Diren Apoyevmatini, Bir Tarih Dirensin!

[ A+ ] /[ A- ]

510 (1)

Mahmut ÇINAR
Bianet

Türkiye’de azınlık basınının kaderi, azınlık toplumlarının kaderinin izinde ilerliyor doğal olarak. Bir zamanlar nüfusları yüz binleri, milyonları bulan ve sonradan “azınlık” olarak adlandırılan toplumların kendi dillerinde çıkardıkları yayın organları da yüz binleri bulan tirajlara ulaşıyor, bu toplumlar kendileriyle, ülkeyle, dünyayla ilgili en yeni, en anlamlı haberleri kendi dillerinde yayınlanan gazetelerden alıyorlardı.

Hatta bir yanıyla Osmanlı’nın son dönemine karşılık gelen basın tarihimizin ilk evreleri, neredeyse tamamıyla Rum, Ermeni, Yahudi toplumlarının basın-yayın faaliyetlerinden ibarettir. Ardı ardına Rumca, Ermenice, İbranice ve Ladino dilinde yayınlar yapan matbaalar açılıyor, kitaplar basılıyor, gazeteler çıkartılıyordu.

Özellikle 1908’le birlikte tıpkı Türkçe yayınlarda olduğu gibi diğer dillerdeki yayınlarda da büyük bir sıçrama yaşanmış, sayısız gazete ve dergi özellikle de kentlerde eşine az rastlanır bir çoksesli ortam oluşmasına katkı sağlamıştı (Bu dönemde, 28 Ekim 1908’de kurulan Ermenice Jamanak’ın bugün de yayın hayatına devam ediyor olduğunu, bu topraklarda bugüne kadar yayınlanan en eski gazete olma rekorunu elinde tuttuğunu ise “milli tarih” anlatmaz bizlere.) Bunda tabii ki Osmanlı’nın gayrimüslim toplumlarının eğitime büyük önem vermelerinin ve okuma yazma oranının, fertlerinin çoğunluğu ticaret erbabı olan bu toplumlarda daha büyük olmasının payı vardı.

Bu çok renkliliğin ilk zamanlarındaki heyecanını yitirmesi çok uzun sürmedi. İttihat Terakki’nin azınlık sesleri de dahil olmak üzere muhalefeti neredeyse ortadan kaldıran despotik politikaları, ardından Cumhuriyetin bir “ulus devlet” projesine dayalı eylemleri, gayrimüslim toplumların ve tabii ki bu toplumların sesleri olan gazetelerinin büyük bir düşüşe geçmesine yol açtı.

Her şeye; mübadeleye, baskılara, devletin Türkleştirme politikalarına rağmen 1925’te, Suriye Pasajı’nda yayın hayatına başlayan Apoyevmatini’nin ise bu toprakların “Rumca” tarihi açısından özel bir önemi var. Uzun bir süre İstanbul Rumlarının (çıkan diğer büyük Rumca gazetelere rağmen) sesi ve temel haber alma aracı olan Apoyevmatini, insanların evlerinde bile Türkçe konuşmaya zorlandığı bir dönemde on binleri bulan tirajıyla Türkiye basın tarihinde zaten önemli bir yeri çoktan edindi. Dahası 1925’ten bu yana kesintisiz olarak yayınlanması da bu gazeteyi özel kılıyor.

Son yıllarda ise Apoyevmatini bir direncin, bir vakfedişin öyküsünü anlatıyor kulağı bu konulara açık olanlara… Mihail Vasiliadis’in öyküsünü.

Cemaatinin sayısı iyice azaldığı için artık satamayan, buna rağmen kendi dilinde çıkmaktan vazgeçmeyen, masraflarını karşılamakta zorlanan, büyük ve baskın medya karşısında işlevleri sorgulanan bir gazeteyi inatla çıkarıyor Vasiliadis. Çoğu zaman farkında olarak bir kültürün, bir geleneğin, bir kimliğin yaşamasına güçlü görünmemesine rağmen etkili bir katkı sunuyor. Krizlerle boğuşuyor, geçici çözümler buluyor, hatta emekli maaşını bile Apoyevmatini’ye aktarıyor.

Tüm çabasına rağmen geçtiğimiz günlerde Suriye Pasajı’ndaki 90 yıllık büroyu kapatmak zorunda kaldı Vasiliadis. Kira giderleri artık gazetenin gelirlerini aştığı için… Apoyevmatini çıkmaya devam edecek etmesine ancak duvarlar arasındaki 90 yıllık tarih depolara, müştemilat odalarına kapatılmış olacak.

Mihail Vasiliadis’le kapanma sürecinin ve Apoyevmatini’yi çıkarma azminin yanı sıra mevzuların köküne inmeye çalışarak Rum cemaatinin durumunu ve ihtimalleri konuştuk.

Neden direniyorsunuz Apoyevmatini’yi çıkarmaya devam etmek için?

İnsan direnmezse ölür. Direniyorum demek ki hayattayım. Direnmemek ne demek? Şu anda biz burada konuşurken sınırımızda binlerce kişiye direnen bir avuç insan var. Onlar neden direniyor?

Yani varolmak için mi devam ettiriyorsunuz bu zor süreci?

75 yaşında başka ne için direnebilirim. 25 yaşımda olsam inan şimdi o direnen insanların yanına gider, daha canlı bir direnişte bulunurdum.

Apoyevmatini’nin geçirdiği ilk kriz değil bu. Birkaç sene önce ciddi bir mali kriz geçirdiğinizi ve gazeteyi kapatabileceğinizi söylemiştiniz. Ardından bir destek, dayanışma ağı oluştu ve bir kampanya başladı. O günden bugüne ne oldu da 90 yıllık büroyu kapatmak zorunda kaldınız?

Ben bunu kriz olarak adlandırmıyorum. Kriz, doğru giden bir sürecin geçici olarak sorunlardan etkilenmesidir. Bizde ise özellikle 1964’ten sonra hem Apoyevmatini için hem de Rum cemaati için -çünkü Apoyevmatini’yi Rum cemaatinden ayıramazsınız; biri iyiyse diğeri de iyidir- kriz dediğiniz şey kriz olmaktan çıktı ve kalıcı, normalleştirdiğimiz bir yaşam biçimi oldu. Dışarıdan kriz gibi görünen durum, 1964’ten beri bizim gerçeğimiz. 1964’e kadar İstanbul’daki Rum nüfus 90 binin üzerindeydi. Dolayısıyla Rumca gazetelerin sorunları yok, satışlarıyla ayakta durabiliyorlar. Her ne kadar o günlerde Basın İlan’dan gelen ve bence zorunlu olması gereken destek kesilmiş ise de basın ayakta durabiliyor. Sonra malumunuz, 1964’te çıkan ani bir kararla bizim cemaatten 13 bin kişi yani aslında 13 bin aile varlıkları da bloke edilerek yurtdışına gönderildi. 18 ayda, burada yaşayan her üç Rum’dan ikisi Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakıldı. Nüfus 30 binin altına düştü ve giderek de eksilmeye devam etti. Bizim en büyük sorunumuz bu, yani gazetemizin hedef kitlesinin sayısal olarak azaltılması.

Soruna dönecek olursam… Bizim sorunumuz kriz değil; kriz, örneğin grip gibidir, ilaçla, belli bir davranışla çözülür. Bizimki ise maalesef artık dönüşü çok zor olan bir tür kanser.

Şimdi diyorlar ki “64’te gidenler geri gelsin”. Ben de diyorum ki, nereden gelecek? Öbür dünyadan mı? Onların orada doğup büyüyen, oralı olan çocuklarının buraya dönmesinin bir anlamı var mı? İnsanın memleketi, atalarının geldiği yer değildir; insanın memleketi, sevgilisiyle buluştuğu köşedir. E o köşeyi bırakıp neden gelsin?

Benim önerim şu: Madem ki bugünden bakınca o günkü devlet tutumunun yanlış olduğunu düşünüyorsun, o halde o 13 bin kişinin yüzü suyu hürmetine 13 bin kişiye çalışma ve oturma izni vereceğini ilan edersin, dersin ki “Kim İstanbul’a gelip çalışmak, bu topluma katılmak istiyorsa buyursun gelsin”; gelen gelir.

Köklü bir değişim öneriyorsunuz yani? Ve anladığım kadarıyla bu değişim olmadan da ne cemaat ne de Apoyevmatini için işlerin yolunda gitmesi pek mümkün değil.

Vallahi ben değişim öneriyorum ama artık süreçlerden bıktım. Bizim politikacılarımızın yeni bir alışkanlığı var, her şeyi süreçlere havale etmek. “Barış” diyorsun, “süreç” diyorlar. Yahu ben süreç istemiyorum, artık barış istiyorum. Al işte, 2002’den beri süren Ruhban Okulu açılma süreci var. Hâlâ bekliyoruz sürecin tamamlanmasını.

Yani diyorum ki; meselenin temeline inilsin. Öyle âlicenaplıkla falan olacak şey değil bu. Siyaset, âlicenaplıkla yürümez; yasayla yürür. Bu toplumun sorunlarını dikkate alıyorsan, o halde bunun için yasalar çıkartacaksın, düzenlemeler yapacaksın. Diğer türlü, “Sizin sorunlarınızı anlıyoruz…” falan, e anlıyorsunuz, belki niyetiniz de iyi olabilir; lakin işte süreç geldik, süreç gidiyoruz.

Aynı şey Apoyevmatini için de geçerli. Yalnızca destekle, sözle falan olacak iş değil bu.

Peki, hem Apoyevmatini’yi hem de diğer azınlık gazetelerini rahata kavuşturacak bir yasal düzenleme ne olabilir?

Çok basit; Basın İlan Kurumu diğer gazetelere verdiği gibi bize de ilan verecek. Ama öyle bağış gibi, sadaka gibi değil zira şimdi sadaka veriyor, “Al da sus” der gibi. Bildiğim kadarıyla Agos mesela o parayı almıyor bile. Keşke benim de imkânım olsa da almasam. Ama Apoyevmatini’nin bütçesi zaten açık veriyor. Bu durumda istemeyerek kabul etmek zorunda kalıyorum o Basın İlan Kurumu’ndan gelen sadakayı. Aslında insanı böyle bir şeye zorunlu bırakarak ona kötülük yapmış oluyorsunuz. Sen gazeteye sadaka vereceğine o gazeteyi sadaka verilecek duruma getiren koşulları değiştir.

Resmi ilan verilemiyor mu yoksa özellikle verilmiyor mu?

Eskiden verilemiyordu. Sonra bir düzenlemeyle bunu değiştirdiler sağolsunlar. Yönetmelikte ufak bir değişiklik yaparak ilan verilmesi yasağını kaldırdılar. Ama diğer yayın organlarında olduğu gibi verilmesini zorunlu kılmadı. Böyle olunca ne bir belediye, ne bir mahkeme, ne bir banka vs bize ilan vermiyor.

Büronun kapatılmasına dönelim mi?

Ben o büroyu aslında beş yıldır kullanmıyorum. Evde çalışıyorum artık. Çalışma odam burada, bilgisayarım burada, dosyalarım burada. Bir de düşün ki o büroda zamanında 35 kişi çalışıyordu, yani büronun bir işlevi vardı. Zaten sadece o büro değil Suriye Pasajı’nın büyük kısmı Apoyevmatini gazetesine aitti. Ama şimdi ben ve oğlum çıkarıyoruz gazeteyi ki bu da günde 17-18 saat çalışmak demek. Ben günde 18 saat o büroda çalışamazdım ki. Peki orayı neden tuttum bu zamana kadar? Her ne kadar oradaki mal sahibi kolaylık sağlasa da, kirayı hep uygun bir tutarda alsa da bakarsan beş yıldır boşuna kira ödüyorum. Ama ben rahatsız oldum çünkü o büronun kira değeri aslında epeyce fazla. Adam 5’e kiraya vereceğine sırf biz yıllardır oradayız diye bize 1’e veriyor kiraya. Bunu kendime yediremedim, o insanların bana olan saygısını istismar etmek istemedim açıkçası.

Daha önceki sohbetlerimizde bir Rum Basını Müzesi fikrinden bahsetmiştiniz…

Benim isteğim, mesela bir sponsorun desteğiyle orayı ya da belki daha uygun başka bir yeri İstanbul Rum Basını Müzesi haline getirmek. Yalnız müze değil de, örneğin Rum basınıyla ilgili çalışma yapmak ya da Rum basınının arşivinden yararlanmak isteyen herkesin gelip rahatça çalışabileceği bir yer haline getirmek. İstanbul’da çıkmış tüm Rumca gazetelerin dijital arşivini yapıp orada ilgilenenlerin, akademisyenlerin, öğrencilerin hizmetine sunmak istiyorum. Bana senede 40, 50 öğrenci geliyor bu konuyla ilgili. Hocalar geliyor bu konularda çalışan. Ama maalesef bir arşiv, düzenli bir arşiv yok. Gelen kişi bunları çalışırken etrafında da basının tarihi olacak. Bizim büromuzda ilk daktilolardan ilk radyolara, bir sürü tarihsel önemde şey var. Şimdi onlar depolara kaldırılacak mesela.

Suriye Pasajı benim için çok önemli. Gazetemin bürosunun 90 yıldır orada olması bir yana, o binayı diken de benim gazeteyi kuran amcalarımın amcasıdır. Orada, girişte yazar bir sütunda, “Architect Demetr Vasiliadis” diye.

Sadece gazetenin bürosunu terk etmediniz, bir aile geleneğini geride bırakmış oldunuz yani…

Manevi bağlarımın olduğu bir binayı terk etmiş oldum. “Üzüldün mü?” diye sordular bana. Ben de “Gözüme bakın, anlarsınız” dedim. Derler ki sevinç paylaştıkça artarmış, üzüntü ise paylaştıkça azalırmış. Ben eksilmesini istemiyorum bu üzüntünün, o yüzden de çok paylaşmıyorum. Bu benim üzüntümdür, doya doya yaşayacağım. Doğa bile bunu bir dengeye oturtmuş; demek ki böyle bir derdin devası üzüntüyü hissetmek aslında. Yani ben bunun acısını yaşıyorum ama bu işin şifası da bana göre bu acıyı yaşamaktan geçiyor.

“Ben hayatta oldukça Apoyevmatini çıkacak!” mı diyorsunuz peki?

Hayata verdiğin anlam önemli. Direnme imkânım ve gücüm oldukça, evet. Ama yine de bir ikilem yaşıyorum. Benim yapmam gereken bir görevim daha var; yaşadıklarımı, gördüklerimi, bildiklerimi yazmak, bir kitap haline getirmek. Ama sana şöyle söyleyeyim: Apoyevmatini büyük bir karpuzsa, o kitap koskoca bir Diyarbakır karpuzu; ikisi bir koltuğa sığmıyor. Ya birini yapacağım ya da diğerini. Kitabı yazabilirsem çok mutlu olacağım, büyük bir görevi yerine getirmiş gibi hissedeceğim, yazamazsam çok üzüleceğim, eksik kalacağım. Diğer yandan Apoyevmatini’yi çıkarmaya son verirsem üzülecek tek kişi ben olmayacağım; cemaat üzülecek. Onun için düşünüyorum, hangisini yapmam lazım diye. Şimdi oğlumla çalışıyoruz. Apoyevmatini’nin bir istikbali olursa o devam edecek ve belki 100 yaşını aşacak.

Ama ben bir şekilde hayata güveniyorum. Bakın bundan birkaç yıl önce bir toplantıda gazetenin önemli mali sorunlarla boğuştuğunu, belki kapanacağını söyledim. Bir anda bir kampanya başladı ve 400’e yakın Rumca okuma bilmeyen Türk destekçi gazeteye abone oldu. Bu dayanışma gazeteyi kapanmaktan kurtardı ama benim için başka bir ağırlık oldu. Kendilerine okuyamadıkları bir dildeki bir gazeteden başka hiçbir şey sunamadığım insanlar bana destek oluyor… Mesela bir kez daha desteğe ihtiyacım olsa bu insanlara tekrar gidemem ben, destek verin diyemem. Çünkü zaten çok ama çok değerli bir şekilde, bilmediği bir dildeki gazeteye abone olarak bir kez desteklemiş bu kültürü. Şimdi teşbih doğru olacak mı bilmiyorum ama, nasıl ki bir kapıya iki dilenci gidince olmazsa, aynı dilenci aynı kapıya iki kez gidince de olmaz.

Bu arada bu insanların arasında, harçlığını toparlayıp gazeteye üç aylığına abone olan lise talebesi de var, düşün. Ve biliyor musun, benim için bu dilde okumayı bilmeyenlerin katkısı çok ama çok değerli.

Taşıma suyla değirmen döndürüyor gibi olmuyor mu bu? Hep böyle mi gidecek? Her kriz zamanında, “Apoyevmatini gidiyor, destek olun” diyemeyeceksiniz. Hem zaten hep destekle ayakta duran bir gazete, gazete işlevini yitirmez mi?

Bu gazetenin aylık maliyeti 20 bin lira civarında. Benim ve oğlumun da para almadan çalıştığımızı, yani aslında emeklerimizin karşılanamayan maliyetini düşün… Çok ciddi bir maliyet bu. Her şeyi bırak, kendi emekli maaşımı da bu gazetenin kasasına koyuyorum aldığım gün.

Bu gazeteyi gazete olarak çevirecek bir gelire ihtiyacımız var. En temelde ilan. Tabii keşke abonelerle olabilse bu iş. Örneğin reklam aldığında bir şekilde o reklam verenlere mecbur oluyorsun. Ama çok sayıda abone öyle değil.

Şimdi yalnızca vakıfların yolladığı “şu kilisede ayin var, şurada böyle bir tören var” gibi ilanlar alıyoruz. Bunları zaten para almadan yayınlıyordum, ama şimdi mecburen para alıyoruz. Cemaatin nüfusu 600 aile, yaş ortalaması yüksek. Böyle olunca cemaatten insanların şirketlerinden, girişimlerinden de pek söz edilmiyor; yani Rum cemaatinin esnafından, eşrafından, girişimcisinden de pek söz edemiyorum reklamveren olarak.

Büroyu kapattığınızın haberi duyulunca kimler aradı?

İlk Baskın Hoca aradı. Ardından telefonların ardı arkası kesilmedi. Sanki taziye kabul ediyorum dünden beri. Okurlar, destekleyenler, eş, dost… Çocukluğunda Apoyevmatini satarak harçlık çıkaranlar bile aradı ağlayarak. Ben de düşünüyorum ki bazen, benim bir ayağımı kesmişler, diğer ayağımla seke seke ilerliyorum, “Aa, ne güzel, tek ayağıyla nasıl da seke seke ilerliyor!” diye mutlu oluyorlar, tebrik ediyorlar. Durum tam olarak bu.

Bunun bir çözümü yok mu? Bence var. Bir çalışan istihdam ederek gazeteyi çıkarabiliriz. Ama maalesef bu istihdamı Türkiye’den değil de Yunanistan’dan birini çağırarak yapabiliriz çünkü ne yazık ki Türkiye’deki Rumlar bile akıcı ve doğru bir Yunanca’yla bunu yapabilecek durumda değil. İmkanı olan, bu dil becerisine sahip olan Rumlar da kendilerini bu belaya sokmayacak kadar akıllılar; daha büyük gelir getirecek işler yapıyorlar.

İçten bir cevap bekliyorum: Terk ettiğiniz yere, Suriye Pasajı’na tekrar döneceğinize dair bir inanç, bir hayal var mı?

Arkaya bakmamak lazım; yoksa önündeki çukura düşersin.

Peki Apoyevmatini’ye sarılmak da arkaya bakmak değil mi?

Değil! Ben Apoyevmatini’yle ileriye bakıyorum. Bu gazete geçmişte ne güzeldi falan demiyorum; gelecekte neler yapabilir onu düşünüyorum. E böyle bakınca Suriye Pasajı da bizim için arkada kaldı artık. Biraz önce sözünü ettiğim müze ve arşiv fikrim gerçekleşecek olursa belki… Ama onun için bile daha uygun bir yer arayıp bulurum diye düşünüyorum.