Kesab’dan Vakıflı’ya çirkin şovun iç yüzü

[ A+ ] /[ A- ]

kesab

Karin KARAKAŞLI
Agos

Fotoğraflar: Berge ARABIAN

Önce bir silah sesi, sonrasında çığlıklarla gökyüzünde uçuşarak dağılan bir kuş sürüsü… Kesab’daki Ermeniler denince aklıma gelen ilk imge bu. Ermeniler ve Kesab, bin yıllık bir tarihten sonra ayrı düştü. Çok değil, Suriye’deki son iki yıllık savaş dehşetinde bile cennet mekân kalan ve Halep başta olmak üzere bombaların yağdığı şehirlerden can havliyle kaçanların kendini attığı o bir zamanların sayfiye yeri Kesab, artık bir hayalet şehir. Son ana kadar kasabada kalan kırk kadar yaşlı Ermeni’nin yarısı da şimdi Vakıflı Köyü’nde.

Talihin cilvesi bizi böyle buluşturacakmış, diyor hepsi de. Ne de olsa iki köy de aynı tarih ve coğrafyanın devamı. Ermenicenin aynı yerel ağzını konuşuyor, usul usul anlaşıyorlar. Büyük şehirlilerin rüyası, portakal ve limon bahçeli Vakıflı Köyü, bir sığınma yeri olmuş. Köyün iki pansiyonuna yerleşen Kesablı Ermeniler arkalarında kalan dehşeti, önlerindeki belirsizliği ve bir masal gibi sayıkladıkları eski hayatlarını bir arada sırtlıyor.

O yükten nasipleniyorum yanlarında ben de. İçimde 21 farklı hikâye var. Büyük politikaların ve küçük entrikaların savurduğu bu insanların her biri, kendi hayatını emanet ediyor aslında. Ve yazmaya koyulurken en çok onların onurunu ve bu hayatların özgünlüğünü korumanın derdindeyim aslında. Ellerinde minik plastik poşetler, üstelerinde haftalardır kalan tek kıyafetleri ile geldikleri bu yerde, hikâyelerini de ellerinden çalarsan, neleri kalır geriye?

Savaşı yaşayanla, teninde hissedenle doğrudan karşılaşmak başka bir terbiye. Anaokul öğretmeni Dzovinar Sulyan’ın deyişiyle “Dayağı yiyen ile sayanın durumu bir olmaz.” Herkes o dayağın acısını hafifletmenin derdinde. Sabah, öğlen, akşam Vakıflı Köy’ün sakinleri, bu Tanrı misafirleri için nöbetleşe sofralar kuruyor. Her biri evinin, bağının, bahçesinin, koyununun, meyvesinin yasını tutan bu insanları sığındıkları odalarda rahat ettirmeye çalışıyor. Televizyonlar Lübnan, Suriye, Mısır ve Ermenistan kanallarına ayarlı. Aileler pür dikkat hava durumu izler gibi, Kesab’la ilgili son haberleri dinliyorlar. Sanki haberlerde bahsedildikçe, bir kâbustan uyanıp da bunları gerçekten yaşadıklarına ve dahası o kâbus öncesinde sıradan güzelim hayatlara sahip olduklarına inanmak ister gibiler. Gerisi derin suskunluk…

Burası kayıt makinelerinin iflas ettiği yer. Uzatacak mikrofonum yok. Dizlerinin dibinde oturmayı, dinlemeyi, anlamayı, anlatmayı deniyorum. Onlar konuştukça muhaliflerin hazırladığı ‘Ermenilerin kılına zarar vermedik’ mizanseni ve bu mizansende Türkiye’nin rolü apaçık ortaya çıkıyor. Hepsi de üç gün içinde olup bitenlere gafil avlanmış. Kaçabilenler gitmiş, geriye kalan kelaynaklar ise evleri kuşatan muhalif grupların elinde Kesab’daki bir Haleplinin genişçe evinden, Halep yolu üzerinde Dama’daki bir çiftliğe, oradan sınıra ve nihayet Vakıflı Köyü’ne kadar sürüklenmiş. Çiftlikte her an öldürülmeyi bekleyerek geçirdikleri o iki haftayı, bitmek bilmez yolları ve kucaklarında bitiştirdikleri ellerine bakıp da anlattıkları eski hayatlarını paylaştılar.

İlk durak

Üç erkek kardeş Hagop, Asbed ve Babken Curyan ile Babken’in Lübnanlı eşi Nıvart, benim hikâye yolculuğumun da ilk durağı oldu. Kardeşlerin yeşil gözlü yaşlı anneleri Karun’u ise sonradan pansiyon odasında görüyorum. Kesab doğumlu kardeşler, bir dönem yerleştikleri Lübnan’ı da iç savaş yüzünden terke etmek zorunda kalmış. O dönem hepsi de oto tamirciliği, eczacılık gibi farklı işlerde çalışırken Kesab’da da çiftçilik yapmışlar. Hagop Bey “Evimizi, toprağımızı bıraktık. Ben gelmişim 75 yaşıma, bu yaştan sonra dilenecek miyiz? Burada çok şükür her şeyimizle ilgileniyorlar ama biz alışmamışız ayağımıza yemek getirilmesine. Çalışmak isteriz” diyor.

Asbed Curyan sözü alıp o son üç günü anlatıyor: “Üç yılda hep bir saldırı dedikodusu olurdu. Son hafta da Facebook’ta burayı işgal edecekleri şeklinde bir şeyler okuyanlar olmuş. On beş gün önce Perşembe akşamüstü bombalama başladı. Cuma da artınca, arabası olanlar panik halinde kaçıştı. Cumartesi gününe kadar mukavemet eden askerler vardı. Sonra ne oldu anlamadık, birden milisler evleri kuşattı. Anladık ki askerler çekilmiş. Telefon, internet kesildi. Pazar sabahı kapıya dayandılar. Hepsi uzun sakallıydı. Kapıları kırıp ellerimizi havaya kaldırdılar. Bizi önce ev sahibi Halepli olan birinin büyükçe evine götürdüler. Hepimizi gruplar halinde orada topladılar. İki gün orada mahsur kaldık. Ameliyat olmuştum, eve gidip ilaç almak için izin istedim. Başka bir şey alamadık. Evin içi yağmalanmış, kapıya motosikletle girmişler, motosiklet yan yatmış, benzin akmış yerlere. Cam çerçeve inmiş. Sonrasında da bir daha ev bark görmedim zaten.”

Tutsakların ikinci konaklama yeri, Halep yolu üzerinde Kürt Dağı da denen Dama olmuş. “Çiftlik yeriydi. Ama tavuklar dahil ortalıkta hiçbir şey yok. Beton üzerini boydan boya halı kaplamışlar. Dua ettiklerini söylediler. Ayakkabılarımızı çıkarıp girdik. Hiç eşya yoktu içerde. Her birimize ikişer battaniye verdiler. On beş gün orada kaldık. Yemek verdiler. Arada bol bol Müslümanlık vaazı da verdiler. Gelin siz de dönün bu dine, dediler. Önce herkese Kesab’daki evlerine döneceğini söylediler. Çiftlikten çıkınca doğrudan tepedeki Katolik Kilisesi’ne götürdüler. Televizyon kanalları hazır bizi bekliyordu. Bizi çektiler. Eve dönüp eşyamızı toplayalım dedik. Gideceğiniz yerde, Türkiye’de her şey olacak deyip izin vermediler. Pasaport ve kimliklerimize de el koymuşlardı. Onları sonradan dağıttılar ama bir kısmımızınki halen eksik.”

Kayıplar ev bark ve kimlikle sınırlı değil. Babken Curyan’ın eşi Nıvart’ın Lübnan’da bir kızı bir de minik torunu var. Ama aklı fikri 23 yaşındaki oğlu Kevork’ta. Milisler oğlanı almış götürmüş. O gün bugün kendisinden tek bir haber yokmuş annenin bildiği. “Oğlum mutfak yapımında çalışır. Bahçe işleriyle uğraşıyordu bir de son günlerde. Ayağında askeri botlar vardı iş yaparken. Acaba onun için mi götürdüler?” diye soruyor.

Bazı soruların cevabı yoktur. Susuyorum.

‘Üç yüz koyunum gitti’

Yesayi Ayntablıyan, kızkardeşi Silva, eşi Hasmig ve 35 yaşındaki kızı Ani Ayntablıyan ile gelmiş Vakıflı Köyü’ne. 1958’de yabancı okullar kapatılınca yarıda kalan Amerikan Lisesi’ndeki eğitimine yanıyor halen. Abisi, “Lübnan’daki Kesab” diyebileceğimiz Ancar’a gitmiş, oradan elektronik mühendisi olarak ABD’ye geçmiş. “Ailede biri de fedakârlık edecek ne yapalım?” diyor.

Yanlış anlaşılmasın, karşımda gerçek bir savaşçı var. “Suriye’de elma ağacı konusunda üzerime yoktur. Eşimle birlikte 11 elma ağacı ile başladık, 2 güzel bahçe kurduk” diyor gururla. Arap-İsrail savaşı sırasında bahçeye yakın yere bomba düşünce Yesayi Bey’i de tutuklamışlar. Suçsuz yere 45 gün askeri hapishanede işkence görmüş, ardından salıverilmiş. Merkez yerdeki güzel topraklarını da mafya usulü kaçırıp tehdit ederek ele geçirmeye çalışmışlar. “Ben hep sıfırdan başladım hayata. En son da bu sürüyü büyüttüm yıllarca. Şimdi bilmem ki ne oldu 300 koyunum.”

“Patlama olduğunda dağda koyunları otlatıyorduk. Daha önce uçağın düşürülüşünü de gördük. Kızım, sınırdan askerlerin çekildiğini söyleyince endişelendim” diye anlatıyor son dönemi ve ekliyor: “Demeye kalmadan Allahuekber sesleriyle milisler geldi. Kızıma başını kapatması için bağırdılar. Kendi şapkamı verdim ona. Silah sordular. Dedik yok bizde silah. Cep telefonlarını aldılar. Tıktılar bizi o çiftliğe. ‘Korkmayın bizim Ermeniyle işimiz yok. Derdimiz Alevilerle. Alevi, babam olsa gebertirim’ dediler. Dönüş yolunda da Katolik Kilisesi’ne soktular. ‘Göreceksiniz kiliseyi temizledik. Bir tek haçını indirdik’ dediler. ‘Pis miydi ki kilise’ diye sordum. Cevap vermediler. Kilisenin içi televizyoncularla dolmuş. Biz Der Voğormya diye dua ederken kameraya çektiler. Zaten tam o anda da bomba patladı. Gördünüz mü Esad’ın adamları bombalıyor” dediler. Yine yola çıkarılıp sınırda Yayladağı Kaymakamı tarafından karşılandık. Bize yemek verildi ve Vakıflı’daki Ermenilerin yanına gideceğimiz söylendi. Şimdi işte buradayız.”

Evin içinden pek çıkamayan Halepli iki akraba Anahid Aharonyan ve Nerses Tangukyan’ın yanına gidiyorum. Yaşlı bir nine de döşekte yatıyor. Bahsi geçen tüm o çiftlik günlerinden bu kadar yaşlı insanların nasıl geçtiği ayrı bir muamma. Anahid Hanım, Nerses Bey’in ayaklarını gösteriyor. “İyi kötü yürüyebiliyordu bastonla. Günlerdir sandalye üzerinde oturmaktan, betonda yatmaktan bak nasıl şişti şimdi. Bizi buracıkta öldürün dedik. Olmaz dediler. Kucaklarda taşıyıp zorla arabalara bindirdiler.”

‘Sen çalışırsın, onlar yer’

Yine yatakta yanına vardığım Zaven Hovsepyan da yollarda bitap düşmüş. 35 yıllık beton ustası ve bahçıvan Zaven Bey, “O ki azınlıksın, sen çalışırsın onlar yer” diye özetliyor tekmil hayatını. Rejim zamanında da Kesab’daki yaklaşık 500 bahçıvanın her gün birer kasa rüşvet verdiğini ama hayatları boyunca 500 kasalık gelirleri olmadığını anlatıyor. Kasabanın bir anda boşaltılmasına ve Ermenilerin bu duruma gafil avlanmasına öfkeli. “Bizim idareciler sahne gördü mü ‘Çok yaşasın dilimiz, var olun halkımız’ diye atıp tutar. Ama iş icraata gelince sıfır. Zaten halkın üçte biri Muhaberat’a çalışan muhbir olmuş. Birleşme denen şey yok. Kiliselerin din adamları vaazlarını bile onay için rejime sunmak zorunda. İşte şimdi bu haldeyiz.”

Iraklı eşini kaybetmiş. Kızı, kendi deyişiyle yabancıyla evlenmiş. ABD’deki kardeşlerle bağı kopuk bu son dönemde. Bir hayali Ermenistan kalmış, oraya varmak istiyor. “İki dedem de çöllerde öldü. O dönem Fransa üzerimize güldü, şimdi bu topraklar kime yar olacak?” diye soruyor. Aklı da Kesab’da kurulan müzede kalmış. “Dünyanın dört bir yanından Ermeni kültürüne dair parçaları getirdiler. Bak şimdi Kesab kendi paramparça oldu.”

O dağılmışlığın en kıymetli parçaları şimdi Vakıflı Köyü’nde. Türkiye Ermeni toplumu için de soydaşlarına el uzatma, bildik bir acıya derman olma vakti. Surp Asdavazin Ermeni Kilisesi Vakfı’nın hesabı, (Ziraat Bankası Hesap No: 33222327-5001 Iban: TR83 0001 0004 4633 2223 2750 01) herkesin katkısını bekliyor. Elbette anlattığım bunca hikâyenin maddi olarak telafi edilebilecek bir yanı yok. Ama her tür desteğin Kesab ile Vakıflı Köyü’nü aynı Ermenice ağızda buluşturan o geçmişi anımsayıp, geleceği birlikte inşa etme gibi bir anlamı var.

Bana emanet edilen hikâyeler bunu emrediyor. Ben de şimdi o hikâyeleri sizlere teslim ediyorum.

kesab

kesab

Bir Rus aristokratı: Movses Arabian

Beni ayağa kalkarak karşılayan hüzünlü beyefendi Marc Chagall’ın tablolarındaki ince uzun yüzlü, derin bakışlı erkekleri anımsatıyor. Movses Arabian ve kızkardeşi Marta Arabian, kışı Lazkiye’de yazı Kesab’da geçiren ve birlikte yaşayan iki kardeş. Sürgün yolunda kaybolan Marta Arabian’ın ilaçlarına muadil aranıyor. Başı döndüğü için elinde bir baston var sürekli. Bir ağaç dalını anımsatan o bastonu için “Kesab’dan getirdim. Yaslanıyorum ki burada düşmeyeyim” diyor. Dünyanın en güzel ifadelerinden birinin sahibi Movses Arabian ise “Ermenistan ve ABD’de akrabalarımız var. Beni bu saç sakalla görmelerini istemem” diyerek sadece arkadan fotoğraflanmayı kabul ediyor. İki kardeş de durumlarının ne olacağı belli olana kadar protesto olarak en eski kıyafetleri ile durmaya karar vermişler.

Sonraki saatlerde Movses Bey’i Vakıflı Köyü’nün yokuşunu arşınlarken görüyorum. Kesab’da da hep böyle yürüyüşe çıkarmış. Hiçbir yere sığamaz bir hali var. Tam Lazkiye’deki evlerine doğru yola çıkacakları Cumartesi günü, milisler evi kuşatmış. Kendisinden diğer Ermeni evlerini göstermesini istemişler. Sonrası upuzun bir yol. “Ablam yürüyemez” deyince, şoförü yaralı bir milisin aracıyla Halepli’nin geniş evine gelmişler. “Akşam çok soğuk oldu. Evim bir kilometre ötede. Gidip ayakkabı, ceket alalım dedim. Yanımıza birini verdiler. Yürüdük, evden iki küçük poşetle bizi yine arabalara koyup Dama tarafına götürdüler” diye anımsıyor.

Beton yerleri halı kaplı, döşeği, koltuğu, kanepesi olamayan bu çiftlikte kadın ve erkek olarak iki gruba ayrılıp üzerlerinde iki battaniye ile iki hafta kalmışlar. “Beş vakit namaz kılıyor, siz niye dua etmiyorsunuz diye bizi de çağırıyorlardı” diye anımsıyor Movses Arabyan o dönemi. “Ben de günde üç kere ve Pazar günleri kilisede dua ettiğimizi anlattım.” İsa Mesih’in Tanrı’nın oğlu olmadığını söyleyip haçı yere çalmışlar. Movses Arabyan, o günlere dair konuşurken en çok kaybettiği poşetini anlatıyor. Eve girerken kargaşada el konan poşete dair yaşadığı gelgit, psikolojik savaşın ibret hikâyesi: “İçinde defterler ve başka şeyler vardı. Girişteki nöbetçiye söyledim. Bugün geç oldu yarın bakarız, dedi. Ertesi gün söyledim. Bizim büyüğümüz Emir’e sorarız dedi. En sonunda Emir’e de söyledim ama bir iki parçası dışında poşeti bulamadım.”

Kesab’da kilisede onları hazır nazır bekleyen televizyoncuları ve tam da o anda patlaması tutan bombayı hafif gülümseyerek anlatıyor o da. “İradeleri olunca bizi hududa götürdüler” diye özetliyor sürecin sonunu.

Akşam yemeğine, atkısını sarmalayarak yaptığı muhteşem bir kalpakla katılıyor. Bedenen buradalar ama iki kardeşin de gözü bir an önce Lazkiye’ya dönmekte. Movses Arabian’dan geriye bir de o sözü kalıyor: “Or mın e gantsni, keri martı inç gısbase/Gündür geçer, esir insan ne bekler…”

kesab

‘Tanrım neredeydin acaba?’

Serop ve Dzovinar Sulyan, akşam sofrasında karşılaştığım diğer iki misafir. Kilise jamgoçu olan Serop Sulyan, kalın beyaz bıyıkları ve yün takkesi ile William Saroyan öykülerinden fırlamış gibi. Travma sonrası, belki de hayatının en tayin edici şeyini söyleyerek başlıyorsundur artık konuşmalara, çünkü o da pat diye “1961’den 68’e tam 7 yıl askerlik yaptım Suriye’de” diye giriyor söze. İkinci cümlesi de hayatının diğer sac ayağını tamamlıyor. “On yaşında şabik giyerek ayinlerde yerimi aldım. O gün bugün kilisedeyim. Kilisemizin papazı Halep’ten gelirdi. O gidince ben sahip çıktım her şeye. 8 farklı makamla ilahi söylerim.”

Eşi Dzovinar ise anaokul öğretmeni. İki yıl sonra emekliye ayrılıyormuş. Olayların patlak verdiği hafta sonunun arifesine, öğretmenler ve anneler günü denk gelmiş. Tatil sonrası bir bakmış ki en büyüğü altı yaşında olan okulun minik kuzucukları ortada yok. Milisler tarafından alıp götürüldükleri o esaret günlerini anlatırken gözleri ağlamaktan kıpkırmızı: “Ölümü her an tenimizde hissettik günlerce. Çeçen, Libyalı, Mağripli, Mısırlı, Vahabi karışıktılar. Kesab’daki evde üst kattan bulup getirdikleri ne kadar Meryem Ana heykeli ve haç varsa gelip önümüzde yerde paramparça ettiler. Günler sonra Kesab’daki o Katolik Kilisesi’ne doğru sokarlarken bizi, bir de baktım ki ortalıktan ne bir kuş kalmış, ne de bir kedi. Ağaçlar desen, hep kapkara.” Gözünü hırsla silip bana bakıyor bir an. ”Okula bakamadım. Karanlıktı göremedim hiç. Çocuklar hâlâ rüyama giriyor.” Başını eğiyor sonra. Kucağına doğru fısıldıyor. “Tanrım, neredeydin acaba?”