Ertuğrul Kürkçü: Altan Tan’ın HDP’yi eleştirip Bahçeli’yi övmesi talihsiz oldu

[ A+ ] /[ A- ]

bekleyiş

T24

Sebahat Tuncel ile birlikte geçtiğimiz yıl kurulan HDP’nin ilk eş başkanlığını yapan, halen HDP Mersin Milletvekili ve partinin onursal başkanı olan Ertuğrul Kürkçü, HDP Milletvekili Altan Tan’ın 6-7 Ekim’de çıkan Kobanê olayları sonrasında HDP için getirdiği eleştiriler ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi öven söylemlerine ilişkin olarak, “Bunun talihsiz bir örnekleme olduğunu söyleyebilirim. Bunun siyasi sonuçlarıyla yüzleşince Altan Bey de ‘Keşke dememiş olsaydım’ demiş olabilir” dedi. “Bahçeli biliyorsunuz bu gollük pası kaçırmadı” diyen Kürkçü, “Bu meseleyi konuşurken, bizim MHP ya da başka bir parti gibi tek merkezli olup olmadığımıza da bakmak lazım” ifadesini kullandı.

Kürkçü, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Sırrı Süreyya Önder arasında krize yol açan “Abdullah Öcalan’a sekretarya kurulacak” tartışmalarına da değinerek, “Bence hükümet değil, Arınç kendi kendine konuşuyor. Bu müzakerelerde yer alan herkes açısından mutabakata varılmış bir konu” diye konuştu.

Türkiye’deki 68 kuşağının önde gelen isimlerinden Ertuğrul Kürkçü, 2011’de milletvekili seçildiğinden beri BDP içindeki sosyalist bloğun öne çıkan yüzü oldu.

Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’in sorularını yanıtlayan(27 Ekim 2014) Kürkçü’nün açıklamalarından satırbaşları şöyle:

‘Halk kabından çıkmıştı, HDP’nin başka çaresi yoktu’

– Hükümet 6-7 Ekim için ‘kalkışma’ diyor. Sizce neydi?

6-7 Ekim’i bir patlama anı olarak kabul edecek olursak tabii bunun arkasında bir birikim var. Ben temmuzdan itibaren bölgeye gidip gelmeye başladım. Bölgede çözüm sürecinin elle tutulur bir sonucunu göremeyen, küçük düşürüldüğünü düşünen, Kobanê’de ve genel olarak Rojava’da olan bitenlerden rahatsızlık duyanların hırslandıklarını çok yakından görebildim. 6-7 Ekim’deki patlama benim açımdan bir çağrının eseri değil, bir çağrıyı zorunlu kılan bir sosyal kabarmanın sonucuydu. Hiç kimse davet edilmemiş olsaydı da halk zaten kabından taşmıştı.

– Ancak sonuçta HDP’nin çağrısı bu öfkenin teskin edilmesi yönünde olmadığı gibi, orada yaşanan şiddetin meşrulaştırılmasına yönelik bir araç olarak algılandı.

Nesnel olarak olayları sıraya dizersek böyle olmadığını görebiliriz. Amerikan uçakları bir hafta boyunca Kobanê semalarında geziniyordu ama herhangi bir şekilde IŞİD’e zayiat verdirecek biçimde bir bombalama yoktu. İnsanlar eldeki son imkân olan koalisyon güçlerinin IŞİD kuşatmasını kırmakta hiçbir işe yaramadığını görünce kendilerini tamamen çaresiz hissediyorlardı. Böyle bir anda gelen son çağrıyla birlikte yapılacak tek şey dünyanın dikkatini buraya çekmekti. Kobanê bir soykırım ile ortadan kalkacak hissiyle bu çağrıyı istediler. Yoksa HDP, yani o halkın temsilcisi/sözcüsü olan parti bunun gereğini yapmaktan ne kaçınabilirdi ne de başka bir çaresi olabilirdi.

– O çağrıyı yapmasaydınız ne olurdu?

Bu çağrı yapılmasaydı, halkın protestosuna politik bir karakter kazandırılmamış olsaydı IŞİD saldırısı altındaki Kobanê’ye ne dünyanın dikkati dönerdi ne de Türkiye’nin. Ne de hükümet bir çıkmazla karşı karşıya olduğunu idrak ederdi. Bence protesto gerekliydi. Ama protesto süreci içinde bu kadar çok insan hayatına kastedileceğini o kadar kolay öngöremezdiniz. Sonuçta 48 insan hayatını kaybetti ve bunların büyük bir bölümü hükümet güçlerinin açtıkları ateş sonucunda öldürüldü.

‘Bağımsız araştırma sonucunu kabul eder, gereğini yaparız’

– Linç edilen Yasin Börü gibi Hüda Par’lı gençler de var.

Tamam ben de onu söylüyorum.

– Onu da mı hükümet güçlerinin yaptığını söylüyorsunuz?

Hayır, ben öyle bir şey söylemiyorum. Ben bunun araştırılmasını istiyorum. Bunu tam olarak sizin de benim de bildiğimizi düşünmüyorum. Böyle bir ihtimal de vardır.

– Yani size yakın Kürt gençleri tarafından linç edilmiş olma ihtimali de var.

Var. Ama çok başka ihtimal de var. Üçüncü bir gücün araya karışmış olması, güvenlik güçlerinin aşırı güç kullanması, kışkırtmalar… Ayrıca bir tek orada bir şey olmadı. Pek çok şey oldu. Aynı şekilde yurtseverler de katledildi. Bingöl katliamı hâlâ bir muamma. Ama kaynağında mesele Kürtler arası bir gerilim meselesi değil. Kobanê ile IŞİD arasında bir mesele.

– Aynı karşıtlık Güneydoğu sokaklarında HDP ile Hüda Par arasında mı vuku buldu? Hüda Par IŞİD’in tarafını tuttu demeye mi getiriyorsunuz?

En azından Kobanê’nin tarafını tutmadığını gördüğümüzü, söyleyebiliriz. Fakat bunun da evveliyatı var. Hüda Par ile Kürt yurtsever gençliği arasında son bir yıldır sürüp giden bir gerilim vardı. Tabii her şeyin kaynaşmaya başladığı bir anda bu birikmiş nefret de devreye girmiş olabilir. Sonuçta evet can kayıpları oldu, esasen Kürtlerin hayatları sona erdi. Bunun sebeplerinin ve arkasındaki güçlerin aydınlatılması için biz bir meclis araştırması teklif ettik fakat AKP ile MHP bunu reddetti. Ben bugünden şunu söyleyebilirim; HDP bağımsız bir araştırmanın sonuçlarını kabul eder ve gereğini yapar. Bunun önünde durulamaz. İnsan hayatından daha değerli ne var.

‘Evet Öcalan da dedi…’

– HDP’nin de bu çağrıyı yapmaktan başka bir şansı olmadığı, KCK’nın size bu taleple geldiği konuşuluyor. Son olarak da Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan yaşananların arkasında Öcalan’ın işaretinin olduğunu söyledi. Öyle miydi gerçekten?

Ben bayılıyorum bu hükümet yetkililerine. Öcalan’ın buna mesnet gösterilen sözünün üzerinden 20 gün geçtikten sonra ve bütün her şey olup bittikten sonra geri dönüp eşinip buradan bir sebep icat etmek muhteşem! Bence bunların hiçbiri yüzünden olmadı. Çağrı var olan ve kabından taşan ortadaki halk öfkesinin siyasi bir kanala yönlendirilmesi ve yaygın bir etki sağlanabilmesi içindi. Evet, Öcalan da dedi, biz de dedik. Ama bunun çığırından çıkmasına yönelik ne bir telkin ne bir teşvik oldu. Belki bizim naifliğimizden söz edilecekse şu denebilir; demokratik ve halkın haklarının gözetildiği bir ülkede yaşanıyormuşçasına safça bir inançla harekete geçmek olabilir bizimki.

‘O çocukları politik olarak kontrol etmek imkansız’

– Olaylarda yer alanların yaşları oldukça küçük. Kürt siyasi hareketi bu küçük yaştan itibaren politize bir ruh haliyle büyüyen kitleyi tutacak noktada değil mi artık?

Ben gençlerin ele avuca sığmadıklarını çok net olarak görüyorum. Bir kere çocuklarla güvenlik güçleri arasında muazzam bir gerilim var. Devletin açıkça beyan etmediği ancak uyguladığı bir siyaset var; her Kürt çocuğunda potansiyel gerilla gören bir yaklaşım. Bu da çocukları çok erken yaşta politikleştiriyor, olgunlaştırıyor ve otoriteyle aralarında muazzam bir husumet ağı oluşturuyor. Kongra-Gel yöneticilerinin, Remzi Kartal’ın şu sözlerini hatırlıyorum; ‘Belki de biz diyalog yürütebileceğiniz son kuşağız’. Bunda bir hakikat vardı. Şimdi bu hakikat ortaya çıkıyor. Sekizinci sınıftan itibaren kendilerine saygı gösterilmediğini düşünüp okuldan ayrılıyorlar. Ondan sonra da ne BDP’nin-HDP’nin ne de DBP’nin kontrol ettiği, tamamen kendiliğinden hareket halinde olan bir gençlik topluluğu haline geliyorlar. Bu çocukların politik olarak etkin bir biçimde kontrol edilebilmesi hemen hemen imkânsız.

– Öcalan da mı edemez?

Öcalan’ın bir manevi otoritesi var. Ama siz kendinizi politik olarak daha çok duygu ya da sezgileriyle hareket eden bir gencin yerine koyun. 13-16 yaş arasındaki çocukların Öcalan’ı tam olarak çözümlemeleri hiç de kolay değil. Öcalan o gençler için parlayan bir güneş.

– Che Guevara gibi popüler bir figür mü?

Guevara’ları yok, onların Serok Apo’ları var. ‘Serok Apo bizim özgürlüğümüz için tutsak edilmiş bir liderdir, biz kendimizi ona bağlı hissediyoruz’ derler. Fakat bu bağlılığı kuran ya da örgütleyen güçlü mekanizmalar yok. Onlar bir isyan sezgisiyle kendilerini oraya bağlı hissediyorlar. Ve ona yönelen her türlü tehdit onların yüreklerinde büyük bir öfkeye dönüşüyor. 13-14 yaşından itibaren kendilerini bu statükoyla mücadele içinde hissediyorlar ve akılları buna göre çalışıyor. Ben bizim politikacılarımızın onlar kadar bu reflekslere sahip olduğunu düşünmüyorum.

– Bu partinize bir özeleştiri mi?

Özeleştiriden ziyade kuşaklararası iletişimsizliğin nedenleri üzerine bir gözlem sayabilirsiniz. Belki özeleştiri şu; daha çok onların arasında yaşamak, onlarla daha çok vakit geçirmek gerek. Ben standart politikanın tıpkı sistem gibi bu çocukları bir çeşit baş ağrısı olarak gördüğünü düşünüyorum. Onlara bir yeniden eğitici olarak yaklaşmak için yeterince donanmadıklarını düşünüyorum.

‘Mesele sömürge okulu görüntüsü’

– Peki bir gencin kendi milliyetinden yaşıtlarının eğitim aldığı okulları yakarak yok etmeye çalışması kabul edilebilir bir şey mi?

Bunun tartışılacak bir yanı yok, “yakılabilir de” diyecek halimiz yok. Peki niye yakıyorlar? Bunun arkasında bu kendilerini ezen, kimliklerine ve değerlerine ait her şeyi yok eden eğitim rejimine karşı duydukları muazzam bir nefret var. O yüzden zaten 15 yaşından sonra okula gitmiyor. Sonra da orayla arasında hiçbir bağ kalmıyor. Tabii ki okul yakılmasın, çünkü oraya gidenler var. Başka bir mekanizma, özerk okullar kurmadığımız sürece çocuklar okuma-yazmayı, temel bilgileri öğrenme ihtiyacını buradan gideriyor. Nasıl Cezayir devrimcileri Fransız sömürge okullarında okudularsa… Durum tam olarak buna uyar uymaz ama şunu söylemek istiyorum. Burayı da bir sömürge okulu görseler de sonuçta bugün çocukların okuyacağı yer burası. HDP bunların olmamasını isteyebilir ama bazen iradesi ve gücü yetmeyebilir. Asıl mesele bunların birer sömürge okulu olarak görünmesinin önüne geçecek özgürlük alanları yaratmakla ilgili.

– Altan Tan 6-7 Ekim olaylarından sonra partinize ciddi eleştiriler getirdi, hatta MHP liderini öven bir tavır sergiledi. Siz de ülkücü hareketi sokaklardan uzak tutan MHP’nin tavrının sizlere örnek olması gerektiğini düşünür müsünüz? Bu hissiyat HDP içindeki genel hissiyatın neresine denk düşüyor?

Ben tabii bunun talihsiz bir örnekleme olduğunu söyleyebilirim. Bunun siyasi sonuçlarıyla yüzleşince Altan Bey de ‘Keşke dememiş olsaydım’ demiş olabilir. Bahçeli biliyorsunuz bu gollük pası kaçırmadı. Bu meseleyi konuşurken, bizim MHP ya da başka bir parti gibi tek merkezli olup olmadığımıza da bakmak lazım. Kürdistan özgürlük mücadelesinin tek bir politik merkezi yok. KCK diye bir politik vakıa var, DBP diye başka bir politik vakıa var. Ben Altan Bey’in HDP alanın bütününe sahipmiş, alanın tamamını çekip çeviriyormuş, işini tam yapmamış gibi konuştuğunu görüyorum. Ben bu kanaatte değilim. Yanlış anlaşılmasın şunu demek istemiyorum; biz yapmadık başkaları yaptı. Fakat biz hareketin ne kadarını sevk ve idare ettiysek o kadarından sorumlu olabiliriz. Biz bugün o hasarla yürümek ve tamir edip yola devam etmek durumundayız. Ancak Kobanê’nin düşme ihtimali karşısında herhangi bir çağrıya sahip olmayan bir partinin Kürtlerin gönlünde gelecekte pek bir yeri olamazdı.

HDP’Nin realitesi; halkımızın tamamı üzerinde mutlak yönlendirici gücümüz yok

– Partinizin şiddetle arasında net bir mesafe olduğunu söyleyebiliyor musunuz?

Açık bir politik partinin kendi politik pratiğinde şiddetle arasında sonsuz bir mesafe olması gerekir. Bence partinin temel mekanizmaları bakımından öyle. Ama seçmenlerimizin ve halkımızın tamamının davranışını güdümleyebildiğimizi söylemek olsa olsa bir böbürlenme olur. Bu doğru değil. Biz bunları sevk ve idare edecek kadar örgütlü değiliz. HDP’nin realitesi budur. Belki de HDP’nin bugün yaşadığı en önemli sıkıntı güçlü bir biçimde politize olmuş bir halkın hareketleri üzerinde mutlak yönlendirici güce sahip olmaması ama sanki böyle bir gücü varmışçasına sorumluluklarının olması.


‘İmralı’da ne konuşuluyorsa anında bizim bütün birimlere dağılıyor.

AKP teşkilatının haberi var mı?’

– Hükümet mahfillerinde Öcalan’ı hep Kürt hareketinin bahsettiğiniz diğer aktörlerinden ayrı bir yere koyup sahip çıkma var. Bu tavır Kürt hareketinin diğer bileşenlerinde ‘Öcalan bizi satıyor mu’ acaba diye bir soru işaretine sebep oluyor mu?

Bende olmuyor. Biz özgürlük hareketiyle ortaklık kuran Türkiyeli sosyalistleriz, öteki HDP bileşenlerinde de yok. Ama daha çok geçmişte savaşa dahil olmamış, mücadelenin acılarını çekmemiş ama PKK ve Öcalan’ın sahip olduğu nüfuzdan ötürü kendini kenarda hissetmiş insanlar arasında böyle söylentiler olduğunu görüyoruz. Öcalan müzakerelere başlamadan önce dahi, tutuklanmadan önce dahi böyle bir trend Kürdistan’da vardı. Bu dün de vardı, bugün de var. İkincisi de; hükümet Öcalan’ın Kürt kitleleri üzerindeki belirleyiciliğini kendi yanında göstermek için çok çaba gösteriyor. Bunu olduğundan mümkün olduğu kadar farklı göstermeye çalışıyor. Yoksa heyet gidiyor, geliyor. İmralı’da ne konuşuluyorsa o anında bütün birimlere dağılıyor. Herkes ne konuşulduğunu biliyor. O yüzden manipülasyona gelmezler, gelmeyiz. Ama AKP’nin işi zor. Parti teşkilatına ne konuşulduğuna dair hiçbir bilgi gittiğini sanmıyorum.

‘Cumhurbaşkanlığı seçiminde kazandığımız mutlak bir sonuç değildi’

– Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adaylığıyla birlikte HDP’nin metropollerde yakaladığı sempatinin 6-7 Ekim olaylarıyla birlikte bir soru işaretine döndüğünü gördük. İçeride sizler ‘Biz iyi bir rüzgâr yakalamıştık ama galiba bunu kaybediyoruz’ gibi bir analiz yapıyor musunuz?

Bu terimlerle henüz yapmadık ama merkez yürütme kurulunda 6-7 Ekim’de ne olduğunu tartıştık. Bu tartışmadan bağımsız olarak şunu söylemeliyim; Cumhurbaşkanlığı seçiminde elde ettiğimiz sonucun mutlak bir sonuç olmadığını, bunun kısmen Cumhurbaşkanlığı seçiminin kendine özgü karakterinin de bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Eğer bu bir milletvekilliği seçimi olsaydı böyle tecelli etmeyecekti. Burada biraz da CHP’yi cezalandırmak isteyen seçmenin, ikinci bir tur olacağı güveniyle oylarını kullanması var. Dolayısıyla ne bu empati tamamen kayboldu ne de elde edilen mutlak bir sonuçtu.

– Bugün HDP seçime gitse Selahattin Demirtaş’ın aldığı yüzde 10’a yakın oyu alamaz mı demek istiyorsunuz?

Ben tabii bu terimlerle konuşmayacak kadar ne yaptığımı biliyorum. Ben şunu söylüyorum; her şey aynı kalsa da Cumhurbaşkanlığı seçiminin kendine özgü dinamiklerinin sonuçlarıyla bir genel seçimin sonuçları aynı çıkmayabilir. Fakat bu süreci mükemmel idare etmediğimiz ortada olduğuna göre bunun bir siyasi faturası olacaktır. Bu faturayı ödeyip yolumuza devam edeceğiz.

‘HDP’yi yemeden Selahattin Demirtaş’ı nasıl yiyecekler?’

– Nasıl bir siyasi faturadan bahsediyorsunuz? Mesela Selahattin Demirtaş’ın çağrıyı yapan kişi olarak hedefe konulduğunu gördük. Kişiler üzerinden mi kesilir o fatura?

Partimizin gerçek yaşamında bu kadar kişiler üzerinden konuşulan bir parti olduğunu düşünmüyorum. Parti bu sürecin sorumluluğunu kolektif olarak üstlenmelidir ve üstleniyor da zaten. Ancak ister istemez başında kim varsa fatura ona çıkıyor. Fakat bunlar telafi edilemez şeyler değil. Nerelerden geldiğimizi bir düşünsenize. Bir dönem bu parti sosyal ikonografide canavar olarak resmediliyordu. Öyle olmadığını gösterecek pek çok fırsat önümüze çıktı ve bu günlere geldik. Önümüzdeki dönemde siyasi konjonktürlerin gereğini hakkıyla yerine getirebilirsek ortaya çıkmış olan tereddütleri giderebileceğimizi düşünüyorum.

– Son günlerde sosyal medyada Erdoğan’ın geçmişteki Hakan Fidan’la ilgili söylemlerine atıfla ‘Biz de Demirtaş’ı yedirtmeyiz’ kampanyası var. Neden böyle bir sahiplenmeye gerek duydu sizce seçmenleriniz? Kürt siyasi hareketi birini feda edip yola devam etme şeklinde bakabilir kaygısı mı var bunun arkasında?

Kim hareketin sözcüsüyse tartışmanın onun etrafında dönmesi kadar doğal bir şey yok. Fakat, HDP’yi yemeden Selahattin Demirtaş’ı nasıl yiyecek ki yemek isteyenler? Bence öyle bir şey yok. HDP kendi eşbaşkanlarına, kadrolarına sahip çıkarak yürüyecek. Orada bir tartışma yok.

– O siyasi fatura nasıl ödenecek peki?

Toplum size ‘Biz sana kredi verdik ama şimdi bunu geri çekiyoruz’ diye bir fatura sunarsa yapacağınız şey bunu kabul etmektir. Boş yere itiraz etmek yerine kollarınızı sıvayıp çalışmanızdır. Mümkün mertebe az hata yaparak yürümektir.

‘Kobanê-ABD denklemi sosyalistler için Stalingrad gibi’

– HDP içindeki Türkiye sosyalistleri açısından Kobani meselesinde sergilenen tavır kendi içinde bir paradoksu barındırmıyor mu? Yıllarca antiemperyalizmi savunanlar bugün Amerikan müdahalesi için çağrı yapanların arasında yer aldı.

Bence bu savaşın doğası. Şu sıra Kobani’yi Stalingrad’a benzetiyoruz ya… Stalingrad savunmasının gücü karşısında II. Dünya Savaşı günlerinde Amerikan basınının nasıl bu komünistleri göklere çıkaran yazılar yazdığını görseniz şaşarsınız. Bunlar savaşın doğası gereği. Ama o savaş biter bitmez Churchill’in ‘Avrupa’ya bir demir perde indi, şimdi komünizme karşı savaş ilan ediyoruz’ diyen çağrısını da biliyoruz. Dolayısıyla bunlar mutlak anlar değil. Lenin’in güzel metaforlarından birine müracaat edebileceğimizi düşünüyorum. Yolunuzu kesen hayduda cüzdanınızı verir, yolunuza devam edersiniz. Kobani’de olan budur. Bu çatışmada IŞİD’in katliam ve soykırım tehdidini neyle savuşturabiliyorsanız onunla savuşturursunuz.

– Şu durumda o da ABD’nin askeri gücü…

ABD’nin askeri gücünün harekete geçebilmesi o savunmanın muazzamlığıyla yakından ilgiliydi. Eğer Kobani teslim olmuş olsaydı ABD de kimse de harekete geçmeyecekti. Bütün bunları harekete geçiren esasen direnişin kendisine çektiği kamuoyunun gücüdür. Siz tahmin eder miydiniz Elle, Vogue gibi dergilerin Kobani’deki Kürt kadınları kapak yapabileceğini?

– Bu bahsettiğiniz şeyleri Batı’nın Kürdistan’ı kurdurma projesi için PR çalışması olarak görenler de var.

Bu laflara bayılıyorum. Batı’nın niye Kürdistan kurdurma gibi bir derdi olsun ki? Bunların hepsi fantastik, uydurma şeyler. Kürdistan diye bir şey var zaten. Bu Kürtler şimdi politik olarak ve kültürel olarak temayüz ediyorlar, ortaya çıkıyorlar. Bütün dünya Hıristiyan ya da Müslüman fundamentalizmi etrafında kutuplaşırken Ortadoğu’da -veya bizim deyişimizle Mezopotamya’da- sivil, seküler bir hareket temayüz ediyor. Türkiye’de, Rojava’da, güneyde, doğuda İran Kürdistan’ında güçlü bir şekilde temayüz eden bir Rönesans var. Düşünün, Rojava devrimi olmasaydı, IŞİD karşısında ellerini kaldırıp teslim olan Kürtler olsaydı, Kürtlüğün geleceği ne olabilirdi. Amerikalıların en sevdiği şeyin eşitlikçi, özgürlükçü bir Kürdistan olacağını da hiç sanmıyorum.

‘Arınç’ınki asker kafası’

– İmralı görüşmeleri için sekreterya meselesi Sırrı Süreyya Önder ile Bülent Arınç arasında bir atışmaya neden oldu. Arınç ‘belki heyetteki o arkadaşlar da değişir’ bile dedi. Ne var bu çıkışın arkasında?

Bu kaba güvenlikçi ukalalık. Fakat hükümetlerin sadece kaba güvenlikçi tavrı yok. Aynı zamanda politikanın gereklerine önem vermeye çalışan başka kanalları da var. Madem her şey Öcalan’la yürüyor, o zaman Öcalan’la yürütsünler. Adaya Öcalan’la görüşmek için Öcalan gitsin. Hmm, nasıl olur? Kürdistan özgürlük hareketi çeşitli bileşenlerden oluşan kompleks bir yapı. Tabii ki devlet adına hükümet müzakereyi Öcalan’la yürütecek. Bu olmazsa olmaz. Peki bütün öteki işler nasıl yapılacak? Onların dediği gibi olabiliyorsa hükümet Meclis’te Öcalan’la birlikte kanun çıkartsın. Biz ‘Nasıl olsa generaller var, AKP ile niye görüşelim; KCK ile ordu görüşsün’ demiyoruz. Savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir işse politika devrede olacak. Politikayı devreden çıkararak çözüm bulacağını sanmak güvenlikçi yaklaşım, Arınç’ınki asker kafası.

– Son noktada sürece zarar gelmesin diye hükümetin aklındaki sekreterya formülünü kabul eder misiniz?

Sonunda tabii ki buna karar vereceklerin başında Öcalan var. Fakat ben onun da bunu benimseyeceğini düşünmüyorum. Biz de bunu benimsemeyiz. Böyle çocuk oyuncağı gibi şey mi olur.

– O halde Bülent Arınç’ın açıklamasına rağmen şu noktadasınız; Sırrı Süreyya, Pervin Buldan ve İdris Baluken sekreteryanın doğal üyesidir.

Bu zaten kabul edilmiş bir şey.

– Ve kabul edilmiş şeyi inkâr mı ediyor hükümet?

Bence hükümet değil, Bülent Arınç kendi kendine konuşuyor. Bu müzakerelerde yer alan herkes açısından mutabakata varılmış bir konu. Şimdi durup dururken yol ortasında Bülent Arınç çıkıyor bunu diyor. Arınç kendince aba altından sopa gösteriyor. Evet müzakere de bir mücadele konusu ama bu kadar günübirlik, laf ola beri gele bir yaklaşım da müzakere ciddiyetiyle uyumlu değil.

Bütün ihtilafların aşılması bakımından atışmanın ortaya çıkarttığı asıl önemli olan sonuç bir üçüncü göz ihtiyacının yakıcı bir biçimde ortada durduğu. Tarafların nelerde mutabık kaldığı, hangi konularda anlaşmazlığın sürdüğü ancak her ikisine eşit mesafede bir başka göz tarafından toplum için inandırıcı bir biçimde ortada konabilir.

‘Akil heyet işlevini tamamladı aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz’

– Arabuluculardan mı bahsediyorsunuz?

Bu iki tarafın ve toplumun nezdinde makbul addedilen kişilerden oluşan kendisine arabulucu ya da oyun kurucu rolü vehmetmeyen, toplum adına süreci gözlemekten başka bir işlevi olmaması gereken bir heyettir.

– Siz bunu talep edince hükümet ‘Akil İnsanlar’ı işaret ederse kabul edecek misiniz?

Bu heyet işlevini tamamladı. Aynı ırmakta iki kere yıkanılamaz.

– İmralı görüşmelerinde müzakere aşamasına geçildi mi?

Müzakere aşamasına geçmek için en önemli hazırlıkların yapıldığını anlıyoruz. Ama henüz geçilmedi. Çünkü hâlâ deniyor ki, ‘Öcalan’ı başmüzakereci olarak kabul edemeyiz’. Fakat bu aşamaya gelmek dahi bizim açımızdan sosyal ve siyasal meselelerinin tamamının görüşüldüğü anlamına gelmez.

‘HDP çatışmasızlığın sürdürülmesi Talebiyle söz almamalı’

Mülakattan sonra cumartesi akşam saatlerinde Yüksekova’dan 3 şehir haberi geldi. HDP’nin ‘3 HPG gerillasının infazından sonra 3 asker öldürüldü’ şeklindeki açıklamasını görünce Kürkçü’yü arayıp böyle bir açıklamanın yaratacağı rahatsızlığı hatırlattım. Şöyle bir not gönderdi:

“Savaşa bir kez iade olduğumuzda, çözümsüzlüğün bedelini çatışmanın her iki tarafında kalan yoksullar ödüyor. Bir kez daha kent ve köy meydanlarını cenazelerin ardından intikam çığlıklarının doldurmaması, 90’ların yargısız infazları ve misillemelerinin hortlatılnaması için HDP MYK’sının çatışmasızlığın sürdürülmesi talebiyle söz alması politik sorumluluğunun gereği. Retorikle değil özle uğraşacaksak, sorumluluk ve yetki sahibi herkesin Öcalan’ın 21 Mart 2013 çağrısını bir kez daha hatırlamasından daha önemli hiçbir şey yok şu anda. Toplumu histeriye sürükleyecek hiçbir şeyin çözüme katkısı olmayacağı açık. Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesi ise, HDP’nin pusu ve misillemelerin demokratik bir çözüm siyasetini sürdürmeye değil rayından çıkarmaya yol açacağı uyarısına çok geç olmadan kulak vermek şart.”