Davutoğlu’nun Anlayamadıkları

[ A+ ] /[ A- ]

Taner AKÇAM
Taraf Gazetesi

Artık 1915 üzerine konuşurken, “herkes acı çekti” söyleminden kurtulmak gerekiyor. Ortada farklı nitelikteki şiddet biçimleri söz konusudur.

AKP, Ermeni soykırımı konusunda bir taraftan 95 yıllık türküyü tekrar ederken, diğer taraftan da yeni bir üslup tutturmayı deniyor. Dışişleri Bakanımız sayın Davutoğlu “Adil Hafıza” kavramı ile bu yeni üslup denemesinin başını çekiyor.

Sayın Davutoğlu, bu kavramın ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor: “Eğer o gün (Protokollerin imzalandığı 10 Ekim2009 günü) Sayın Edward Nalbantyan kabul etmiş olsaydı, bir konuşma hazırlamıştımprotokolleri hazırladıktan sonrası için… O konuşmayı bir tek kavramüzerine oturtmuştum: Adil hafıza… Kilit kavrambu. Yani bütün o tarihe tek taraflı bir hafıza ile bakmamak. Biz Ermenilerin neler yaşadığını neler hissettiğini, daha sonra neler yaşadıklarını anlamak için empati yapmalıyız; ama onlar da bizim hafızamıza saygı göstermeliler, kendi hafızalarına saygı beklerken. Tek taraflı bir hafıza kurmamalıyız… Onlar için 1915 yılı bir tehcir yılı olabilir. Bizimiçin aynı zamanda bir Çanakkale’dir. Bizimiçin Sarıkamış’tır.”

Davutoğlu, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin Ermeni soykırımını tanıması ardından düzenlediği basın toplantısında da aynı görüşleri yeniden dile getirdi. “1915 Ermeniler için tehcir, bizimiçin aynı zamanda Çanakkale’dir… Birmilletin bekasıyla ilgili büyük bir savunma çabasında olduğu bir dönem. Anadolu’da çok büyük acıların yaşandığı bir dönem. Balkanlardan, Kafkaslardan 2milyon insanın göç ettiği bir dönem. İmparatorluğun dağılış sürecinde büyük bir kaos yaşandı. Bu acıları paylaşmayı her zaman bildik”.

Davutoğlu’nun yapmaya çalıştığı aslında çok basit birşey. Bir tür “dengeleme” politikası izlemek istiyor. “Ermenilerin acısı varsa, bizimde acımız var”; özetle söylenen bu. 1915’de Ermenilere yapılanları kabul etmeye hazır olması sebebiyle yeni bir söylemgibi gelebilir bu kulaklara. Fakat bu kabul etmenin önünde, “Ermenilerin acıları”nın; “Müslümanların acıları” ile dengelenmesi şartı var. Bu bakımdan aslında yeni hiçbir şey yok bu söylemin içinde. “Adil hafıza” ve “karşılıklı acılar”mantığının ikinci ve belki de daha önemli bir boyutu daha var. Buna göre yakın tarih, “Müslümanların” ve “Hıristiyanların” iki ayrı tarafını oluşturduğu aktörlerce şekillenmiş ve bu “iki taraf”, birbirleri ile çatışma içinde farklı “tarih ve hafıza” sahibi olmuşlardır. Bu ciddi bir tarih bilgisi çarpıtmasıdır. Bu sebeple konuya yakından bakmakta fayda vardır.

Birincisi, “Adil hafıza” veya “karşılıklı acılar” tezi çok bayatlamış bir tezdir. Türkiye’de de yıllarca tekrar edildi; Şükrü Elekdağ’ın akıl hocası Justin McCarthy kitaplar yazdı bu konuda. Aslında ortada, üzerinde durulması bile gereksiz basit bir kural ihlali söz konusudur: Bir hükümet veya partinin emri ile sivil halkın imha edilmesinin karşısına asla ve asla savaşlardaki sivil ve asker kayıplarını dikmeyiniz. Çünkü bu çok sıradan bir inkâr taktiğidir. Almanya’nın ikinci dünya savaşındaki sivil ve asker kayıplarının, imha edilen Yahudilerden çok daha fazla olduğu sıradan bir ilkokul bilgisidir. Ama bugün, Nazi artıkları ve bazı aşırı Almanmilliyetçileri dışında, Holocaust’a, “Adil Hafıza”mantığı ile “bizimde acımız var” diyerek karşı çıkan Alman bulamazsınız; bunu yaparsanız ayıplanırsınız. Bunun gibi, Stalin’in ikinci Dünya Savaşı sırasındaki sivil halka yönelik katliamları karşısında, Sovyet ordusunun ve halkının Naziler karşısındaki kayıplarını dikerseniz yine ayıp edersiniz. Az bilinen bir örnek daha; 1994 yılında Ruanda’da Tutsilere karşı işlenen soykırımda, Hutu kontrolündeki Hükümet 800.000 civarında Tutsi’yi imha etmiştir. Şimdi imha edilen bu 800.000 Tutsi’nin karşısına, bir Tutsi bağımsızlık örgütü olan Ruanda Yurtseverler Cephesi (RPF) karşısında verilen Hutu kayıplarını dikerseniz ayıp edersiniz. Bugün Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Hutumilliyetçileri bu tip savunmalar yapmaya çalışıyorlar.

Türkiye’de bu hususmalesef yeteri kadar bilinmiyor ve ne zaman 1915’de Ermenilerin kitleler halinde imha edilmesi konusu açılsa, buna karşı Kafkas, Balkan ve Birinci Dünya Harbi sırasındaki Müslüman sivil ve asker kayıpları dikiliyor. Liberal olarak tanımlanan yazarlarımız da sıkça yapıyorlar bunu. Ortalık bazen, “karşılıklı acılar” edebiyatından geçilmez hale geliyor. Herkes acı çekmiş olduğu ve herkesin de ötekinin acısını anlaması gerektiği için de, ortalığı derin bir huzur kaplayabiliyor. “Suçlama”, “çatışma” ve “kavga”nın yerine, “harmoniye”, “uyuma” ve “anlayışa” çağrı yapan bu bakışın dayanılmaz rahatlatıcılığını görmemekmümkün değil. “Herkes acı çekmiş” olduğu için “herkesin acısını anlayarak” derin bir huzura kavuşuyoruz. Dolayısıyla, ortada “suç işleyen” yok; “fail” yok ve “kurban” yok. Hepimiz aynı durumdayız; kavgaya ne gerek…. Kabul etmek gerekiyor, derinden “suçlandığını hisseden” birisinin, aslında kendisini suçlayan gibi olduğunu hissetmesi gerçekten çok rahatlatıcıdır. Genel kuraldır; sıkışırsanız, kendinizi kurban rolüne sokunuz, rahatlarsınız.

Oysa ortada farklı nitelikteki şiddet biçimleri söz konusudur. Savaşlardaki sivil ve asker kayıpları ile,merkezi emirle sivil halkın imha edilmesi asla aynı düzeyde ele alınacak cinayet tarzları değillerdir ve aynı düzeyde ele alınıp eşitlenemezler. Nedenleri, ortaya çıkış koşulları ve sonuçları itibarıyla tamamiyle farklı şiddet biçimlerini eşitlerseniz, bunları anlamak istemiyorsunuz, bazı şeylerin üstünü örtmek istiyorsunuz demektir.

Niye Ermenilerinmerkezi bir emirle, halk olarak imha edilip edilmediklerini konuşurken, savaşlardaki kayıpları gündeme sokmak istiyorsunuz? Ortada tuhaf birmantık oyunu yokmu? Birbirlerinden, aktörleri ve nedenleri itibarıyla tamamen farklı ve hatta Kafkas göçlerinde olduğu gibi farklı yüzyıllarda yaşanmış olayları karşı karşıya getirerek ve ama bunları birlikte düşünmemiz istenerek, sadece basit bir tarih çarpıtması yapılmıyor. Daha da kötüsü, Ermenilere yapılanlarla bu olaylar arasında eskilerin deyişiyle bir “illiyet rabıtası” birmantık ilişkisi kurmamız isteniyor ve Ermenileri tümbu olayların tarafı vemümkünse karşı tarafı olarak görmemiz isteniyor. İyi de, basit soru şudur: Anadolu Ermeni’sinin Balkanlardan veya 1915’den 80 yıl önce başlamak üzere Kafkaslardan kaçıp gelen Müslümanla ne alakası, ne ilintisi var? Daha da önemlisi, Birinci Cihan Harbi’ndeki sivil ve asker kayıplarının da, 1915’in de sorumlusu İttihat ve Terakki Partisi değilmi?

Bu soru bizi konunun ikinci boyutuna götürüyor: “herkes acı çekti” yumuşaklığı ciddi bir milliyetçiliği ve yakın tarihimize ilişkin bilgi çarpıtmasını bünyesinde taşıyor. Buna göre, yakın tarihimizde, “Müslüman-Türk” ve “Hıristiyan-Ermeni” iki ayrı kollektif aktör vardır; “Müslüman-Türk aktörler” ile onların “tarih ve hafızaları” ve “Hıristiyan-Ermeni aktörler” ile onların “tarih ve hafızaları” karşılıklı ilişki ve belki savaş içinde farklı “acılar” geliştirmişlerdir. Ve bu nedenle, bugünden düne bakarken, sadece bir tarafın acısı ve hafızası ile yetinilmemesi; her iki tarafın acı ve hafızasının aynı anda anılması gerekmektedir. Bu ciddi bir tarih çarpıtmasıdır; tarih böyle yaşanmamıştır.

Sayın Davutoğlu’nun geliştirmeye çalıştığı bu düşünce yapısı, aslında AKP’de var olan derin Müslüman kimliğinin bir tezahürüdür. Diğer bir nedeni ise Fransız tarihçi Renan’ın sözünü ettiği gerçektir: “Bir devlet sadece geçmişin deforme edilmesi ile oluşabilir. Bir ulusun yaratılması geçmiş deforme edilmedenmümkün değildir.” Yani 95 yıllık yalan ve inkâr politikası bu türden bir “taraflar” ve “hafızalar” zihniyetini yaratmıştır. Bu zihniyet, Türkiye’deki Müslüman kimliğin kendini düşünme ve algılayışı ile sekülermilliyetçi tarih anlayışının buluşma noktasıdır. Ve bu nedenle de AKP (ve sayın Davutoğlu) tarihe yönelik sıradan inkâr politikasını devam ettirmektedirler.

Balkan Savaşı’ndan başlayalım. Eldeki tarih bilgisi çok basittir. Balkan Savaşı Sırp, Yunan ve Bulgar devletleriyle yapıldı. Osmanlıların mobilize ettikleri Ordunun dörtte biri Hıristiyan Osmanlı vatandaşından oluşuyordu. Ermeniler Osmanlı vatandaşı olarak bu savaşta sadece asker olarak savaşmakla kalmadılar; Osmalı ordusu için gönüllü yardımlar da topladılar. Örneğin Balkan Savaşlarını desteklemek amacıyla kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin Pangaltı şubemüdürü, Dikran Allahverdi’dir. Dikran Bey, Balkan savaşı için orduya, o zamanın parasıyla 3.000 Osmanlı altını toplama başarısını göstermiş ve bu nedenle günlük gazetelerde bile adından bahsettirmiştir. Dikran Allahverdi, 24 Nisan’da göz altında alınan ve sürülen aydınlar arasındadır. Sayın Davutoğlu, şimdi sizin “Adil Hafıza”nızda Dikran Allahverdi’nin yeri neresidir? Balkan savaşını, “bizimhafızamız”, yani “Müslümanların hafızası” olarak ilan etmek ve bunu “Ermenilerin tarihinin” hele hele de 1915’in karşısına dikmek biraz tuhaf olmuyormu?

Sarıkamış örneği de böyledir. Sayın Davutoğlu’nun “Adil Hafıza” anlayışına göre, bir tarafta “bizim” yani “Müslümanların” Sarıkamış acımız, diğer tarafta ise Ermenilerin 1915 acısı vardır. Sayın Davutoğlu bana anlatabilirmi, niye Sarıkamış bir tarafta, Ermeniler öbür tarafta duruyor? Elbette ana neden, gene Davutoğlu’nun , Müslümanları bir taraf, Hıristiyanları öbür taraf olarak gören tarih anlayışıdır. Onun için de Sarıkamış’daki Müslüman kayıpları, 1915 Ermeni-Hıristiyan kayıplarının karşısına, “farklı hafıza”lar olarak dikiliyor.

Bu kadar anlamsız ve yanlış bir karşı karşıya koyma olabilirmi? Biraz tarih bilgisi olan bir kişi, aslında Sarıkamış ve 1915’in, “iki karşılıklı taraf”ı ve bu iki karşı tarafın “iki farklı hafızası”nı temsil etmediğini bilir. “Askeri kırdıran Enveri Paşa” türküsünü ben yapmadım. Bu halk yaptı. Yani Sarıkamış’ın katili de, 1915’de Ermenilerin katili de Enver’dir. Basit bir tarih bilgisi bile bize, Sarıkamış’ı ve 1915’i karşı karşıya koymamamız gerektiğini; bunları beraberce Enver ve Talat’ın cinayet hanelerine yazmamız gerektiğini hatırlatır.

Tarihi hakikat bu değilmi? Birinci Cihan Harbi’ndeki Müslüman kayıplarının da Ermeni cinayetlerinin de sorumlusu İttihat ve Terakki Partisi değilmi? Peki hangimantıkla ve niye aynı hükümetin işlediği iki ayrı karakterdeki suçu hem eşitliyorsunuz hemde birbirinin karşısına dikiyorsunuz? İttihat ve Terakki’nin bir cinayetini bir tarafın, diğer cinayetini öbür tarafın acısı ve hafızası haline sokuyorsunuz? “Adil hafıza” gibi parlak lafların arkasına sokulmuş bu anlamsızlığa bir son vermek gerekmiyormu? Sayın Davutoğlu eğer İstanbul’da 1919 yılında İttihatçılara yönelik yargılamaların iddianamesini okusaydı; orada İttihatçıların bu iki farklı suçtan dolayı yargılandıklarını görür ve Sarıkamış’ı, 1915 Ermenilerin imha edilmesinin karşısına dikmek tuhaflığından vaz geçerdi.

Tabloya Çanakkale’yi ekleyince durumdeğişmiyor. Üstelik çok daha ciddi bir başka tarih bilgisini gözler önüne seriyor. Ayhan Aktar’ın aktardığı Yüzbaşı Sarkis Torosyon’ın kişiliğinde simgeleşen bir durumbu, (Taraf, 22 Mart 2010) . Çanakkale Savaşı da, aslında Davutoğlu’nun söylediği gibi “bizim” ve “Ermenilerin” farklı hafızaları ve acılarına denk düşmüyor. Daha da korkunç bir başka gerçekliği bize hatırlatıyor. Osmanlı Ordusu’nda, Sarıkamış’da ve Çanakkale’de savaşan Ermeniler vardır. Ve bu askerler cephede savaşırlarken aileleri sürgün edilmiş ve imha edilmişlerdir. Çanakkale bir tarafta Müslüman Türkün, 1915 öte tarafta Ermeni’nin tarihi ve acısı olarak durmuyor. Tamaksine, Çanakkale, Osmanlı ordusunda savaşan Ermeni asker ailelerinin imha edilmesi tarihi olarak da duruyor.

2 Ağustos 1914 seferberliği ile birlikte 18- 45 yaş arasındaki Ermeni vatandaşlar da, diğer vatandaşlar gibi silah altına alınmışlardır. Sarıkamış yenilgisinden sonra ise 25 Şubat 1915 tarihinde, bizzat Enver Paşa tarafından yollanan gizli bir emirle Ermeniler silahsızlandırılmış ve çoğunluğu amele tabularına konulmuşlardır. Tehcir süresince, bu askerler sistemli olarak imha edileceklerdir. Sadece askerdeki Ermenilerin imhası ile kifayet edilinmeyecektir. Bundan daha da acı bir durum vardır. Orduda, hayatta kalarak görev yapmaya devameden Ermeni asker ve subayların aileleri de sürgüne tabii tutulacak ve imha edileceklerdir. Sarkis Torosyan bir istisna değildir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Ordu’da görev yapan Ermeni askerlerin, sürülen ailelerinin akıbetlerini öğrenmek istedikleri başvuru dilekçeleri ile doludur. Harbiye Levâzım Dördüncü Şube İnşaat Bölüğünde müstahdemParsih; Bilecik ahalisinden Dâr-ül-muallimîn Hastanesi tabipmuavinlerinden Nasîb oğlu Minas Efendi; Kudüs Birinci Menzil Hastanesi İaşe Memuru Kiragos Efendi; Bursalı Nersis Mikailyan; Mülazım-ı Evvel Bolvadinli Agop; Izmitli Aram Asador Demirciyan; Konya’dan Dikran Artun; Balıkesirli Ohannes oğlu Artin; Istanbullu Papas oğlu Sırakan; İzmit Sancağının Arslanbey Karyesinden Hacı Serkis oğlu Kirkor Efendi bu isimlerden bazılarıdır.

Burada, askerde sağ kalmış bu Ermenilerin sadece Batı Anadolu’dan oldukları, Doğu Anadolu Ermenilerinden tek birisine ait bir yazışmaya rastlanmadığı; ayrıca ilgili evrakların tamamına yakınının 1915 Ağustos’dan sonrasına ait olduğu gibi derin bir konuya girmiyorum bile…

Sayın Davutoğlu, size ait “Çanakkale hafızası”, Osmanlı ordusunda savaşan Ermeni askerlerinin ve de ailelerinin imha edilmesine yer veriyormu acaba?

Tarih, Müslümanlar bir tarafta, Hristiyanlar öbür tarafta yaşanmadı Sayın Davutoğlu. Çanakkale “bizim”; 1915 “Ermenilerin” değil, sayın Davutoğlu. Osmanlı Devleti ve onun yönetici partisi İttihat ve Terakki, kendi Müslüman ve Hristiyan vatandaşlarına kan kusturdu. Müslümanlar savaş ve hastalıktan kırıldılar. Ermeniler ise bilinçli bir politika ile imha edilerek Anadolu’dan yok edildiler. Bu kadar basit bumesele… Niye zorlanıyorsunuz ki? Hıristiyan- Ermenileri “bizden” göremediğiniz içinmi? Yoksa bu nedenlemi hâlâ Hıristiyan vatandaşların sıradan vakıf-mülk işlerini bile halledemiyorsunuz. Modern literatürde, buna ayrımcılık dendiğini biliyorsunuz değilmi?