ABD’de ırk, sınıf ve polis şiddeti – Joseph Kishore

[ A+ ] /[ A- ]

Joseph KISHORE

Sendika.org

9 Ağustos’ta, silahsız genç Michael Brown Missouri Ferguson’da bir polis memuru tarafından vurularak öldürüldü. ABD’de bir başka polis cinayetinin daha yaşanması ve etki altında karar veren soruşturma kurulunun Brown’u vurarak ya da Eric Garner’ı geçen Temmuz ayında Staten Adası’nda boğarak öldüren memurunu suçlu bulmaması üzerine alevlendi ve olayın üzerinden haftalar hatta aylar geçmesine rağmen sadece daha da derinleşti.

Egemen sınıfın bu olaylara yanıtı iki şekilde oldu. Bir taraftan, gösterileri fırsat bilerek baskı aygıtlarını tahkim ettiler. Bunlar arasında Ferguson’da önlem amaçlı uygulanan olağanüstü hal ve Ulusal Muhafızlar’ın bölgede gösterilere karşı konuşlandırılması sayılabilir.

Bununla beraber, egemen elit kesim, görevi Brown ve Garner’ın ölümlerinin ve onları öldürenlerin salıverilmesinin ırkçılığın bir sonucu olduğunda ısrar etmek olan kimlik siyaseti uygulayıcılarını seferber ediyor. Amaçları, önemli sınıf sorunlarının üstünü örtmek ve ülke genelinde uygulanan baskı ve şiddetten sorumlu olan siyasal otoritenin kurumsal aygıtlarını güvenceye almak.

Obama, Black Entertainment Television’da bir röportajda göstericilere sempati duyuyormuş gibi görünerek “sabır” ve “kararlılık” gösterilmesinin önemine vurgu yaptı. “Irkçılığın kökü, toplumumuzda ve tarihimizde çok eskilere dayanmaktadır” diye de ekledi.

Ülkenin ilk Afro-Amerikan başkanı olması durumundan faydalanmaya çalışan Obama, “Bu,  kendim, Michelle, ailem ve tecrübelerim sebebiyle kişisel baktığım bir konu değil, bir başkan olarak ben bunu yüzleştiğimiz önemli bir sorun olarak görüyorum. Amerika, herkes eşit muamele gördüğünü hissettiği zaman başarılı olur” dedi.

Ayrıca, özellikle de Garner davasının sonucuyla ilgili olarak, “bize çoktan yapmış olmamız gereken bir konuşma için fırsat verdi” diye de ekledi.

Her zaman olduğu gibi, başkanın yorumları ikiyüzlülük ve kandırmaca doluydu. “Herkesin eşit muamele görmesi” konusundaki vaazlar, Wall Street’in iflasına neden olan dolandırıcıların ya da CIA’in ve Bush’un işkenceleri gerçekleştiren ve bunları görmezden gelen idarecilerinin hiçbir ceza almamasını sağlayan bir başkanın ağzından çıkıyordu.

Polis zulmü hakkında gösterilen sözde endişeye gelince, Obama, ülke genelindeki yerel polis güçlerine milyonlarca dolarlık askeri malzeme akıtan programlarda bir yavaşlama olmayacağını duyurarak safını netleştirdi.

Obama, kendini polis şiddetine karşı direnenlerin bir destekçisi gibi sunarak kökenini istismar ediyor. Bu çabası, kendini polis zulmüne karşı verilen her mücadelenin lideri olarak tayin eden multi-milyoner ve eski FBI itirafçısı Al Sharpton gibi, bir dizi bolca para yedirilen politik şarlatandan destek görüyor. Başkanla görüşen Sharpton, Washinton’da halkın polis şiddetine karşı olan öfkesini Kongre’ye ve Obama yönetimine başvurulması gibi zararsız kanallara yönlendirmeyi amaçlayan bir yürüyüş çağrısında bulundu.

Bu yapılan manevraları “sol” medyada yayımlanan bir dizi makale izledi. Bu makalelerde, Garner ve Brown’ın öldürülmesinin arkasındaki asıl mesele “beyaz üstünlüğü” (Bir Rolling Stone makalesine göre), “beyaz ayrıcalığı” ve ırksal baskılardı.

En çirkin yazılardan biri Rutgers Üniversitesi profesörü Brittney Cooper tarafından kaleme alındı ve Salon.com’da yayınlandı. “White America’s scary delusion: Why its sense of black humanity is so skewed,” (Beyaz Amerika’nın korkunç yanılgısı: Neden siyah insanlık anlayışı bu kadar çarpık) başlıklı yazısında Cooper, “beyazlık ideolojisinin özünde yatan şiddetten çıkar sağlayan beyaz halkın cehaleti ve empati eksikliği”ni ifşa ediyor.

Uluslararası Sosyalist Örgüt’te (ISO) ise ana hatlar yine aynı. ISO’dan Keeanga-Yamahtta Taylor “When racism wears a badge” (Üniformalı Irkçılık) başlıklı makalesinde “Siyah ve esmer toplulukları saran terörizm”den ve “Afro-amerikalıları fakirleştiren ve onları kriminalize eden” ırkçı sistemden bahsediyor. Taylor, “siyah”lara ve “Afro-amerikalı”lara 30 kereden fazla değinirken “sınıf” sözcüğü hiçbir yerde geçmiyor. Obama’ya gelince, ona da sadece ırk sorununa yeteri kadar odaklanmadığı için onu eleştirmek adına değiniliyor.

Bu insanların bir gündemi var, o da işçi sınıfı arasındaki ırksal farklılıkları kızıştırmak. Onlara göre, esas problem sınıf sömürüsüne ve baskısına dayanan ve ırk ayrımcılığının da bir yüzünü oluşturduğu kapitalizm değil, daha çok her nasılsa beyazların genetik kodlarına işlemiş olan siyah nefreti. Bu bağlamda, siyah demokratları ve burjuva müttefiklerini desteleyip bütün bir politik düzene karşı duran bağımsız ve birleşik bir işçi hareketine karşı çıkmak çok doğal.

Bu, polisin içinde konuşlanan daha gerici tabakalar arasında destek bulan ırkçılığın varlığının reddi gibi bir şey değil. Ancak, Brown’ı, Garner’ı ve diğer sayısız işçiyi ve genci hedef alan şiddet ırkla ilgili olmaktan çok toplumsal ve ekonomik sınıfla ilgili. Afro-amerikalılar orantısız bir şekilde polis cinayetlerinin hedefiyken, hala beyaz işçiler ve gençler polis mağdurlarının çoğunluğunu oluşturuyor. Genelde azınlık gençlerine yapılan zulmü görmezden gelenler siyah komiserler ve valiler – hatta başkanlar.

Demokrat Parti etrafındaki güçler Amerika’daki sosyal sınıflaşmanın temelini ırk kavramının oluşturduğunu ilan ettiklerinde sergiledikleri histeri sınırına yaklaşan bu ısrar, bu tarz politikaların itibarsızlaştırılmasıyla doğru orantılı ilerliyor –özellikle de Obama yönetimi deneyiminin bizzat kendisi tarafından.

Nation ve ISO tarafından 6 yıl önce “dönüştürücü aday”lığa yükseltilen Obama, tüm ırklardan işçilerin yaşam koşullarında tarihi bir tersine dönüşe başkanlık etti. Obama yönetiminin sözde “iyileşme”si: ABD’deki toplumsal eşitsizlik Wall Street’e aktarılan büyük çaptaki servet sayesinde 1930’lardaki Büyük Depresyon’dan bu yana en yüksek seviyelerde.

Büyük çoğunluğun yaşam standartlarında düşüş yaşaması ve küçük bir elit kesimin pozitif ayrımcılık, siyasal ve kurumsal düzene katılma gibi yollarla zenginleşmesiyle Afro-amerikalılarda ve diğer etnik azınlıklarda toplumsal kutuplaşma arttı. Obama, aslında bu yozlaşmış ve gerici toplumsal katmanın cisimleşmiş halini temsil ediyor.

Büyük bir çoğunluğu Afro-amerikalılardan oluşan Detroit’te, Obama yönetimiyle yakın çalışan bir olağanüstü hal yöneticisi, mali aristokrasi yararına çalışanların ve emeklilerin maaş ve sağlık yardımlarında önemli kesintilere giderek şehrin soyulmasında aktif rol aldı. Tüm işçi sınıfının maaşlarında, özellikle de sanayi işçilerinin maaşlarında düşüş oldu. Devlet okullarına ve toplumsal altyapıya bıkmadan saldırıldı.

Bütün bunların halkın bilinci üzerinde etkisi oldu ve devlet politikasını belirleyenin ırk değil sınıf olduğu anlayışını teşvik etti. Son 40 yıldır ABD’de burjuva yönetimin dayanak noktası olan kimlik politikaları ağır bir darbe aldı. Jesse Jackson ve Al Sharpton gibilerden ve kökleri kimlik politikalarında olan ve üst orta sınıfın zengin katmanlarını temel alan siyasal örgüt çevrelerinden gittikçe nefret edilmeye başlandı.

ABD’de polis şiddetinin tırmanmasının ardındaki itici güç sınıf savaşı. Dışarıdaki emperyalist savaşın ve evdeki sosyal karşıdevrimin bir karışımı, politik karşılığını ABD’de toplumsal ve siyasal muhalefete karşı hiç olmadığı kadar açık bir şekilde yöneltilen polis devleti aygıtları inşasında buluyor.

Devlet şiddetinin ve zulmünün asıl nedeni, mali aristokrasi ve işçi sınıfı arasındaki mücadele. Aynı mücadele, bu zulme son verebilecek bir hareketin nesnel temellerini atıyor: kapitalizme ve onun siyasal arenadaki savunucularına karşı bağımsız ve birleşik bir işçi sınıfı hareketi.