Soykırım ve İnkârcılık

[ A+ ] /[ A- ]

Masis KÜRKÇÜGİL
SDYeniyol.Org

Tarihin kimler tarafından nasıl tartışılacağına ilişkin kalıplar, “tarihçiler tartışsın” nakaratı eşliğinde ceza yasalarının cenderesine veya parlamentoların labirentlerine uydurulurken tarih esas olarak bir anma günü olarak algılanmakta ve böylece günümüz dünyasının meselelerinin bir parçası olmaktan çıkarılmaya çalışılmakta.

Ermeni soykırımı tartışmasında 301. ve 305. madde bağlamında maddeye muhalif olanları canlı hedef haline getiren kampanyaların masum gösteriler veya fikir alış verişi olarak sunulabiliyor Türkiye’de.
Diğer yandan, Ermeni meselesiyle sınırlı olmayarak Avusturya, Almanya, İsviçre, Belçika, İsrail, Litvanya, Polonya, Romanya, Slovakya, Çek cumhuriyeti gibi ülkelerde tam ters doğrultuda, yani inkârcılığı, “soykırımın” gerçekleşmediğini söyleyenlere yönelik olarak bulunmakta. Avrupa tarihinde dönüm noktalarından biri olarak kabul edilen Yahudi soykırımının (Şoah) inkârının açıkça tartışılıp tartışalamayacağı meselesi Marksistler de dahil olmak üzere oldukça değişik kesimlerce farklı değerlendirmelere uğramakta.

Fransız Komünist Partisi milletvekili Jean-Claude Gayssot tarafından parlamentoya sunulan ve 13 Temmuz 1990’da kabul edilen yasa, Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’nin dibacesinde tanımlanan insanlığa karşı suçların mevcudiyetini tartışma konusu haline getirmeyi cezalandırmayı öngörüyodu. O zaman Madeleine Rebérioux gibi kimi muteber tarihçiler bu girişimin anlamsızlığını belirttilese de oldukça dar bir çevre ile sınırlı kaldılar. Fransa’da bu hikâyenin devamı bir yandan Ermeni katliamı ile ilgiliydi, öte yandan ise Fransa’nın deniz aşırı varlığının olumlanmasına, yani sömürgeciliğin hayırlı bir iş olduğuna kadar uzanıyordu. Pierre Vidal-Naquet, Jean-Pierre Vernant, Pierre Nora gibileri tüm bu tür yasaların kaldırılmasını savunurken bazıları da belli bir sınırlamadan yana tavır takındılar.

Tartışmanın yasaklanmasının veya bir başka deyişle inkârcıların sesinin kısılmasının yanlışlığını söyleyenler soykırımın olup olmamaması üzerine herhangi bir fikir ayrılığında değiller. Onlar bu felaketin insanlığın zihninde canlı kalması, bugün için anlamı üzerine sürekli çalışıyorlar. Ancak yasaklama, cezalandırma konusunda söylediklerinin tam olarak “fikir özgürlüğü” veya tartışmanın henüz sonuçlanmadığıyla bir ilgisi yok.

Irkçılık, inkârcılık gibi alçaklıklara karşı demokratik hakların savunulması, korunması cezai yaptırımlar, yasaklamalarla mümkün müdür? Avrupa’nın bir dizi ülkesindeki yasaklamalara rağmen aşırı sağ, faşizan, faşist hareketlerin gelişimine bakılırsa “tarih” konusundaki yasaklamalar bir yana “bugün” için konan yasaklamaların hiç de bir karşılığı olmadığı görülmekte.

İtalya’da Berlusconi döneminde de bakanlık yapmış olan, Hıristiyan Demokrat kökenli bugün Avrupa İçin Demokratik Birlik’in önde gelenlerinden –yine bakan– Clemente Mastella, Şoah’ın inkârının cezalandırılmasına ilişkin bir yasa önerdiğinde çok farklı eğilimlerden 200 tarihçi İtalyan hükümetine bir çağrı yayınladılar.

Bu tartışma, soykırım meselesinde sorgusuz kabul edilen bir örneğin bile tartışma dışı tutulmasının anlamsızlığı üzerine bina edildiği için Ermeni soykırımı tartışmasında olduğu gibi olup olmamasıyla ilgili değildir. Tarihsel, kültürel ve toplumsal önemli bir sorunun adli yollardan bir mahkûmiyet ve hatta hapisle tehdit altına alınmasının sonuç verici omaktan uzak olduğu belirtilmekte.

Öte yandan inkârcılık medyada oldukça prim yapan bir husus. Bu açıdan da cezalandırma tersine bir işlev de görmekte. Tarihsel bir gerçekliğin kültürel bir mücadeleyle, eğitimin bir parçası olarak ahlaki olarak içselleştirmesi yerine cezalandırma, yasaklama inkârcıları ifade özgürlüğü şampiyonu haline getirirken tarihsel gerçekliğin kendisi de bir devlet geçekliğine dönüştürmektedir. Devlet gerçekliği örneğin Tiananmen meydanındaki katliamı yok sayabilmiş, vakti zamanında sözde sosyalist ülkelerde kendine olmadık değerler biçebilmiştir. Buna Türkiye’deki 301. ve 305. maddeleri de eklemek gerekir. Bu devlet gerçekliği de zaten tarihyazımındaki serbest tartışma ve mücadelenin önünü kesmektedir.

İtalya örneğinde tarihçiler, İtalyan devletinin ve toplumunun kendi sömürgeci geçmişi konusundaki sessizliğine de göndermede bulunmaktadırlar.

İnkârcılığa karşı devletlerin cezalandırma yoluyla takındıkları tutum aslında siyasal, etik ve kültürel bir mücadelenin önünü kesmektedir. İnkârcıların kendi imkânlarıyla erişmeleri mümkün olmayan bir tanıtım ve görünürlük elde etmelerine en iyi örnek, İngiliz sözde tarihçisi David Irving’dir. 1977’de Hitler’in Savaşı adlı bir kitap yayınlamış olan bu zat, aşırı sağcı öğrencilerin davetlisi olarak gittiği Viyana’da verdiği konferanstaki konuşmasından ötürü Kasım 2005’te tutuklanmış, Şubat 2006’da da üç yıllık bir cezaya çarptırılmış ve 20 Aralık’ta bu ceza bir yıla indirilmiştir. Mahkemeye elinde kitabıyla çıkan Irving, neredeyse dalga geçerek Eichmann’ın arşivini inceledikten sonra “fikir değiştirdiğini” belitmiştir. Irving, Hitler’in 6 miyon Yahudi’nin yok edilmesindeki sorumluluğunu kabul etmediği gibi, Hitler’in “Yahudilerin bir dostu” olduğu tezini de işliyordu.

Irving böylece, hakkında yazılan olumsuz yazılar da dahil olmak üzere, yazdığı kitaptan bin kat daha fazla ünlendi. Şoah dönemine ilişkin ciddi araştırmalara yıllarını vermiş tarihçilerin çalışmaları bu ilginin belki de binde birine bile mazhar olmamıştılar. Böylece, beklenmedik bir biçimde mazlum, kurban ve hatta kahraman yaratma mekanizması medya aracılığıyla hiçbir ciddiye alınabilir çalışması olmayan birini ciddi tarihçilerden çok daha okunur, bilinir hale getirdi. Ayrıca, ifade özgürlüğünün “kurbanı” olan şarlatan paradoksal bir biçimde aslında hiç de sahip çıkmadığı, başkasına asla tanımadığı bir özgürlüğün temsilcisi haline gelmektedir.

11-12 Aralık 2006’da Tahran’da devlet tarafından düzenlenen ve uluslararası ölçekte demesek de en azından İslam dünyasında Yahudi soykırımının araçsallaştırılmasına karşı bir araçsallaştırma amacını taşıyan konferans, tartışmanın devletleştirilmesinin tehlikelerini ortaya koyması açısından önemlidir. Yahudi soykırımının tarihsel bir gerçeklik olması ile bunun İsrail devleti veya Batı devletleri tarafından siyasal amaçlarlarla araçsallaştırılması kendi karşıtlığını üretmeye başlamıştır. Buradan karşılıklı bir bellek zorlaması, dayatması trajik denebilecek konumları gözler önüne serebilmektedir: İsrail Yahudilere yapılan soykırımı kendi densizliğine dayanak yaparken kimileri de kendi sömürgecilik ve hatta güncel eylemlerini es geçerek sureti haktan gözükmeyi marifet baymaktadırlar. Tabii şu son günlerde ABD’ye Ermeni soykırımı tasarısı ile iligili giden heyetin yaptığı gibi tarihsel bir meseleyi “uluslararası çıkar ve hassasiyeti” yetmezmişcesine Irak ve Afganistan örnek gösterilerek ABD ve Türkiye’nin ortak çıkarlarına göndermede bulunmaktalar. Burada çok daha açık ve kesin bir reel politika varken kimi şarlatanlar da devletten daha fazla devletçi davranmayı “siyaset” sanmaktalar.

Tarihin böylesine devlet tarafından kesilip biçilmesi çoğulcu belleklerin de kötürümleşmesine yol açabilir veya o tür arayışları da köstekleyebilir. Dolayısıyla yasaklama yerine daha yaygın bir tartışmanın sürdürülmesi, insanlığın yaşadığı her türlü felaketin bilincine varılması gelecekte ve her an mümkün felaketlere karşı önlem alınmasına çok daha fazla katkıda bulunur.

Hrant Dink, tartışmanın derinleştirimesi ve halklaştırılması adına, içerde ve dışarda parlamento ve mahkeme kararlarına karşı çıkarken kimileri gibi kendi düşüncesinin zorla kabul ettirilmesi için bir riyakârlığa da sonuna kadar karşı çıkıyordu. Kendi ülkelerinde en ufak eleştiriye tahamül edemeyenler başka ülkelere cihad ilan ederken ne kadar inandırıcı olabilirler ki? Örneğin Gündüz Aktan “Dışa Kapanmak” adlı yazısında “…yapılması gereken, liberal aydınların yaptığının tam tersini yapmaktır.

Doğu Perinçek’in İsviçre mahkemesinde yaptığı gibi” derken bunun bir adım ötesinin Abdullah Çatlı’lar gibi şunun bunun yapılmasına varacağını belki de hesap etmiyordu. Aktan’a göre İsviçre feth olmuş durumdaydı. Eskiden Ermenilere ve Kürtlere neler neler yapıldığıı düşünenlerin “toplumsal halüsülasyonu” sarsılmış! İsviçrelilerin yakında “ne mutlu Türküm diyene” deyu özeleştiri yapmalarına ramak kalmıştır herhalde.