yazımını, Cumhuriyetçilerin Osmanlı-İslam geçmişini reddedip ‘resmi tarih tezi’ni ortaya atmalarını, 80 sonrası Türk-İslam sentezinin yaratılması gibi kritik dönemeçleri anlatıyor. Düşüncelerine katılmasınız bile o bakışı kavramak için okumak önemli bence. Bugün siyasi oylara tedavül etmek için kışkırtılan kutuplaşmanın temelinde büyük ölçüde tarihsel gerçekleri reddetmek ve saptırmak da var.

Üstelik bunu sadece biz yapmıyoruz. ‘Antik ihtişam ile modern dünya arasında sıkışıp kalmış Yunanistan’ı, ‘Müptela istimrarcının gölgesindeki İrlanda’yı, Tarihsizliği seçen ülke Amerika’yı, Kurgulanmış büyük devlet Büyük Britanya’yı, Katolik güç, demokrasi ve geçmişin başarısızlığı İtalya’yı ve diğer ülkelerin tarihini ve kimlik oluşumlarının kısa tarihçeleri, bu tuzağın everensel olduğunu da söylüyor. Bu derlemede, yazarların dayatılan ezberlenmiş tarihe dışarıdan bakma yöntemleri de görülüyor ki bu en az kitabın içeriği kadar kıymetli.

Levent Yılmaz, Dostoyevski’nin ‘geçmişi temize çekmek için çabalarken delirmek ya da reddetme’ meselesini anlattığı hikayesi ‘Bir Yufka Yürekli’ yi hatırlattıktan sonra soruyordu: “’Şimdi’yi yücelten bütün Batı toplumları, temelde bilinmez olan geleceği düşünmenin, ‘şimdi’yi değiştirmenin, kendilerinin varoluş meselesi olduğunu unuttular mı?”.

Kendi geçmişlerine farklı bakan tarihçiler, ‘Ülkelerin Tarihleri’nde o esas varoluş meselesini unutmamayı deniyorlar sanki. Nehrin doğduğu ve denize karıştığı yeri bilmek yetmez bazen. Rivayetler hep muhteliftir tarihin akışında. Onu hakkıyla izleyebilmek için durakları, sapakları, akışın tıkandığı yerleri, kirlenmenin ve yavaşlamanın sebeplerini de coşkulu çağıltılarıyla beraber görebilmek lazım. Zafer, gurur, kibir, kahramanlık hikayeleri, geçmişi, ‘şimdiyi’ ve geleceği yeni bir bakışla tasavvur etmeye yetmiyor çünkü.