‘Muassır Medeniyet’ Şarkısı…

[ A+ ] /[ A- ]

Mete K. KAYNAR
Radikal Gazetesi

Yıllar önce, ‘Paradigmanın İflası’ isimli çalışmasında rejimin temel paradigmalarının iflasını gözler önüne seren Fikret Başkaya, bu kitabında ise yıkılan paradigmaların yerine yenisini koymayı hedefliyor. ‘Yeni Paradigmayı Oluşturmak’ başlıklı kitap, bir yönüyle yeni ve sosyalist bir paradigma inşa etmeyi hedeflerken, diğer yandan da cumhuriyetin muasır medeniyeti yakalama hedefinden muasırlaşma kapitalizm ilişkisine, Avrupa Birliği’nden sürdürülebilir kalkınma mitine, tarımdan kültüralizme kadar geniş bir yelpazede fikirler ileri sürüyor…

Muasır medeniyetin arkasından koşarak yakalanabilecek bir şey olup olmadığı ve cumhuriyetin bu hedefinin içi boş ve reel dünyada karşılığı olmayan bir hedef olduğu düşüncesi, Başkaya’nın çalışmasının mihenk taşını oluşturmaktadır.

‘Muasır medeniyeti yakalama’ düşüncesi bir kez reel dünyadan koparılıp bir tabu halinde kitlelerin önüne konduğundaysa, Başkaya’nın kelimeleriyle, “…muasır medeniyet nemenem bir şeydir, ona ulaşmak mümkün müdür, arzulanır bir şey olmalı mıdır, bu kimin söylemidir, bu söylemin arkasında duranların gerçek niyetleri ne idi, söylemle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusudur… gibi sorular da gereksiz hale” gelmektedir. Nitekim içinde bulunduğumuz çağda iktibas yoluyla kapitalist merkeze benzemek de mümkün görünmüyor. Başkaya bunu şu kelimelerle ifade etmektedir:
Rejimin yöneticilerinin “…farkında olmadıkları önemli bir şey daha vardı: Kapitalist-emperyalist-kolonyalist modern çağda eskide [geçmiş dönemlerde] olduğu gibi uygarlıkların birbirlerinden iktibas yaparak ilerlemeleri artık mümkün değildi. Zira, kapitalizmin işleyiş mantığı, temel ‘hareket yasaları’ ve ortaya çıkardığı sonuçlar veri iken, iktibas yolu çoktan kapanmıştı. Kapitalist Batı’dan bir dizi kurum, kural, mekanizma ithal etmek, kapitalist gelişmenin önünü açabilirdi ama bu oradakinin [merkez] çevrede de aynı tarza gelişeceği anlamına” gelmezdi.

Oysa rejimin muasır medeniyet olarak bahsettiği şey sadece ve sadece ‘Avrupa(lı) gibi’ olmaktır; peki ya kapitalizmin kendi içerisindeki sömürü ilişkilerini hesaba katmadan Avrupa/Batı gibi olabileceğini, emperyalist/kapitalist batıya benzenilebileceğini düşünmek mümkün müdür? Ya da, eğer bu mümkün olsaydı bile, köleciliğin timsali, soykırımcı, sayısız toplumsal-insani yabancılaşmalarla malul, kapitalist, emperyalist, kolonyalist ve ırkçı, bir batıya benzemeyi bir toplumun önüne ulaşılması hedeflenen yegâne amaç olarak koymanın neresi mantıklıdır?

Rejimin İçinde Olmayanlar

Başkaya, cumhuriyetin kendine yegâne amaç olarak koyduğu muasırlaşmanın yanında cumhuriyetin kuruluş serüvenini de tartışmaya açar ve kurulan ‘şeyin’ bir ‘res publica’ olmadığını ileri sürer: Nitekim halk (res publica) yeni rejimin içerisinde yer almamaktadır. Ne kuruluş aşamasında ne de daha sonra halk bu rejimin içerisinde yer almamıştır. İşte bu niteliğidir ki Ekim 1923’de ilan edileni bir ‘cumhur’iyet olarak tanımlamak zorlaşmaktadır. Ekim 1923’de olan şey, Başkaya’ya göre, padişahın Kasım 1922’de devre dışı bırakılmasından sonra eski rejimin yeniden tezahür etmesinden başka bir şey değildir. Yine Başkaya’ya göre, Mustafa Kemal’in ebedi şef ilân edilmesine bakılırsa, saltanatın ilga edilmesinin bu bakımdan da bir kıymet-i harbiyesi olmadığı görülmektedir. Bununla birlikte yine yazarın vurguladığı gibi, “Meclis üyelerini [mebusları] Mustafa Kemal tayin ediyor, başbakanı da kendi tayin ediyor ve Başbakan’ın oluşturduğu bakanlar kurulu cumhurreisi [kendisi] tarafından meclisin onayına sunuluyor… Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir siyasî rejim, bir tek kişinin herşeyi belirlediği bir dikta rejiminden, bağnaz bir diktatörlükten, velhasıl kavramın bilinen anlamında otokrasiden başka bir şey değildir.”

Başkaya, cumhuriyetin temel retoriği muasırlaşma ile ‘modernite’ kavramını karşılaştırarak ele alır. Cumhuriyetin muasırlaşmasından farklı olarak modernite, Başkaya’ya göre, “…insanlık tarihinde bir kırılma veya geleneksel düşünce sisteminden kopuş, başka türlü söylersek, zihinsel-entellektüel bir devrimdi. Tarihe, insana, topluma farklı bir bakışı temsil ediyordu. Geleneksel ideolojiye ve ‘düşünce sistemine’ radikal bir meydan okuma’yı temsil ediyordu.” Bu şekilde tanımlanan modernitenin rejmin muasırlaşma hedefinden çok farklı bir zemine oturduğu kuşkusuzdur. Osmanlı-Cumhuriyet reformları ise modernite düşüncesinin tersine “Batı’dan ithal edilen bazı unsurlarla rejimi koruyup, onun eski gücünü ihya etme perspektifiydi… 1 Tanzimat, 1 Islahat, 2 meşrutiyet ve 1 cumhuriyet bu yolun duraklarıydı. Yenilikçi [müteceddit] denilen Osmanlı bürokratik seçkinlerinin paradoksu eski kafayla yeni bir şey yaptıkları, yapabilecekleri yanılsamalarıydı.”

AB Gerçek Karakterleri Gizliyor

Başkaya, çalışmasının ilerleyen bölümlerinde rejimin muasırlaşma düşüncesi, kapitalizm ve Avrupa Birliği düşüncesini bir arada değerlendirir ve AB’nin büyük sermayenin bir imparatorluğu olduğunun ve Türkiye’nin bu birliğin eşit bir üyesi olmasının imkânsızlığının altını çizer. Cumhuriyet yöneticileri AB’yi bir muasır medeniyet projesi olarak tanımlamakta, birliğe dahil olmakla rejimin bu temel retoriğine ulaşılabileceğini varsaymaktadır. Oysa birliğin emperyalist, kapitalist karakterini görmeden ve içinde bulunduğumuz çağda Türkiye’nin iktibas yoluyla bir kapitalist merkez olmasının imkânsızlığını değerlendirmeden AB basitçe ‘muasır medeniyetin cisimleşmiş şekli’ olarak ele almak baştan aşağı hatadır. Başkaya’ya göre, Avrupa sol partilerinin ortaya attıkları sosyal Avrupa düşüncesi de yanlıştır ve Avrupa Birliği’nin gerçek karakterini gizlemeye dönük bir politikadır. Çünkü Avrupa Birliği tarihinin hiçbir döneminde Avrupa halklarının birliği olmamış, sadece sermaye gruplarının birliği olarak kalmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ni bir muasır medeniyet projesi olarak ele alması ne kadar yanlışsa Avrupa solunun birliği sosyal Avrupa düşüncesi çerçevesinden ele alması da o kadar yanlıştır.

‘Demokrasi Oyunu’

Başkaya, demokrasi ve siyasi partilerin demokrasinin vazgeçilmez unsurları olup olmadığı düşüncesini de çalışmasında eleştirmektedir. Başkaya’ya göre, ilk başta demokrasinin ne olduğu sorusuyla ilgilenmemiz gerekmektedir: “Bir kere demokrasi, politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdâhil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edebiliyorsa, [itiraz, eleştiri, tartışma,öneri, karar sürecine katılma] başka türlü ifade edersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politikanın, politika yapmanın bir anlamı,bir değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir. Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da, politika yapmanın herkesin işi, olmasını varsayar… Ya da demokrasi, politika herkesin şeyi olduğu, herkes tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği durumda mümkündür.” Bu şekilde tanımlanan bir demokrasinin, Başkaya’ya göre, kapitalizmle bir arada ele alınması mümkün değildir. Nitekim, kapitalizm böler, demokrasi ise insanlar arasında politik, ekonomik ve sosyal bir eşitlik varsayar. Çünkü, burjuva toplumunda ekonomik alanla politik alan birbirinden ayrılmış, ekonomik alanın yönetimi, mülk sahibi sınıfların tekeline bırakılmış durumdadır. Böyle bir ayrımın geçerli olduğu bir toplumda, politik alanda oynanan ‘demokrasi oyununun’ [seçimler, vb.] bir sirk oyunu olmanın ötesine geçmesi mümkün değildir…

Politik İslamın neoliberal bir teokrasi anlayışına sahip olduğunun ve politik İslam’ın herhangi bir toplum projesinin olmadığının altını çizen Başkaya, Alevicilik’i de kültüralizm perspektifinden ele alır ve eleştirir. Çünkü ona göre, “Doğrudan rejimi hedef almayan, sadece kimlik siyasetine odaklı akımların, hareketlerin taşı yerinden oynatmaları mümkün değildir. Zira, rejimle pazarlığa girişip ondan kendi etnisitesi, kendi kültürel topluluğu lehine bir şeyler ‘kazanmak’ ancak başka şeyleri ‘kaybetmek’ pahasına mümkündür. Böyle bir kültüralist yaklaşım, egemenlik sistemine taze kan nakli demeye gelir ama asıl sorunları erteleyerek, öteleyerek, gündem dışına atarak…”

Başkaya, çalışmasını yeni paradigmanın 12 temel öğesini ortaya koyarak bitirir. Başkaya’ya göre yeni bir paradigma oluşturabilmek için burjuva toplumu dahilinde yeni kurumsal yapılar, yeni yaşam alanları oluşturmak; üretimin kâr amacıyla yapılması saçmalığına son vermek; temel üretim ve yaşam araçlarını sosyalleştirmek; bürokratik olmayan, katılımı esas alan demokratik bir planlamayı hayata geçirmek; temel ihtiyaçları karşılamaya öncelik veren bir politika izlemek; toplumun tüm üyelerinin temel ihtiyaçlarını güvence altına almak; zararlı ve/veya gereksiz üretime ve tüketime son vermek; nüfusun ülke sathına yayılmasına gayret göstermek; farklı bir zenginlik, refah ve mutluluk anlayışına dayanan, yoksullukla değil, zenginlikle mücadele eden ekolojik sınırı ve duyarlılığı esas alan bir üretim ve tüketim modeline geçişin koşullarını yaratmak; kamusal mallar ve hizmetlerin meta kategorisi dışına çıkartmak; doğal yaşama daha az zarar veren yenilenebilir enerjilere geçişi vakitlice sağlamak; enerji yutucu üretim modelinden çıkmak; otomobil çılgınlığına son vermek ve yeni bir perspektife sahip, piramidal [hiyerarşik] olmayan, ‘yatay’ ve demokratik işleyişi içselleştirmiş yeni örgütler oluşturmak gerekmektedir.


YENİ PARADİGMAYI OLUŞTURMAK
Fikret Başkaya
Özgür Üniversite Yayınları
2011
371 sayfa
20 TL.