Adlandırılamayan Türkiye

[ A+ ] /[ A- ]

norşin

Arus YUMUL
Star Gazetesi

Cumhurbaşkanı Gül’ün Norşin, Başbakan Erdoğan’ın Potemya demesi üzerine MHP lideri Bahçeli veryansın etti. Kürt açılımı dolayısıyla gündeme gelen yer adlarının değiştirilmesi, Cumhuriyetle yaşıt milliyetçi sembolik evrenimizle ilgili bir konu. Prof. Arus Yumul “Yer adları sadece bizlere coğrafi anlamda yön duygusu vermekle kalmaz, bir topluluğun sembolik evrenine işaret ederek, mekanı iktidarın meşrulaştırıcı yapılarına eklemler. Yerleşim yerlerinin adlarını değiştirmek suretiyle rejimin meşrulaştırıcı sembolleri, geçmiş, bugün ve gelecek tahayyülleri gündelik hayatın dokusuna işlenir ve bu suretle mekan siyasallaşır” diyor

Eski Ahit’te ‘Yaratmak’ kadar ‘Adlandırma’ iktidarı da Tanrı’ya aittir: “Tanrı, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu (Yaratılış, 1:3). Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı (1:4). Işığa ‘Gündüz’, karanlığa ‘Gece’ adını verdi (1:5).”

Ancak adlandırma iktidarı daha sonra Adem’e geçer: “Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı (Yaratılış 2: 19). Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu (2: 20).”
Artık Tanrı adlandırma iktidarını Adem’e, yani erkeğe vermiştir. İnsanlığın babası Adem sembolik yasayı temsil eden kural koyucu, yasaklayıcı Büyük Öteki’nin yani Baba’nın Adı’na hareket etmekte, O’nun yarattıklarını adlandırmaktadır. Adlandırılanlar Babanın Yasası’na tabii olacaklarıdır. Adlandıran iki çehreli ilah Janus’un bakışı gibi adlandırılanın kimliğini tanıyan, müşfik, koruyucu bir tutum da sergileyebilir, tehdit edici gözdağı verici reddedici bir duruşu, düşmanca bir tutumu da benimseyebilir. Her iki durumda da iktidarı aşikardır: Kimliği yaratan tanınmayı bahşetmek veya bahşetmemek mutlak iktidara işaret etmektedir.

Katıldığım bir toplantıda genç bir Ermeni yaşadığı mekanla olan ilişkisini şu sözlerle anlatmıştı: “Kurtuluş’da oturuyorum, evim Ergenekon Mahallesi, Türkbey Sokak’ta. Oy vermeye Talat Paşa okuluna gidiyorum.” Kurtuluş, ya da eski adıyla Tatavla, önce Rumların sonra Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bir semt. Buradaki yer adı değişikliklerinin, adlandırmaların ardında yatan saikin ülkedeki yer adlarının millileştirilmesi veya dil milliyetçiliğiyle açıklanamayacağı açıktır. Zira seçilen adlar çok daha derin sembolik anlamlar taşımaktadır.

Sembolik evrenimiz

“Türkiye toplumu felsefede nominalizm, sanatta sembolizm ‘mesleklerine’ mensuptur. Bunların her ikisi de, gerçekte ‘resmi’ olma kararlılığının sonucudur” diyor Murat Belge (Radikal, 29.02.2008). Milliyetçi bir sembolik evren yaratmanın yollarından biri de yer adlarını değiştirmektir. Yer adları sadece bizlere coğrafi anlamda yön duygusu vermekle kalmaz, bir topluluğun sembolik evrenine işaret ederek, mekanı iktidarın meşrulaştırıcı yapılarına eklemler. Bir şeye, bir yere isim vermek onu kendine mal etmektir.

Yerleşim yerlerinin adlarını değiştirmek suretiyle rejimin meşrulaştırıcı sembolleri, geçmiş, bugün ve gelecek tahayyülleri gündelik hayatın dokusuna işlenir ve bu suretle mekan siyasallaşır. Çocuğun yaşadığı yerin adını, tarihini folklorunu öğrenirken bunların yerel veya etnik değil, milli özünü takdir etmesi beklenir.

Bu hedefe ulaşmada haritalar da önemli işlevler yerine getirirler. Dondurulmuş mekansal tarihlere dayanan yer adları ve hudutlar üzerinde temellenen modern haritacılık biliminin en başat özelliklerinden birisi kuşkusuz tarih-dışılığıdır. Tarihsel ve siyasi dinamiklerin yerini statik geometrilere, ezeli ve ebedi hudut algılamalarına ve yerleşim adlarına bıraktığı Rönesans sonrası modern haritaların temsil ettiği dünya durağan bir dünyadır.

Muhayyel bir nizam ve intizamın ifadesi olan söz konusu haritalar, düzeni sağlama sürecine eşlik eden şiddet, baskı ve tahakkümü görünmez kılmakla kalmaz, alternatif mekansal tarihleri ve o mekanlarda yaşamış farklı kimlikleri egemen kimliğin mührüyle damgalayıp, üst kodlamak suretiyle yok sayar. Haritalar temsil ettikleri coğrafyaların oluşumundaki toplumsal veya siyasal boyutları gizemleştirerek, tarihsel olanı doğallaştırarak Roland Barthes’ın terminolojisiyle söyleyecek olursak, birer “mit” işlevi görürler.

Bölücü hayvan adları!

Birlik, bütünlük ve uyum adına yeniden kurgulanan bu sembolik evrenin iç tutarlılığının sağlanabilmesi için dışarıda bırakılanlar sembolik bir sürgüne gönderilerek, zoraki bir unutulmaya terk edilir. Bu suretle egemen belleğe aykırı düşen öznellikler zapt-u-rapt altına alınır. Türkiye örneğinde bu zapt-u-rapt altına almanın sadece yer ve kişi adlarını kapsamadığı hayvanlara kadar uzandığını geçtiğimiz yıllarda gördük. Hatırlanacağı üzere 2005 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı “Türkiye’nin üniter yapısını bozucu, kasıtlı adlandırma yapıldığı” gerekçesiyle, içinde Kürdistan ve Ermeni kelimeleri geçen, uluslararası literatürde ‘Vulpes vulpes kurdistanica’ ve ‘Ovis armeniana’ olarak bilinen hayvanların adlarını değiştirdiğini açıklamış; BakanlığınDoğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü Prof. Dr. Mustafa Kemal Yalınkılıç ise “Türkiye üzerine çeşitli oyunlar oynanıyor. Bu isimleri, burada Kürt vardı, Ermeni vardı yargısı uyandırmak için özellikle kullanıyorlar” (http://www.haberler.com/haberf.asp?haber=123341) diyerek “bölücü hayvan” operasyonunu ülke çıkarlarını korumak adına savunmuştu. Böylece kimlik tartışmalarına hayvanlar da dahil edilmişti.

‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımı

Süreç Mehmet Yaşın’ın Soydaşınız Balık Burcu’nda anlattığı bir çocuğun gözünden tüm olgu ve varlıkları sınıflandırarak anlamlandırma çabasını çağrıştırıyordu: “Giderek sadece insanları değil, ama her şeyi Rum-Türk diye ayırmaya başladım. Örneğin karşıdaki uzak dağlar ile denizin soldaki bölümü Rum’du. Oradaki ağaçlar, bulutlar, arabalar hep Rum’du. Bazen oralardan ‘Rum kuşlar’ gelirdi. Tıpkı Türk kuşlarına benziyorlardı, ama herhalde başka dilde “cik cik cik’ yapıyorlardı. Onları hiç sevmiyordum. Çünkü Rum’dular.” Çocuk artık Jacques Lacan’ın “özne-ben”in bir serabından ibaret olan “ayna evresi”ndeki imgesel düzlemden, simgesel düzleme geçmektedir.

Önce ötekini tanımış, bir imgeyle özdeşleşmiştir. “Oysa daha birkaç ay öncesine kadar Eleni teyzelerin Rum bizim de Türk olduğumuzu bilmiyordum. Yapabildiğim tek ayrım ‘Eleni teyzelerin konuştuğu dil’ ve ‘annemlerin konuştuğu dil’ biçimindeydi. Bu ayrı dilleri de sırf canları öyle istedikleri için konuştuklarını sanıyordum.”

Zira henüz dile sahip olmayan çocuk imgesel düzlemdedir, bu yüzden gerçeği imgelere hapsetse de onları adlandırmaya çalışmaz; anlamak için kategorilere, ikili karşıtlıklara baş vurmaz. Dünya hala parçalanmamıştır, bütünlüğünü korumaktadır. Hala insanları “Rum-Türk” diye ayırmaz. Ancak dilin simgesel düzenine girdiği anda kültürel düzene dahil olur; gerçeği simgesel düzenin dayattığı metaforlar zinciri içinde algılamaya başlar. Kelimeler özneyi tutsak alır, simgesel imgeseli bastırır. Artık insanları “Rum-Türk” diye ayırmayı öğrenir: “Komşularımızın çoğunun Rum, bizimse Türk olduğumuz bilgisi büyülü bir şeydi. İnanılmaz, tuhaf, müthiş bir keşif! Meğer hepimiz aynı değilmişiz, biz başka (Türk) onlarsa başka (Rum) kimselermiş! Bu gerçeküstü keşfin gizemi bana, gerçek diye görünen şeylerin altında saklı duran bir asıl ‘gerçekaltı’ bulunduğu duygusunu veriyordu.”

Türkçe’ye tahvil edilen adlar

Bu gerçekaltı da “millet” denilen şeydi. Çünkü millet olunca aynı şeyler, heyecan verici ve gizemli bir biçimde başka şeylere dönüşüyorlardı. “Türk kedileri milleti” ile “Rum kedileri milleti” ayrı ayrıydı. Çünkü millet hayatta aslolan şeydi ve her şeyin bir milleti olması kaçınılmazdı. Simgesel düzen benzerlikten ziyade asla kavrayamayacağımız, yüzleşemeyeceğimiz bir farklılığın, hep Öteki olarak kalacak bir ötekiliğin alanıdır.

Öteki dili kuran sembolden yani iktidardan yoksun bırakıldığı için dil dünyasına girmesine izin verilmez. Onun dille ilişkisi olumsuz bir ilişki bir yoksunluktan ibarettir. Ya yok edilmeli ya da dilin dışında bırakılarak görünmez kılınmalıdır. Dilin dil ötesi gerçekliği ifade etmesi engellenmelidir.

Adlandırarak tanımlamak, adlandırılana kimlik empoze etmek, geçmişine ve geleceğine el koymak, mekanı ve zamanı Ötekinden arındırmak, unutma/unutturma siyaseti üzerine kurulmuş, saflık iddiaları ile bezenmiş milliyetçi pratikler bizzat değiştirilen adların kendileri tarafından bozguna uğratılıyor. Toplumsal hafızanın denetçileri tarafından saflık/millilik adına “Türkçe’ye tahvil edilen” adların birçoğu -İstanbul dahil- hep başka isimlerin izlerini taşıyor; kurumsallaşmış egemen belleğin tek dilli anlatılarına meydan okuyor. 1936 yılında adı Ermeni Barı’ndan Atabarı’na değiştirilen Artvin halk oyununun adının gösterdiği gibi yaşadığımız coğrafya kadar bu coğrafyada üretilen kültür, bizleri tek bir kimliğe bağlayan ve kendi hükmü altına alan bir özden ziyade aşama aşama, çok çeşitli ve birbirinden farklı parçaların bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bar kelimesi Ermenice ve oynamak, dans etmek anlamına geliyor.