Neo-İslamcılık: Sistemin Hem İçinde, Hem Dışında

[ A+ ] /[ A- ]

Yetvart DANZİKYAN
Agos

Güçlü İslami referansları olan siyasi bir akımın modern toplumlarda siyasi bir aktör olabileceğini, hatta yine bu modern toplumlarda iktidar/iktidar alternatifi olabileceğini savunmaya ‘İslamcılık’ diyebiliyorsak, ki herhalde diyebiliriz, AKP’nin öncüsü olduğu, global kapitalizm / neoliberalizm ile iç içe, yakın temas halinde yürütülecek bir siyasi projeye de Neo-İslamcılık diyebilir miyiz? Konunun uzmanları belki de bu tarife itiraz edecektir ama gelin, bu yazıda kolaylık olsun diye, AKP’nin temsil ettiği, yürüttüğü projeyi bu adla analım.

Nedir Neo-İslamcılık, ya da ne olabilir? Temel duruşu bence şu: Bugüne kadarki İslamcı akımların aksine, asgari bir demokratik sistemle birlikte, Batı kapitalizmi ile ‘azami’ biçimde iç içe olmak. Denecektir ki, Katar, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri vs, kapitalizm ile iç içe değil mi? Öyleler, ancak bu ülkelerde bir serbest piyasa ekonomisinden ve demokratik kurumlardan söz etmek zordur; sonuçta monarşilerden bahsediyoruz. Ve elbette, Türkiye’yi benzersiz, biricik yapan, geçtiğimiz yıllara kadar bir ‘hikâye’si olması idi. Yani asgari demokratik değerlere sadık kalarak, parlamenter bir sistemde iktidar olma, iktidar olduktan sonra demokrasiyi askıya almama ve darbe yanlısı güçleri geriletme hikâyesi idi bu. Bunun yanı sıra Batı kapitalizmi ile de iç içe olmaktaydı.

Bunu da biraz açmak lazım. ‘İç içe olmak’tan kasıt, ülkeyi yabancı sermaye ve sıcak paraya açmak, sıcak paranın önüne engel koymamak, içte de sınırsız bir serbest piyasadan yana olmak ve en önemlisi, Wall Street, Londra gibi finans merkezleri ile aynı frekansta olmak, iyi geçinmek, aynı dilden konuşmak, bilhassa para piyasalarında benzer enstrümanlar kullanmaktır. Bu, hatırlanacağı gibi, AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketinin ısrarla dışında, hatta karşısında durduğu bir dünya idi. Bilemiyorum, tasfiyesini de hızlandıran bu oldu, ya da AKP bunu gördüğü için Milli Görüş’ten koptu denebilir mi… Bence denebilir. Zira 28 Şubat sonrasında AKP’yi kuran ekibin belki de ilk (ya da ikinci) fark ettiği, Türkiye’de bir darbe ya da müdahaleye maruz kalmamak için Batı’daki finans çevreleriyle iyi geçinmek ve AB ülkelerinde temsilini bulan demokratik prensiplere, özetle AB’ye yaklaşmak gereğiydi. Bunu yaptılar da. Hatta bunun için –o vakitler kulislere yansıyan bilgilere bakılırsa– AKP’deki alt kadroları da ikna etmeleri gerekti. Ve –yine büyük ihtimalle– 2004 ve devamındaki darbe girişimlerinden kurtulmalarında, TSK’daki komuta kademesinin ters görüşte olması ve uluslararası dengelerin bir darbeye izin vermemesi kadar, bu bahsettiğimiz ‘Batı ile yakınlık’ da rol oynamıştı.

Buraya kadar tamam, ancak şu da var: İslamcılık esas itibariyle, neredeyse tüm gücünü ve enerjisini Batı tarafından itilmekten, iktidara layık görülmemekten, Batı tarafından adam yerine konmamaktan ve gün gelip Batı’dan siyasi, ekonomik ve entelektüel bir rövanş almaktan devşiren bir akım. Daha doğrusu, tüm enerjisini ve belki de fikriyatını, sistem tarafından dışlanmak, sistemin dışına itilmek argümanından alan, bu konudaki vakaları (ki hiç de az değildir) genelleştirmek ve teorileştirmek için özel bir çaba harcayan, çabasının çoğunu buna vakfeden bir akım. Dolayısıyla, herhangi bir İslamcı akımın ABD, Batı ve buralardan yönetilen finans çevreleriyle bir meselesi olmaması kaçınılmazdır. Çünkü denklem bunun üzerine kuruludur, bu zemin alttan çekildiği anda, fikriyat da –neredeyse– çöker.

Dolayısıyla, Türkiye ve AKP’nin içinde bulunduğu tabloyu bu denklem ışığında değerlendirebiliriz. Bu kısma girmeden önce şu noktaların altını çizmek isterim: Mısır’da ve Suriye’de yaşanan katliamlar, İslamcı olun ya da olmayın, her açıdan kınanması ve tavır alınması gereken gaddarlıklardır. Suriye’de El Kaide’ye yakın çetelerin de gaddarlıkta Esad’dan geri kalmadığı bir vakıa ise de, genel durum itibariyle bu iki merkezi yönetim, pek de arkalarında/yanlarında durulacak gibi görünmüyor. Bu tablo içinde, AKP’nin Mısır’da Müslüman Kardeşler’in yanında durmasını, Suriye’de Esad’a karşı çıkmasının anlamak mümkün ve samimiyetlerinden şüphe etmeye gerek yok. Yani burada bir realitemiz var.

Ancak bir realitemiz daha var. Bu iki ülkedeki gelişmelerin, AKP’ye ‘sistem’le bütünleşmiş İslamcılıklarını revize etme imkânı verdiği ortada – hem de iki açıdan: Hem Suriye’de bir müdahalenin öncüsü/tamamlayıcısı/yardımcısı olarak global sistem içindeki yerini sağlamlaştırma, yıllardır hayalini kurduğu bölgeye nizam/intizam veren, söz sahibi, kısaca, ‘vuran’ ülkeler arasına girme imkânı; hem de, Mısır’da mazlumun yanında durarak ‘sistem’in ittiği, dışarı attığı konumun o başta bahsettiğimiz enerjisinden faydalanma, tabanını diri tutma imkânı. Bu ikili denklemin ülke içinde de, gerek parlamento içi, gerek parlamento dışı muhalefeti kontrol altında tutmak açısından bir imkân sunduğunu, bunun için hazırlıklara başlandığını da görüyoruz.

AKP’nin, hem sistem içinde, hem de sistem dışında olmanın ‘geniş’ imkânlarından nasıl faydalanacağını, bu ikili oyunu nasıl ve ne kadar sürdüreceğini, yaşayarak göreceğiz. Ancak bunun zor bir bahis olduğu ortada. Keza, Suriye’ye düşecek ilk füzenin bölgede ne çapta bir çalkantının fitilini ateşleyeceği de soru işareti. Bir diğer soru da, elbette, toplumun bu ‘ikili’ politikaya nasıl yanıt vereceği ve öbür yanda “Süreç çöküyor” uyarıları veren Kürt muhalefetinin nasıl tutum alacağı. Bu denklemde gözden kaçırılmaması gereken bir başka konu da, hayli kırılgan bir hal alan ülke ekonomisinin tüm bu gelişmelere nasıl reaksiyon vereceği. Epey soru işaretimiz var yani.