Alman Militarizmi ve İttihat-Terakki Suç Ortaklığı

[ A+ ] /[ A- ]

Agos Gazetesi

Eski askeri hakim Dr. Ümit Kardaş, Zaman gazetesinde yayınlanan makalesinde “Alman Belgeleri Ermeni Soykırımı 1915-1916″ ismi ile Belge Yayınları’ndan çıkan kitabı konu alıyor. Kardaş; “Almanya’nın tarihinde bu tür utanç dönemlerine ilişkin özür dileme geleneği bulunmaktadır. Merkel ve Erdoğan’ın, dedelerinin yaptıkları mezalim ve katliamı birlikte kınamaları, kurbanların bir yerlerde sıkışmış ruhlarını güvercinlere dönüştürecektir.”

Der Spiegel Dergisi’nin dış haberler servisi şefi ve Spiegel-Buch editörü Wolfgang Gust, eşi Sigrid Gust ile birlikte yıllarca Ermenilerin 1915-6’da uğradıkları felaket ve yaşadıkları katliam ile ilgili olarak Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arşiv belgeleri üzerinde çalıştı. “Alman Belgeleri Ermeni Soykırımı 1915-1916” ismi ile Belge Yayınları’ndan çıkan kitap, 992 sayfa. 179 sayfası, belgelerin ve bazı ek kaynakların değerlendirilmesi ve yorumlanmasıyla ilgili olan kitabın geri kalan 813 sayfası belgelerden oluşuyor. İmha amacına yönelik tehcirin boyutları konusunda tanıklıklar içeren belgelerin ve bu trajedide o zamanki Alman yönetiminin rolünün ortaya konulması, kitabı çok önemli kılıyor.

Almanların Türkiye’ye ve dolayısıyla Ermenilere yönelik politikaları asıl güç merkezi olan Ordu En Üst Yönetimi tarafından belirleniyordu. Politik yönetim, sivillerden çok askerlerin elindeydi. İmparator II. Wilhelm bile bu politikaların belirlenmesinde çok etkili değildi. Almanya’nın otoriter bir rejime sahip olduğu ve Prusya militarizminin başat bir rol oynadığı açıktı. 1848’de Almanya’da Fransız Devrimi’nin ideallerinin gerçekleşmesine yönelik bir burjuva devrimi başarısızlıkla sonuçlanırken 2,8 milyon Alman, vatanlarını terk etti ve çoğunluğu Amerika’ya gitti. İnsan hakları kavramı, Alman dilinde yer almıyordu. Alman Akademi Dünyası’na göre Alman militarizmi olmadan Alman kültürü paramparça olurdu. Alman kültürü, militarizmin koruyuculuğuyla onun içinden çıkıp gelmişti. Sonuç olarak bu zihniyet Batı uygarlığına karşıttı. Bu nedenle Batı zihniyetli Ermeni elit tabakası, Almanlara karşı antipati besliyordu. Almanlar da Batı zihniyetli Ermenilerden hoşlanmıyorlardı. Alman propagandacısı ve Doğu Bürosu Müdürü Freiherr Max von Openheim, Alman Başbakan Rethmann Hollweg’e Şam’dan yazdığı raporda Amerikan ve İngiliz misyoner ve konsolosluk faaliyetlerini kışkırtıcı ve fesat olarak tanımlıyordu. Almanlar Ermenileri bu nedenlerle yedinci müttefik olarak telakki etmişlerdir.

Almanlar için, Bağdat demiryollarının sadece Bağdat’a kadar değil, İran Körfezi’ndeki Basra’ya kadar uzatılması, bölgenin Alman sömürgesi olarak “çıkar sahası” görülmesi, giderek ekonomik egemenliğin sağlanması hatta bölgenin ilhakı gibi amaçlar söz konusuydu. Öngörülen bu çıkar alanının ana bölgesini Çukurova-Adana (Kilikya) oluşturuyordu. 1913 Temmuz’unda Dışişleri Müsteşarı Gottlieb von Jagow, Alman elçisi Wangenheim’a yazdığı mektupta bunu şöyle özetlemektedir: “Türkiye, Asya’daki varlığını, biz oradaki çalışma sınırlarımızı sağlamlaştırıp ilhakı tamamlayıncaya kadar sürdürecektir.” Almanların Anadolu’nun derinliklerinden Filistin’e ulaşma planları 1912’den itibaren süratle işlemeye başlamıştı. Amaç, Süveyş Kanalı’na ulaşmaktı. Bu politika, Almanya’yı Osmanlı topraklarında yatırımları ve işletmeleri bulunan ve aynı yönde politikalar izleyen İngilizlerle karşı karşıya getirmekteydi. İngiltere’nin yanı sıra Rusya ve Fransa da Almanya-İttihat ve Terakki işbirliğinden rahatsızdı. Almanlar, Osmanlı toprakları üzerinde ekonomi, ticaret, ziraat, denizcilik ve eğitim alanındaki çalışmalarında ilerlemeler kaydettiler. Bu gelişmelerle birlikte orduyu yeniden düzenlemek üzere Almanlarla Enver Paşa’nın yaptığı gizli antlaşma sonucu Berlin’den General Liman von Sanders ve 50 subay davet edildi. Uygulamada bu subaylar, İttihat ve Terakki’nin siyasi işlerine de karıştılar. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan gayrimüslim unsurlar Almanya’nın Doğu’daki ekonomik ve ideolojik hâkimiyetine engel oluşturuyordu. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan gayrimüslimlere uygulanacak insanlık dışı fiiller bakımından Almanya militarizmi ve İttihat Terakki suç ortaklığı başlamış oluyordu.

Alman militarizminin doğudaki çıkarları

Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesiyle birlikte Rumlara ve Ermenilere yönelik vahşi ve acımasız bir uygulama başladı. 1914’te Rumlara yönelik kolektif bir zulümle birlikte Rum yerleşimlerinin yok edilmesine başlandı. 1915 başlarında Deutsche Palastina Bank (Alman-Filistin Bankası) bütün Doğu’da Müslümanları tahrik eden, Hıristiyanlara karşı nefret uyandıran ve onlarla tüm ticari ilişkilerin kesilmesini tavsiye eden Türkçe bir el ilanı dağıttı. Ayvalık’ta Rum tehcirinin yapılması General Liman von Sanders’in resmi talebiyle yapıldı (Mihail Rodas, Almanya Türkiye’deki Rumları Nasıl Mahvetti?).

Savaşa girdikten sonra, asker alma sisteminde yapılan değişiklikle askerlik yapmak isteyen gayrimüslimler, ya öngörülen vergiyi ödemek için mallarını satacak ya da asker kaçağı durumuna düşecekti. Ayrıca yol inşaatı ve başka angaryalar için Anadolu’ya gönderilen Hıristiyanlardan amele taburları kuruldu. Bu taburlarda çalıştırılan binlerce Hıristiyan, ücret almıyor, kötü besleniyor, zor iklim koşullarında hayatlarını kaybediyordu. Zorunlu askerlik modeli etnik ve dini unsurların en verimli kesimini yok ederken, bu yönteme müsadereler ve zorunlu vergiler yardım ediyordu. Servetlere el konuluyor, mağazalar yağmalanıyordu. Servet ve ticaret Türkleştirilip Müslümanlaştırılırken, Almanya da kendi bankaları ve şirketleriyle payını alıyordu. Müslümanların, ithal etme hakkı kaldırılan Rumlarla ticari ilişkileri yasaklanmıştı. Hükümet, göç edenlerin tüm mülklerine el koyma kararı veriyordu. Kullanılan bir diğer araç ise zorla Müslümanlaştırmaydı. General Liman von Sanders, Hıristiyan nüfustan vergi toplayarak Bandırma’da bir yetimhane kurdu. Erkek çocuklar burada asimile edilirken, kız çocukları Türklerle evlenmeye zorlanıyordu. Hıristiyan aileler Türk köylerine gönderiliyor ve hiçbir şekilde köyden ayrılmalarına izin verilmiyordu. Genel katliamların yanı sıra bireysel cinayetler de bu tabloyu tamamlıyordu. 1914’te çoğunlukla Rumlara yönelik başlayan ve daha sonra Ermenileri de kapsayacak şekilde uygulanan iki evreli politika tek bir amaca yönelikti. Osmanlı’nın kendisini saf Türk ve Müslüman bir devlete dönüştürebilmesi için Hıristiyan unsurun yok edilmesi. Müslüman olmaları nedeniyle Türklük içinde eritilebilecekleri düşünülen Kürtler, bu politikanın dışında bırakılırken, Kürt ve Çerkes çeteleri bu katliamın içinde rol alıyorlardı. Almanya’nın Doğu’daki çıkarlarına yönelik politikaları ile İttihat ve Terakki’nin homojenleştirme politikaları örtüşmüştü. Yaşananlara eleştirel bir tavır alan Almanya Büyükelçisi Kont Matternich’in, Kayser tarafından, “Hıristiyanların lehinde müdahale ederek Türklerin haysiyetini zedelemek ve Almanya’nın çıkarlarına uygun hareket etmemek” gerekçesiyle merkeze alınması bunu açıkça göstermektedir. Hıristiyanlığı kabul eden ilk halk olan Ermeniler, Rus çekici ile Türk-Alman örsünün arasında eziliyordu.

1913’te Osmanlı İmparatorluğu ile Alman Askerî Yardım Heyeti arasında yapılan hizmet sözleşmesi çerçevesinde, Osmanlı topraklarında yaklaşık 800 Alman subayı bulunuyordu. Bunlar geçmiş dönemlerde olduğu gibi Türk subaylarını eğitmekle kalmıyor, aynı zamanda ordunun da belli bir parçasını oluşturuyorlardı. Alman subaylar, her yerde kilit noktalardaydı. Tehcire ve katliam eylemlerine karşı açıkça tavır alan çok az Alman subayı söz konusudur. Erzurum’daki tehcire karşı çıkan üç Alman subayı ise tutumlarının diyetini ödemişlerdir.

Tanıklıklar eşliğinde tehcir

Alman imparatorunun Gizli Servis Kabinesi’nden Valentini, Alman Başbakanı Hollweg’e gönderdiği yazı ekinde bulunan raporda, Halep’teki Alman okulunda öğretmenlik yapan Dr. Martin Niepage’in, 1915 Eylül ayındaki gözlemlerine dayanarak şunları anlatmaktadır: “Erkekler yolda vuruluyor, kadın ve kızlar Türk askerler ve subaylar tarafından tecavüz edildikten sonra İslam’ı kabul etmek zorunda oldukları, Türk ve Kürt köylerine götürülüyorlar. Kafilelerin geriye kalanı açlık ve susuzluk nedeniyle sürünüyor. Çoğu tifüs ve dizanteri hastası. Ekmek verildiğinde umursamıyor, bir kenara koyuyorlar. Sessizce yatıyor ve ölümü bekliyorlar. (…) Bizim okul çalışmalarımız gerçek ahlakın yüzüne çarpıyor, insani hassasiyet tarafından alaya alınıyor. İnce düşünen Müslüman Türkler gibi Araplar da sarsılıyorlar, sürgünlerin Türk askerleri tarafından sopayla yürütüldüğünü, yürümekten aciz hamile kadınların ve ölecek durumda olan insanların dövüldüğünü gördükçe gözyaşlarını saklamıyorlar. Olayların tüm suçunu, savaş sırasında Türkiye’nin akıl hocalığını yapan Almanlara yüklüyorlar. Müslüman aydınlar, Almanların bu katliamı kınaması halinde bile, Alman hükümetinin Türk dostluğu hatırına bunu engellemeye niyet etmeyeceği kanaatindedirler.” Yunus Nadi, 7 Ekim 1916 tarihli Tasvir-i Efkar’da çıkan “İflas ve temizlik” başlıklı yazısını şöyle bitiriyor: “Biz, gerçeklerin baskısı altında mecburen yeni bir hedefe yönelmek zorundayız; bu zorunluluk, malum halk öğelerinin birliği politikasının iflas ettiğinin ve vatanımız için ‘temizlik’ döneminin başladığının idrak edilmesine dayanıyor.” Cinayet stratejisini bir Alman misyoner şöyle tarif ediyor: “Son ferdine kadar sürgün, idam ve kurşun.” Bir Alman subayı ise gördüklerini şöyle anlatıyor: “Çölün sonsuz dinginliği içerisinde can çekişenlerin çıkardığı hırıltılar ve aklını yitirmiş olanların çığlıkları göğe yükseliyordu.”

1900’lerin başında Güneybatı Afrika’daki Omahake Çölü’nde buna benzer bir trajedi yaşanmıştı. Kurbanlar Ermeniler değil, Herero’lardı. Katliamı yapan ise General Lothar von Trotha (Çin’deki Boxer ayaklanmasını vahşi bir şekilde bastıran kişi) komutasındaki Alman İmparatorluğu Sömürge Birliği’ydi. General Trotha, Herero’ları ölüm mahalli olan çöle sürerken, katliamı “böyle bir milletin imha edilmesinin zorunlu olduğuna inanıyorum” beyanıyla gerekçelendiriyordu. Acaba General Trotha’nın, Afrika’da uyguladığı imha reçetesini Alman militarizmi İttihat ve Terakki liderlerine tavsiye etmiş olabilir mi?

Gust’un yayımladığı belgelerin teyit ettiği sonuç şudur ki; Alman militarizmini yürüten Alman subayları, tehcir emirlerini uygun gördüler ve yapılanlara askerî gerekçeler buldular. Almanya’nın bölgedeki çıkarlarının bunu gerektirdiğini düşündüler. İttihat ve Terakki yönetimi ise Türkleştirme ve Müslümanlaştırma politikalarını Alman tecrübesi, desteği ve göz yummasıyla vahşice uyguladı. Tehcirin kapsamı tüm Türkiye için genişletildiğinde Almanlar itirazda bulunmadılar. Büyük bir kısmı Almanlar tarafından imha edilmesine rağmen Gust’un Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi’nden derlediği belgelerin ayrıntılarını okumak, beni bir insan olarak utanç içinde bıraktı ve ruhumu daralttı.

Almanya’nın tarihinde bu tür utanç dönemlerine ilişkin özür dileme geleneği bulunmaktadır. Merkel ve Erdoğan’ın, dedelerinin yaptıkları mezalim ve katliamı birlikte kınamaları, kurbanların bir yerlerde sıkışmış ruhlarını güvercinlere dönüştürecektir. Vicdan, mazlumlardan kelimeleri esirger mi?