Nişanyan Hadisesi

[ A+ ] /[ A- ]

Öykü Özçinik

Dileğim odur ki, tepki gösterilmesi ve kamuoyunda tartışmaya açılması kaçınılmaz olan bu olaya gösterilen ilgi, şiddetin var olduğu diğer alanlarda da kendini gösterir.

Şiddet demişken, bu noktada olayın aktörlerinin, işin şiddet boyutuyla ilgili yaptıkları açıklamalara değinmek yerinde olur diye düşünüyorum.

Sevan Nişanyan, eylemini Müjde Hanım’ın şiddetine (üstelik de başka kadınlara yönelik şiddetine) karşılık şiddetle cevap vermemek için kullanılmış bir jest, bir yansıtma olarak lanse ediyor.

Burada şiddetin ne olduğu, farklı biçimlerde nasıl yansıtılabileceğini irdeleyen tartışmaya girmeyi pek de gerekli görmüyorum. Görmüyorum, çünkü bu denli yoğun, görünür bir şiddet uygulama biçiminin şiddet olup olmadığını tartışacak durumda olmadığımız kanısındayım. Sevan Bey’in buradaki amacı her ne olursa olsun bu, uyguladığı şiddeti kesinlikle meşru kılmıyor. Eğer amaç empati kurdurtmak, empati yansıtmak ise bundan daha yanlış bir yöntem kullanılabileceğini sanmıyorum. Burada empatiden ziyade bir “ al sana” ya da “dinsizin hakkından imansız gelir düsturunun hakim olduğu gün gibi aşikar. Üstelik Sevan Bey’in, eşinin sosyal ve sınıfsal statüsüne dayanarak büründüğü ezici role karşı bu yönteme başvurduğunu söylemesi, bu türden meselelerin çözümünde öğreticilik ve yapıcılıktan yoksun uygulamaların işe yarar olabileceğine dair çok tehlikeli ve yanlış bir mesaj da içeriyor. Hem “şehirli burjuvaya karşı köylünün onurunu koruma” gibi ulvi(!) bir misyonun arkasına sığınmak duygu sömürüsü yapmakla eş değer olduğu gibi, yöntemin kendi “elit marjinalliği” de Sevan Bey’in savunmasının özüyle çelişiyor.

Gelelim bu olayı özel hayatı didikleme olarak gören ve olay nezrinde Sevan Nişanyan’ a yönelik bir karalama kampanyasına girişildiğini iddia eden söyleme…

Özel olanın politik olduğu, doksanlı yılların başından beri belki de yeni politik hareketlerin en temel mottosunu oluşturdu. Kişisel kanaatim, bu popülaritenin, cümlenin taşıdığı ve yakın zamana dek pek de görülmeyen büyük anlamından kaynaklandığı yönündedir.
Toplumun ve genel ahlak yapısının bize “özel” olarak bellettiklerine bakacak olursak, “kol kırılır yen içinde kalır” sözünün tüm haksızlıkları sarmalayan ve görünmez kılan bir siyaj brandaya dönüştüğünü görebiliriz.

Olaydan hareketle bunun bir karalama kampanyasına dönüştüğünü söyleyenlerin eleştiri oklarını yöneltirken dikkatli olması gerekiyor. Kadına yönelik şiddetin, genel toplam içerisinde bu kadar sert ve sık yaşandığı coğrafyamızda “ aydın sorumluluğu”nun da ötesinde insan olma sorumluluğu böyle bir hareketi kaldırmaz, kaldırmamalıdır.

Karısını boğan Althusser’den tutun, eşini döverek partner cinayetine kurban eden Noir Desir solisti Bertnand Contat’a ve araya sığdırabileceğimiz onlarca insanın sanat ve bilim dünyasına yaptıkları kattıklar eşlerine uyguladıkları şiddetin dozunu azaltmadı. Aksine göz önünde olan ve farklı duruşlarıyla bilinen bu bireylerin de genel ortalamayla aynı suçu işliyor olması, suçun vazgeçilmez olduğuna dair bakış açısını hafızalarımıza bir kez daha kazıdı.

Ancak sapla samanı ayırmayan, tartışmayı kendi bütünlük ve bağlamı içinde değerlendirmeyi bilmeyen çevrelerin bu kişilerin sanatsal ve bilimsel ürünlerini bu vesileyle kirletmeye çalışması da tanık olduğumuz bir durum. Elbette bu durumdan pay kapmaya uğraşacak yayın anlayışı çarpık bu kişilerin teşhir edilmesi ve tartışma hudutlarının bu bireylere hatırlatılması gerekmektedir. Bu ne kadar önemli bir görevse, bu işi bir linç kampanyasına dönüştürenler yüzünden dosyayı rafa kaldırmak da o kadar yanlış olacaktır.

Sevan Nişanyan, aynı zamanda Agos gazetesi yazarı. Olay basında ses getirdikten sonra bazı çevreler, Agos gibi bir gazetede çalışıyor olmanın getirdiği sorumluluğun Nişanyan’ın istifasını gerektirdiğini söylediler. Bu talebin başını feministler çekti. Ancak gazetenin genel yayın yönetmeni Etyen Mahçupyan, Nişanyan’ın gitmeyeceğini Agos’un çizgisine yakışmayan bir üslupla ifade etti. Agos’un çizgisiyle, feministleri dışlayan, onları olayları marjinalize eden bir grup kadınmış gibi lanse eden bu yaklaşımı hala bağdaştırabilmiş değilim.

Baskı mekanizmalarıyla sürekli tehdit edilen sistematik şiddete uğrayan iki toplumsal grubun, kadınların ve Ermenilerin, hem de içinde bulunduğumuz koşullar içinde birbirinden ayrıklaştırılması, bu ayrıklaştırmanın, bu uzlaşıya kapalılığın mimarının Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni olması anlaşılır değil.

Ortada kabullenilmeyecek türden bir şiddet kullanımı var. Gönül isterdi ki feministlerin tepkisine gerek olmaksızın Agos gazetesinin iç dinamikleri bu olaya müdahale etsin. Bunun gerçekleşmemesi bir yana, farklı davalarda Agos’a ve bileşenlerine omuz vermiş feministlere, bugün dış kapının mandalı muamelesi yapılıyor olması çok üzücü.

Yani çerçeve çok vahim… Etik anlayışından yoksun ve popülarist bir medya, tüm değişimlere ön yargısız bakmaya çalışırken, toplumsal cinsiyet rolleri konusunda değişimi sadece biçimsel olarak içselleştirebilen düşünürler, sanatçılar… Son zamanlarda kendini muhalif çevrelerde tanımlayan pek çok erkeğin, bizlere sürekli aynı gerçeği hatırlatma misyonunu üstlenmişçesine zihnin, en kapalı ve tutucu bölümünün toplumsal cinsiyet rolleri olduğunu hatırlatışları…

Hal böyleyken bize “dışkı boşaltmak” değil dışkı temizlemek görevi düşüyor. Kökleşmiş, kalıplaşmış, taşlaşıp dışkı olduğu unutulmuş kalıpları artık kırmak gerekiyor.