Aynaya bakmak

[ A+ ] /[ A- ]

Rober KOPTAŞ
Agos Gazetesi

Ufacık kalmış Ermeni toplumunda kendi gibi düşünmeyeni düşman ilan etmek gibi köklü bir gelenek var. Hele mesele patrikhaneyle, kiliseyle ilgiliyse… Onyıllarca kapalı kalmış bir yapının içinde, sınırlı sayıda aktörün rol aldığı merkezin dışından gelip söz söylemeye talip olanlara dönük bir tahammülsüzlük hemen uç veriyor, aykırı söz söyleyenler patrikhane düşmanı, cahil, çıkarcı, karanlık tipler olarak resmediliyor.

Çünkü cemaatin geleneksel, ataerkil bağları, söz söyleme hakkını bir tek kendinde görenlere biat etmeyi gerektiriyor. Biat etmiyor, kendi bağımsız duruşunuzu ortaya koyuyor, bunun için risk alıyor ve insanları da böyle davranmaya davet ediyorsanız, hemen savunma mekanizmaları devreye sokuluyor.

Bunun Ermenilere has bir tutum olduğunu söylemek doğru değil. Türkiye’de milliyetçilerin ‘Ya sev ya terket’çi tahammülsüzlüğü, orta ve üst sınıf kentlilerin ‘Benim oyumla çobanın oyu bir mi olacak?’ sitemkârlığı hep bu zihniyetin mahsulü.

Sorunlar karşısında, farklı doğruların var olabileceğini idrak ederek koşullara en uygun çözümü yaratma çabası, belli bir iyi niyet gerektirir. Belki ondan da önce, karşınızdakiyle eşit haklara sahip olduğunuzu baştan kabul etmeyi… Toplumun toplum olduğu, demokrasinin bir sistem, demokratlığın bir düşünce biçimi olarak oturduğu zemin, en kaba haliyle budur.

Aksi ise sonuçsuzluktur. Gerçekte tartışma olmayan tartışmalar, gerçekten çözüm olmayan çözümler ve toplum olmanın temel niteliklerini haiz olmayan bir toplum.

Ermeniler olarak, sorunlarımızın pek çoğunu devletin ayrımcı politikalarına bağlarız. Haklıyızdır… Ama şu son patrik seçimi sürecinde yaşananlar ve devletin hiçbir müdahalesi olmadan batağa saplanmakta gösterdiğimiz yüksek maharet, dönüp her şeyden önce kendimizi sorgulamamız, aynaya bakmamız gerektiğini gösteriyor.

Bizim ayıbımız

Hakkında yazılan yorumlara bakılırsa, “Patrik seçimi ve duygusallık” başlıklı geçen haftaki yazımda, patriklik – eş patriklik tartışmasına dair meramımı anlatamamışım. Gazetede yazmaya soyunmuş birinin yanlış anlaşılmaktan şikâyet etmesi pek de geçerli bir maruzat olmadığına göre, sorunu öncelikle yazının kendisinde ve yazarının beceriksizliğinde aramak gerek. Art niyetli, önyargılı okumaları ise sahipleriyle baş başa bırakmak en doğrusu…

Eş patriklik – patriklik çekişmesinde iki taraftan birine doğrudan meylim ya da karşıtlığım yok. Muhtemelen pek çoğumuz gibi, duyduklarıma, okuduklarıma, kendi akıl yürütmelerime göre fikrim zaman zaman değişiyor. Gelecekte hukuki bir sorun ve yetki karmaşası yaratmayacak, seçilecek olan ruhaninin meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmayacak çözümlerin hepsine ikna olmaya hazırım.

Benim için önemli olan, başından beri bu sürecin nasıl tartışıldığı. Yani tartışmaya kimlerin katıldığı, kararları kimlerin etkilediği ve bütün bunların katılımcılık, şeffaflık ilkelerine uygun olup olmadığı. Hepimizi ilgilendiren bir konuda, mümkün mertebe en geniş katılım ve açıklıkla, mümkün olan en şeffaf tartışmanın gerçekleşmesini arzu ediyorum ve bu tartışmanın sonucunda hangi eğilim ağırlık kazanırsa buna saygı duymaya dünden razıyım. Cemaatin, sesi yüksek çıkmayan pek çok üyesinin de bu fikre yakın durduğunu tahmin ediyorum.

Bu arada, yukarıda sözünü ettiğim ilkeler doğrultusunda alınmayan her kararı da, içeriğinden bağımsız olarak, en azından usul yönünden eleştiriyorum. Dolayısıyla, Ruhani Kurul’un cemaate danışmadan aldığı dünyevi kararlara da, Seçim Müteşebbis Heyeti’nin cemaate duyurmadan yaptığı başvuruya da itiraz ediyorum ve bunların ‘toplum olma’ hissine zarar verdiğine inanıyorum.

“Bir eş patrik seçilmelidir” diyenlerin, bu fikirde olmayanları kilise düşmanı ilan etmelerini seviyesizce bulurken, “Patrik seçilmelidir” diyenlerin de, karşı tarafı dikkate almadan adımlar atmasının doğru olmadığına inanıyorum. Çünkü bu meselelerin, ancak karşısındakini ‘duyarak’ çözüme ulaşacağına inanıyorum. 70 milyonluk Türkiye’de bu kuralı hayata geçirmek zordur. Ama küçücük Ermeni cemaatinin bunun mekanizmalarını oluşturamamış olması, her şeyden önce biz Ermenilerin ayıbı.

Katılık-esneklik

Geçen haftaki yazımda, patriklik makamının, istifa, siyasi ve toplumsal baskı, hastalık gibi sebeplerle el değiştirmesine dair tarihsel örnekleri sıralarken, niyetim, patriklerin ömür boyu seçilmesinin yanlış olduğunu iddia etmek değildi.

Amacım, patriğin her hal ve şartta ömür boyu görevde kalması gerektiğini savunanların argümanlarının doğrulara dayanmadığını, Ermeni Kilisesi ‘geleneklerine’ uygun olmadığını göstermekti. Patrikliğin 550 yıllık tarihinde, makamın sadece 12 kez vefat sonucu el değiştirmiş olması, patriklerin ömür boyu seçilmesi kuralının neredeyse bir istisna olduğunu gösteriyordu ve ben de tartışmanın bu tarihsel gerçek dikkate alınarak sürdürülmesinin daha sağlıklı olacağını söylüyordum. Üstelik bu durum, her şeyden çok, Patrikliğin koşullara gösterdiği uyum kabiliyetiyle ilgiliydi. Patriklik makamı gelişmelere göre yön değiştirebiliyordu ve bu esneklik onun hayatta kalmasını sağlıyordu. Ve ille de Ermeni kilisesinin geleneklerine başvurulacaksa, o geleneklerin en tepesinde bu esneklik ve manevra kabiliyeti olmalıydı.

Emin olun, karşı karşıya olduğumuz sorun da, öyle ya da böyle, kırılmaya mahkûm bir katılıkla değil, koşullara uyma kabiliyetiyle, esneklikle çözülecek.

Patrik II. Mesrob hayattayken yeni bir patrik seçilip seçilemeyeceğine gelince… Herhangi bir ön tercihim olmadığını hatırlatarak, akıl sağlığı yerinde olmayan bir patriğin, yani bir hastanın patrik olarak kalmasına ya da kalmamasına karar vermesi gerekenin öncelikle tıp olduğuna inanıyorum. II. Mesrob, şu anda, patrik olduğunu ne yazık ki idrak edemediğine göre, bizim onu patrik olarak, o makamın sahibi olarak görmekte ısrar etmemiz, öncelikle bizimle, bizim vicdani duruşumuzla ilgili. Hasta patriğin mücadelede bir araç haline gelmesiyse, hiç de insani ve hakça değil.