Türkiye “Sol” Hareketlerindeki Milliyetçi Virüs – 1

[ A+ ] /[ A- ]

Sait ÇETİNOĞLU
Koxuz.Org

“Acı gerçek,… ‘bizi yükselten’ yalandan daha yararlıdır”
V.İ.Lenin

Bu yazı Türkiye sol hareketinin tahlilinden ziyade, yazının seyri içinde Türkiye sol’una (Türk “solu” demek daha doğru olur) ve zaaflarına değinilmekle birlikte, Türkiye sol hareketinin bir parçası olan fakat unutulan yada unutturulan bu coğrafyanın kadim halklarının sol hareketlerine özelliklede Ermeni devrimci hareketine odaklanmıştır. Amacımız bu coğrafyadaki Sosyalist Hareketlerin TKP öncesine denk gelen tarihine değinerek unutulan sosyalist önderlerini hatırlatmaktır.

Osmanlı unsurlarının Bilimsel sosyalimle karşılaşmaları

19.yy’da Avrupa’da Marx’ın deyimiyle bir komünizm heyulası dolaşırken Osmanlı toprakları da bundan azade olamazdı. Avrupa’daki gelişmeler Osmanlı gazetelerinde geniş bir şekilde yer almaktadır. Avrupa politikasının anlaşılması bakımından yayınlanan bu yazılarda Dolaylı olarak da olsa Marx’ın hayaleti Osmanlı coğrafyasındadır. Ancak Müslüman-Türkler arasında okuryazarlık oranının düşüklüğü nedeniyle bu haberlerin tamamıyla yönetici sınıfın bilgilenmesine yönelik olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz: 1871 tarihli Hakayik-ul Vakayi’nin 9 Şubat sayısında Fransız-Alman Savaşı’na ilişkin bir habere Karl Marx imzalı Alman başbakanı Bismarck’ın Fransa’ya karşı izlediği politikayla bütün Avrupa’da özgürlüğü boğduğunu ifade ederek Bismarck’ı eleştiren bir yazı eklenmiştir. Kerim Sadi bu yayınla ilgili olarak “Marx imzasiyle Demir Başvekile yapılan bu yaylım ateş de gös­teriyor ki, bundan 94 yıl önce, -Daily News gibi sütunlarını hür dü­şüncelere açan İngiliz gazetelerinden aktarma yazılarla- gazetelerimizde, cumhuriyet ve hürriyet fikirleri serbestçe savunuluyordu; çevirme yoliyle, mudlakiyete ve despotizmi temsil edenlere karşı savaşılıyordu.” Demektedir. Avrupa’daki devrimci harekete ilgi duyulduğundan değil, bir şeyin farkında olmadan yayınlanan yazılarla Osmanlı okurları –okur yazar olanlar- dolaylı yoldan da olsa Sosyalizmle tanışmaktadır. Aynı yıl, beş altı ay aralıkla Karl Marx ismi, Karl Marx ve Karlo Marn şekliyle karşımıza çıkıyor. Kari Marx’ı Karlo Marn biçimine sokan Terakki gazetesi, Marx’ın 1871 Paris Komünü ile ilgili bir mektubunu sunarken; onu Enter­nasyonal adındaki asiler şirketinin başkanı olarak takdim etmeyi de unutmaz:

“Enternasyonal nâm ussât Şirketinin Reisi bulunan Karlo Marn nâm şâhsın Berlin’den bir ahbabına yazdığı mektubun bir sureti Pari Jurnal nâm gazetede mûnderiç olup bazı fıkarât-ı garibeyi hâvi olduğundan hulasaten nakil ve terceme eyledik.”

1871 yılındaki gazeteler doğaldır ki Avrupa politikasını izlerken Paris Komününe de kayıtsız kalamazlar. 1871 Paris Komünü de gazete sayfalarında yer alır. Takvim-i Vakayi’de 1871 Paris Komünü ile Birinci Enternasyonal’dan bahseden yazılar oldukça büyük bir yekûn tutmakta; ve -ayrı bir in­celeme konusu teşkil edecek kadar- önem taşımaktadır. Matbaa-i Amire’de basılan Takvim-i Vakayi, bilindiği gibi, Devletin resmî gazetesi idi: “Cerîde-i resmiye-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye.” Takvim-i Vakayi, 3 Muharremülharam 1289 tarihli ve 1463 numaralı sayısında, Fesat Cemiyeti olarak kabul ettiği Enternasyonal’e yüklen­mekte ve, Millet Meclisi’ne sunulan projeyi yedi madde halinde ak­tarmaktadır. Görüldüğü gibi resmi gazete de kayıtsız kalamamaktadır. Ancak bu ilgi Osmanlı yöneticilerine verilen bir bilgi notu olarak algılanmalıdır. Efkarı umumiyeyi ilgilendiren bir mesele değildir.

1871 Paris Komünü sonrasındaki Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yayımlanan Türkçe gazetelere göz attığımızda, Sadrıâzam Âli Paşanın kalemiyle Enternasyonale hücum edildiği gibi, şu veya bu sebeple, onu korumayı üstüne alanların da çıktığını gö­rüyoruz. Sadrazam Ali Paşanın siyasi muarızlarından Namık Kemal’in imzasıyla Paris Komününün savunulduğu ibret gaze­tesinde, Enternasyonal’in de savunulmasına şahit olunmaktadır. Ancak bu Savunma Kemal’in Komünü anladığı, komünden etkilendiği anlamına gelmez. Komün döneminde Paris’te bulunan Türkler, olaylardan bir şey anlamamışlardır. Mete Tunçay, Paris komünü örneğinin Osmanlı gazetelerindeki yansımasının ilginçliğine işaret eder: “Bu bakımdan bir 1870 Paris Komünü örneğinin bile, solcu muhtevasına nüfuz edilmeksizin, siyasî hürriyet terimleriyle görülmüş olması, ilgi çe­kici bir olaydır.” Komün Kemal tarafından siyasi muarızlarına karşı bir araç olarak kullanılmıştır. Gazetenin yazarlarından Nuri Bey, Komün üzerine açılan tartışmalardan birini ihtiva eden sayıda, Batı’daki kapitalist-işçi savaşına dokunduktan sonra, grevleri de haklı göstermiş ve Enternasyonali tanıtmağa çalışmıştır. İbret’in Komüne ilişkin yazılarından Kerim Sadi söz eder:

Nuri Bey’in makalesi Medeniyet başlığını taşıyor. Muharrir, bu makalesinde, Enternasyonal’in, cehil yüzünden, memleketçe tanın­madığını söylüyor; ve, bu Cemiyetin maksadını izaha gayret ediyor:

“Enternasyonal namiyle maruf olan Cemiyet ki Avrupa’nın bazı mahallerinde garazen burada ise cehlen asayiş-i umûmîyi ihlâle saî bir heyet bilinmiştir. İşte o cemiyetin maksadı sırf medeniyetten murad olunan neticeyi hâsıl etmektir.

Bu cemiyetin maksadının husulünü tesrî için esbapta bazı şiddet göstermesinden korkuluyor. Vakıa bu suret muhtemeldir. Fakat şimdiye kadar göstermedi, ileride gösterirse kullandığı vesait takbih olunur. Lâkin yine maksadını talisine mecburuz.

“Bir memleket şimendiferler, yollar, caddeler, gazlar, tiyatrolar, çalgılı kahveler, bunlar gibi zevk ve ihtiyaca müteallik ne kadar esbabı cami olursa olsun mademki herkes orada sa’y nisbetinde müstefit olmak bakımından mahrumdur, orada sahihen medeniyetin vücudu nasıl tasavvur olunabilir?”

Avrupa’nın hemen her tarafından amele güruhu yürekler dayanamıyacak bir haldedir. Bir fabrikacı mâlik olduğu sermayesi kuvvetiyle birkaç bin kişiyi esir gibi kullanıyor. Gördükleri işin onda birine mukabil olacak derecede bile ücret vermiyor. Öyleyse niçin çalışıyorlar? Ya ne yapsınlar? Ameleden biri ücretin kılletinden dolayı bir fabrikayı ter-kettiği takdirde başka fabrikaya kabul olunmaması için fabrikacıların ittifakı var.”

Ya amele niçin öyle bir ittifak etmiyorlar? Evet, işte Enternasyonal Cemiyeti o ittifakı tavsiye ediyor. Ve hîn-i vukuunda icap eden muavenet-i nakdiyede de asla kusur etmiyor. Bunun üzerinedir ki ekser mahallerde amele bil’ittifak işlerini tatil ediyorlar. Ve fabrikacıları bir dereceye kadar eskisi gibi suret-i gayr-i meşruada müstefit olmadan mahrum bırakıyorlar.”Şunu da derhal söylemek gerekir ki, makale yazarı, kapitalist dünyasının tenkidini ve Enternasyonal’in savunmasını, Müslüman Osmanlı sıfatiyle ve İslamcı açıdan yapmıştı. Yani, omuzunda îtti-had-ı İslâm bayrağiyle ve sömürülen islâm ülkelerinin derin bir uykudan sonra gözlerini ovuşturmağa başlıyan burjuvazisi adına konuşuyordu. Filvaki, başta Kemal Bey olmak üzere, ibret gazetesini çıkaranlara göre, İslâm birliği mukaddes bir fikirdi; ve İbretçiler bu birliği özliyen hamiyyet sahiplerinin önüne düşmekle övünüyorlardı. Bu sebeptendir ki, makale yazarı, Batı medeniyetinin aksaklıklarını göstermek için işçinin yoksulluğunu ele alıyor; ve bu vesile ile de -cebir ve şiddete başvurmamak yani zor kullanmamak gibi ihtirazi bir kayıt­la-, Birinci Enternasyonal’i alkışlıyor. Bundan sonra da, inandığı tezi ileri sürecektir: Batı’nın arayıp bulamadığı uygarlık İslâmiyette vardır.: “Medeniyetin zikrolunan tarifine İslamiyetin ahkamı tamamiyle muvakıf olduğundan eslafta Müslümanlar her milletten ziyade mütemeddin oldukları gibi asrımızda dahi milel-i mevcudeye bu bapta tekaddüm kabiliyetine maliktirler… Biz ki Müslümanlarız şeriata tevfikan maddi ve manevi asayişi mucip olacak ittihadımızın husulüne sa’y ediyoruz. Biz ki Müslümanlarız, Avrupalıların arayıp bulamadığı medeniyetin İslamiyette mevcut olduğunu göstermeğe cehd ediyoruz…”

Kerim Sadi’den yaptığımız uzun alıntıdan görüldüğü gibi komünden söz edilmesi araçsaldır. Şerif Mardin, bu körlüğü yada ilgisizliği şu sözlerle açıklar. “Öncelikle, Türkiye yakın zamanlara kadar Marksist fi­kirlerin kök salamadıkları ve Marksist partilerin köprübaşı oluşturamadıkları bir ülke olarak tanınıyordu. Türk Marksizminin teorisyenleri, muhtemelen tüm dünyadaki Marksist teoriye katkıda bulunanların en yetersizleriydiler. Bu kavra­yış eksikliğinin, endüstriyel alt yapı yokluğuyla hiçbir ilişiği yokmuş gibi görünüyor. Yüzyılın başlarında, ömürlerinin on-beş yılından fazlasını Londra, Paris ve Cenevre’de Abdülhamid’e muhalefetle geçiren Jön Türkler’in hiçbiri, ister yayın­larında, isterse bilinen mektuplaşmalarında olsun, bir kere bile Marx’a atıfta bulunmayışları, Türk siyasî düşünce tari­hinin çarpıcı bir özelliğidir. Bununla birlikte, Marx’ın böylesi bir ihmali, I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da bulunmuş Japon ya da Çin entelektüellerinin bir karakteristiği değil­di. Şerif Mardin Marxizm’den bu denli uzak durmanın gerekçesini Marxizmin statükoyu bozucu niteliklerinde bulmaktadır. Gerçekten Osmanlı olsun devamı Kemalist aydınların temel kaygusu statükonun devamına ilişkindir. “Marksizmin Türklere böylesine tatsız gelmesinin sebeple­rine dair bir ipucu, Türkiye’de komünizmin aforoz edildiği dönemlerde, Kemalist yönetimin ileri sürdüğü gerekçelerde bulunabilir. Saldırının dayandığı ana fikir, Marksizmin sınıf çatışması teorisine dayanan zararlı bir doktrin olduğuydu.”

İmparatorluktaki diğer etnik unsurların sol gruplarına baktığımızda, Müslüman – Türk unsurlarda olduğunu gördüğümüz statükonun iz düşümü bu unsurlarda yoktur. Bir burjuvazi ve çağdaş terimlerle düşünebilen bir inteligentsia yaratmış olduğu söyleyebileceğimiz topluluklar, Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler ve Selanik Yahudileriydi. Milliyet ve sosyalizm gibi yeni fikirler imparatorluğa Avrupa’dan sızıyordu ve Gayrimüslim unsurların Avrupa’yla daha yakın ilişkileri Osmanlı İmparatorluğuna sosyalizmin sokulmasında yaşamsal rol oynadıkları kesin bir biçimde göstermektedir. Müslüman –Türk toplumunun durağanlığının aksine Etnik unsurlarda toplusal tabakalaşmanın Müslümanlarınkinden daha belirgin olduğunu vurgulayarak. Bu tabakalaşmanın da bu unsurların bilincini etkilediğini ve sosyalist bilincin bu unsurlarda daha kolay filizlenip özümsendiğini belirtelim. Engels’in, Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce baskısına yazdığı 20 Ocak 1888 tarihli önsözündeki: “Bundan birkaç ay önce İstanbul’da yayınlanması beklenen [Komünist Manifesto’nun] Ermenice çevirisi, bana söylendiğine göre , yayıncı Marx’ın adını taşıyan bir kitap yayınlamaktan korktuğu, çevirmen de kitabı kendi eseri gibi göstermeye yanaşmadığı için gün yüzüne çıkamamıştır” sözlerinden Manifestonun 1887 tarihinde Ermenice’ye çevrildiğini anlıyoruz. Ermeniler çok erken sayılabilecek bir dönemde Marxizm’e ilgi duymuşlardır.

Türk “solu”nun kaynağı ve TKP üzerine kısa bir projeksiyon

Bilindiği gibi bütün sol ve sosyalizm iddialı gruplar ve partiler, milatlarını Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşuna dayandırır ve kurucu olarak da Karadeniz’de trajik bir şekilde hayatı sonlandırılan Mustafa Suphi öne çıkarılır. Ondan önceki Sosyalist hareketler ve sosyalist militanlar hatırlanmaz. Türk milliyetçisi İttihatçı rejimin Anadolu’da yeniden tesisinin mücadelesi olan Kurtuluş Savaşı’na destek olmak için Anadolu’ya gelirken katledilen Mustafa Suphi’nin bu tavrı başlı başına “sol” hareketin Kemalizm’e teslim olmasıyla sonuçlanacaktır. Trajik ölümün, Mustafa Suphi’nin ideolojik yetersizliğinin ve Partinin zaaflarının üstünü örtmesi, bu yetersizlik ve zaafların tartışılmaması, tartışma geleneğinin oluşmaması ve özeleştiri mekanizmasının gelişmemesi, zaafların gelenek olarak günümüze taşınmasını neden olmuş ve yanlışlıklar zinciri ile yanlış ideolojik hat pekiştirilmiştir. Kırmızı yanlışlara dokunulmamıştır.

TKP Anadolu Hareketini yanlış tahlil etmiştir. Eylül 1920 deki bir raporda “ Mustafa Kemal Paşa ile Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın verdiği bilgilere göre, hükümet ve ordu çevrelerinde bolşevizme karşı duyulan tasvip ve sempati duygusu artmış bulunuyor ve hatta isyan hareketinin kimi üst düzey yöneticileri komünist olmak istemektedir” sözleri partinin gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Parti bu görüntünün Sovyetlerden yardım alma amacıyla verildiğini anlayamamaktadır. Parti, İttihatçılığı ve Kemalistlerin İttihatçı geçmişini unutmuştur. TKP, Ethem Bey hareketinin karşısında Ankara’nın yanındadır. TKP, Ethem Bey’le arasında derin bir mesafe koyar: “[B]izler Ethem’in ve yandaşlarının Batı Cephesi’nde, Anadolu Cephesi’nde devrimci Anadolu hükümetine karşı çılgınca, anarşik çıkışını lanetliyoruz. Anadolu’daki devrimci hareketin destekçileri olarak bizlerin bu gibi şahıslarla hiçbir ilişkisi ve hiçbir ortak yanı olmamıştır ve olamaz.” Görüldüğü gibi Kemalistlerin iktidar mücadelesine devrimci nitelik atfedilmiştir.

Kemalizm’in, “sol” tandanslı eski teslimiyetçi TKP unsurlarınca kurumsallaştırılması da ayrı bir etkendir. Sonuçta İttihatçı rejimin Anadolu’da yeniden tesisi Kurtuluş Savaşı olarak algılanacaktır.(Mustafa Kemal bile başlangıçtaki kurtuluş savaşından söz etmez, önüne koyduğu bir Türk-Yunan savaşıdır. Sivas mebusu Rasim Başara’ya kongre sırasında bu görüşünü ifade eder. Mustafa Kemal’in asıl kaygısı iktidarının tesisidir. Kurtuluş Savaşı efsanesi iktidarın meşrulaştırılması için sonradan geliştirilmiştir.) Dönemin ideolojik iklimini şekillendiren İttihatçılık, Mustafa Suphi ve arkadaşlarında da egemendir. Suphi ve arkadaşlarının kendilerini komünist olarak ifade etmeleri ittihatçı geçmişleriyle bir kopuşu yansıtmaz. Dolayısıyla, Parti her ne kadar Marxizm’den söz etse, dilinde bu jargonu kullansa da İttihatçı gelenekten gelen Mustafa Suphi ve diğer yöneticiler kendilerini milliyetçilikten arındıramamışlardır. Cilasun, TKP’nin bıraktığı belgelerden “TKP kadrolarının hakim ulus milliyetçiliğine karşı tavır almada bir hayli ayak sürüdüklerini göstermektedir” yargısına varmaktadır. Ayrıca TKP önderi Mustafa Suphi’nin Sultan Galiev’in etki alanının içinde olması ve Galiev’in proleter ulus kavramını özümsemesi bu algıda önemli bir etkendir. Bu etki alanı içerisinde milli mücadelenin niteliği anlamlandırılamamıştır. Bu durum devrimci harekete geleneksel bir zaaf olarak sirayet etmiş Kemalistlerin Anadolu’daki iktidar mücadelesi olan milli mücadeleyi anlamlandıramamaya, yanlış anlamaya sebep olmuş, hakikatin kadrolara ve kitlelere yanlış empoze edilmesi sonucu kitleler ve kadrolar yollarını şaşırmıştır. Bu gün kendilerini devrimci olarak niteleyen hareketlerin ideolojik sefaletinin arkasında bu gelenek yatmaktadır.

Tarihini unutan bir sosyalist hareketin değil kitlelerle bağ kurması kendini var etmesi düşünülemez. Bu bakımdan sosyalist hareket tarihini köklerini bilmek elzemdir. Bilmezse bugün olduğu gibi celladına aşık olma ihtimali yüksektir. Kapitalizme karşı olunmadan dolaşıma sokulan anti-emperyalizm de ayrı bir manipülasyon aracıdır. Bu yanlış bilinç uzun bir dönem Türkiye “sol” hareketini esir alarak Kemalizm’e yedekleyerek. Sosyalizmin enternasyonal karakteri unutularak, milliyetçi bir çizgi izleyecektir.

Devlet yanlısı “sol” ve şiddetin meşruluğu

Türkiye “sol”unun millici tavrı anlaşılmaz değildir. Osmanlı aydınının temel kaygılarının “Devletin bekasını temin” olması, Osmanlı aydınlarınca kurulan sol hareketlerinin de karakteristiğini belirler[1] ve bu hareketlerin temel zaafını oluşturur. Hiçbir Osmanlı aydını ve sosyalist hareketi bu yönden devleti karşısına almaz, dolayısıyla bu temel özellik Rus devrimcileriyle arasındaki en önemli temel ayrılığıdır[2]. Ki Rus devrimcileri önlerine devletin yıkılmasını koyarken Türk devrimcilerinin böyle bir kaygıları yoktur. Doğaları yada temel zaafları gereği devletin yanında yerlerini almaktan çekinmezler. Mustafa Suphi’nin tavrı da bundan azade değildir. Osmanlı paşalarının iktidarlarını güçlendirme operasyonuna destek olmak için hayatını Karadeniz’de noktalamıştır.

Ancak diğer etnik unsurların bünyesinde oluşan sol hareketler bu kaygıyı taşımadıklarından radikal karakterde ve ulusal sorunu da önlerine koyan niteliklerinden ötürü Müslüman-Türk etnik kökenli “sol” aydınlar yada bunların kontrolünde oluşturulan sol hareketlerden farklıdırlar ve farklı bir çizgi izlemişlerdir. Bu farklılık Osmanlı unsurları arasında işbirliğini geliştirmeyi önlediği gibi. Farklı etnik kökenli örgütlerin Osmanlı yurtseverliğinin hararetli savunuları olmaları da ciddiye alınmamış yabancı ajanı gözüyle bakılmışlardır. Yok sayılmanın bir gerekçesi de bu olsa gerektir.

“Devletin bekasını temin” geleneğinin yada zihniyetinin temsilcileri olarak “sol” hareketlerin devleti karşılarına alacak bir tavır geliştirmeleri düşünülemez. Diğer etnik kökenden gelen aydınların yada sol hareketlerin böyle bir kaygıları da yoktur. Üstelik bu gruplar Roza Luxemburg’un Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili düşüncelerine vakıf ve bu düşünceleri özümsemiş ve rehber edinmişlerdir. Roza, Osmanlı İmparatorluğunda ulusal savaşım sorununu incelemiş ve sosyal demokratların nasıl bir tutum benimsemeleri gerektiğini önermiştir. Vardığı sonuç şudur: “Türk yönetiminin hantallığı kapitalizmi bile üretmekte yetersiz olmuştur -nerede kaldı ki sonunda sosyalizmi türetebilsin; onun için, ne kadar çabuk yıkılır ve ulusal kurucu öğelerine ayrılırsa o kadar iyi olur- o zaman, bu geri bölge, tarih diyalektiğinin olağan sürecine katılabilecektir.” Roza Luxemburg’un tavrını bilen etnik unsurların sosyalistleri, kendi düşüncelerine meşruluk sağlayan bu görüşleri çekici bulup özümsemişlerdir.

Birinciler, devleti restore etmeyi kısa ve uzun programlarında önlerine koyarken. İkinciler son kertede özgürlüklerini Osmanlının yıkılışında görmektedirler. Bu tavır iki kesim arasındaki temel düşünce farklılığıdır. Bu bakımdan birincilerin Kemalizmin etki alanına girmesini kolaylaştırmışken. Diğer kesim ise 1. savaş sonrasında oluşan reel politik gereği bu coğrafyadan zor yöntemi kullanılarak tasfiye edilmiştir.

Bu bakımdan iki grubun farklı düzlemde ve farklı kulvarları tercih etmeleri aralarındaki işbirliğini neredeyse imkansız kılmıştır. Bu bakımdan Türk Solu diğerlerini görmez ve kendi resmi tarihine koymaz.

Ayrıca Ticaret yada sanayi burjuvazi temeli olmayan bürokratik burjuva temelli 1908 hareketi diğer etnik kökenli merkez kaç eğilimli hareketlere düşman olduğu gibi ötekileştireceği farklı burjuvazi için yeni bir terim geliştirecektir: “komprador”, oysa Müslüman-Türk burjuvazi çok istemesine rağmen böyle bir tarihsel fırsatı yakalayamadığı için batı penceresinden bakan bürokratik burjuvazi diğer batı penceresinden bakan etnik kökeni farklı burjuvaziyi zor kullanarak yok ettiği gibi bu unsurları da etnik temizlikten soykırıma varan bir yelpazedeki uygulamalarıyla yok etmiştir. Burada bir kez daha vurgulamakta yarar vardır ki; Kapitalist sistemi güçlendirmek yada Türk-Müslüman sermaye yaratma projesi olan devlet kapitalizminin yanında olup etnik kökeni farklı olan sermayeyi “Komprador” sayarak dışlamamın sol düşünceyle bir ilgisi yoktur. Olsa olsa kapitalizme bir başka açıdan yedeklenme olur.

İttihatçılar/Kemalistler, diğer etnik grupların radikal istemlerinin kendi iktidarlarını sarstığının farkındadırlar, bu tehlikenin farkında olanlar EDF ile işbirliğinde olduğu gibi bu hareketleri kontrol etmek etkilerini minimize etmek için ellerinden gelen çabanın azamisini sarf etmekten geri kalmazlar, nitekim EDF’nin ve diğer partilerin Soykırım sürecinde direnişi etkisizdir

Bu devletçi yapıdan dolayı içkin olan antidemokratik karakter aynı zamanda sol hareketlerin genel zaafını oluşturması bir başka tehlikeyi de beraberinde taşımaktadır: Devlet gibi davranmak, zor kullanmak, şiddeti özümsemek. Bu şiddeti birbirine uygulamak artık olağan sayılmaktadır. Bu pratik devlet geleneğinde yeterince vardır. İktidar için kardeş katli![3]

Resmi “sol” tarihte işçi hareketlerinden söz edilir lakin etnik kökeni farklı diye önderlerinden söz edilmez. Mürettibin cemiyetinin grevinden övgüyle söz edilerek bu grev olay Türkiye işçi hareketinin kilometre taşlarından biri olarak nitelenirken, bu grevin önderi Palu’lu Ermeni önderi Karekin Kozikyan’ dan (Yessalem)[4] söz edilmemesi Türkiye sol hareketinin içindeki Milliyetçi virüsünden, İttihatçı damarından kaynaklanmaktadır. İttihatçıların “sol” harekette kolayca yer almaları da anlaşılmazdır. 1915 Soykırımının baş aktörlerinden iki yüz bin Ermeni’nin katledilmesinden sorumlu Deyr Zor mutasarrıfı Salih Zeki (Zor) Divan-i Harp’te yargılanmaktan kurtulmak için gittiği Bakü’de TKP içinde kolayca yer bulabilmiş. Hatta Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal arasında irtibatı sağlayacak bir işleve kavuşabilmiştir. Bakü Doğu Halkları Kurultayında 1915’te Ermeni halkının başına gelenlerin Amerikalı enternasyonalist John Reed[5] dışında kimse tarafından dile getirilmemesi de bu etkenlerden kaynaklanmaktadır. TKP’nin Ermeni Sorununa bakışında İttihatçı söylemin dışına çıkamıştır. Ermeni Soykırımını mukatele olarak algılaması ve adlandırması sonucu olarak, Teşkilat-ı Mahsusa elemanı Salih Zeki gibilerle ilişkiyi mahzurlu görmez. Karabekir, Maçka’da kafileden ayırdıkları TKP elemanlarına ilişkin “Türkistan’daki hidmet-i mezküreleri hakkındaki müteaddit zevatın şahadetlerinie binaen… serbestiye mahzar” olduklarını kaydeder. TKP, Yanı başında Ermenistan yok edilirken de seyircidir. Ermenistan’da Taşnak’ların devrilmesini alkışlarken, Ermeni halkının katledilmesini görmez.

(Devamı Yarın…)