Soykırımın tamamlayıcı unsuru olarak ‘yangın’

[ A+ ] /[ A- ]

Soykırımın tamamlayıcı unsuru olarak ‘yangın’

Ferda BALANCAR
Agos

Ankaralı Ermenilerin de maruz kaldığı 1915 tehcirinden 1 yıl sonra meydana gelen yangını mercek altına alan ‘1916 Ankara Yangını: Felaketin Mantığı’, İletişim Yayınları’ndan bu hafta çıktı. Araştırmacı Taylan Esin ve Ankara Üniversite Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Doç. Zeliha Etöz tarafından kaleme alınan çalışma sadece 1916 Ankara Yangını’nı ele almakla kalmıyor. Kitapta, 1914-18 yılları arasında Anadolu’nun değişik şehirlerinde yaşanan yangınlar da tarihsel veriler çerçevesinde inceleniyor. Kitap basitçe bu soruya yanıt arıyor: Ankara Yangını ve diğer kentlerdeki yangınlar, o dönemki yönetiminin nüfus mühendisliğinin, daha açık konuşacak olursak, Ermenileri ve Rumları ülkeden kovma, geri dönmeleri engelleme planının bir parçası mıydı? Çalışma, bu soru ve sorun etrafında kayda değer bulgulara ulaşıyor.

Kitapta ayrıca 1915 Ermeni Soykırımı denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan ve Ankara Valiliği’nden önce Diyarbakır Valisi olan Dr. Mehmet Reşit (Şahingiray), soykırım sürecinin önemli aktörlerinden biri olan dönemin Ankara Emniyet Müdürü Mustafa Durak (Sakarya) ve Ankara Yangını’nı kaleme alan tek yazar olan Refik Halit Karay ile ilgili ayrıntılı biyografik bilgilere de yer veriliyor. Kitabın ekleri arasında, Ankaralı Katolik Ermenilerin tanıklıklarını içeren telgraf ve dilekçe örnekleri, Garabed Terziyan’ın Ermenice olarak 1969’da Beyrut’ta yayımlanan ‘Istanoz Ermenileri Tarihi’ kitabından çevrilen ‘Hüzünlü Yıllar: 1915-1921’ başlıklı bölüm de yer alıyor. Dolayısıyla önemli bir çalışma ve üzerinde bugün, kadar ek konuşulmayan bir konu ile karşı karşıyayız.

Kitabın yazarları Taylan Esin ve Zeliha Etöz ile sadece 1916 Ankara Yangını’nı değil, bir toplum mühendisliği yöntemi olarak kullanılan yangınları ve sonuçlarını konuştuk.  

‘1916 Ankara Yangını’ kitabını hazırlama fikri nasıl ortaya çıktı?

Zeliha Etöz: Benim doktora tezim, 19. yüzyıl Ankara’sının sosyal ve kültürel yaşamı üzerineydi. Tez üzerine çalışırken kısa süreli olarak Public Record Office’te çalışmıştım ve o dönemde İngiltere’nin konsolos yardımcılarının yazdıkları raporlarla ilgilenirken, özellikle yüzyılın son çeyreğinde vilayetin değişik sancak ve kazalarındaki Müslüman ve Hıristiyan nüfus arasındaki gerginlik ve çatışmalardan bahseden raporlara rastladım, ancak tezimin kapsamıyla doğrudan bağlantılı olmadığı için onların bir kopyalarını alamadım. O zamandan, gerek Ankara’ya ilişkin –köhne bir orta Anadolu kasabası- gerekse de kalkınma meselesine ilişkin –bir burjuva sınıfının olmadığı ya da gayrimüslim bir komprador burjuvazinin varlığı- şeklindeki hâkim ve resmî görüşün çok sorunlu olduğu, dolayısıyla da bunlarla ilişkili diğer temaların da dikkatle ve özenle ele alınması gerektiği kanaati oluşmuştu bende. Bu kanaatle, küçük çaplı girişimlerle işe başlamalıyım derken, Taylan Esin ile araştırma ilgilerimiz uyuştu ve ortaklaştı; O Ankaralıydı ve Ankara’daki yaşamın geçmiş hallerine ilişkin çalışmalar ve verilerle ufak çaplı da olsa ilgileniyordu. Başlangıç olayımız, üzerinde spekülasyonların ve bu nedenle de müphemliklerin olduğu 1916 yılındaki Ankara Yangını’ydı.

Taylan Esin: Klasik dönem için özellikle İstanbul yangınları ünlüdür. Hangi dönemde başlar bilmiyorum ama ‘yangın destanı’ denilen manzum bir ‘genre’ vardır. Birinci Dünya Savaşı’nda her şehrin yangını, en azından o şehrin ikinci üçüncü kuşakları tarafından bilinir, dedikodu olarak çeşitlemeleri dolaşır. Bunların kundaklama olduğu da anlatılır. Biz sadece herkesin bildiği bir ‘sır’ üzerine araştırma yapmaya karar verdik. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda başka şehirlerde de ‘harik-i kebir’lerin (büyük yangın) çıktığını öğrenince, daha derinlemesine bakmaya karar verdik. Tehcirin detayları az çok biliniyordu ama yangınlara ilişkin az, ikisi arasındaki ilişkiye dairse daha az  detay vardı.

Dönemin Osmanlı coğrafyasının her yerini, İzmit’ten Diyarbakır’a kadar saran şüpheli yangınların ortak noktası neydi?

Taylan Esin: Bu yangınların en belirgin ortak özelliği,

1. Kentlerde veya görece büyük yerleşimlerde meydan gelmesi (bu kayıtların tutulma ve saklanmasıyla da ilgili olabilir).

2. Genellikle Hıristiyanların yoğunlukta olduğu mahal(le)lere zarar vermesi.

3. Diyarbakır hariç, resmî belgelerde yangınlardaki kasıt unsurunun belirtilmemesi; buna rağmen, çoğunun kundaklama olduğunun ikincil kaynaklar/rivayetler dolayımıyla bilinmesi; yaygın şüphe ve Mütareke sonrası şahsi başvurular nedeniyle tahkikata konu olmaları, ama bunların sonuçsuz kalması veya sonuçlarının arşivlerde bulunmaması nedeniyle, faillerinin meçhul olmasıdır.

Zeliha Etöz: Klasik çağda yangın çıkması, çarşıların ve hanelerin yanması, tebalara ait malların yağmalanması, padişah ve vezirler açısından korkutucuydu. Yeniçeriler, yangın ve yağmayı çoğu kez hoşnutsuzluklarını göstermek için başlatır; padişahı, taleplerini yerine gelmez ve yeterince bahşiş alamazlar ise çarşı ve mahalleleri yakmakla tehdit ederdi. 19. yüzyıldan sonra ise devletin aldığı konum değişir, artık karşımızda yeni biçimlenen modern ulus-devlet vardır, ancak yeni durum bir yanıyla nüfusu yönetilebilir kılmayı, nüfus üzerindeki denetimi zorlaştırır, dolayısıyla da nüfusu başka araçlarla denetim altına alma yollarına başvurulur. Örneğin, yerleşikleştirme, zorunlu göç gibi yerinden etme ve yeniden yerleştirme olan iskân, Abdülhamid ile İttihat ve Terakki döneminde en yaygın kullanılan araç desek çok da yanlış bir şey söylememiş oluruz. İddialı görülebilir ancak, yangınlar da artık iskân politikalarının tamamlayıcısı, kolaylaştırıcısı olan bir niteliğe bürünür gibidir.

Yangınları İT yöneticileri ve yerel yöneticilerle sınırlandırmak doğru mu? Geniş toplumsal kesimlerin yaşananlarda ne ölçüde etkisi vardır?

Taylan Esin: Görgü şahitlerinin olmadığı bir döneme ait, faillerle ilgili resmî raporların bulunması beklenemez (tek istisna Diyarbakır yangınıdır). Yangını rapor eden resmî belgeler, muğlak ve örtüktür. Bu durumda, failleri tahmin etmek bile mümkün değildir. Elde olan, çıkarım yapabileceğimiz bazı ipuçlarıdır. Eşraf ve ahali ile mülki amirler, bunlarla İstanbul arasındaki ilişki ve gerilimler, önemli verilerdir.

İkinci bir ipucu ise, yangının kendisidir. I. Dünya Savaşı’nda emval-i metrukenin bir kısmı tasfiye edilerek İstanbul’a gönderilmiş, bir kısmı gasp edildiği yerdeki binaların inşasına ve tefrişine akmıştır. Yangın ise, öyle sanıyoruz ki, emval-i metrukenin paylaşımı konusunda bir ihtilaf göstergesidir. Eğer bu tez doğruysa, ihtilafa taraf olan herkes, o kargaşa ortamında “kaldırdıkları”nın izini de ortadan kaldırmak isteyen potansiyel birer zanlıdır.

Zeliha Etöz: Kaldı ki, Falih Rıfkı’nın yazdıkları, komşularının geride kalan mallarından istifade etmese bile, hayat tarzına gıpta veya hasetle bakan tüm yurttaşların sorumlu olabileceğini gösterir. Bir anlamda bir ‘suç ortaklığı’ndan söz edilebilir, yapılanlar kadar yapılmayanlarla da tanımlayabileceğimiz.

“Köhne bir Anadolu kasabasından modern bir başkent yarattık” söylemi, Cumhuriyet’in ideologları tarafından sık sık kullanılır? ‘1916 Ankara Yangını’ perspektifinden bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Zeliha Etöz: Bir kere 19. yüzyıla bakıldığında, elbette Avrupa şehirleri ölçüsünde değil kuşkusuz ve elbette ‘çökmekte olan’ imparatorluğun sorun ve sıkıntılarının izini taşıyor olsa da ‘Angora’ bir köhne Anadolu kasabası olarak tanımlanamaz, ancak adım adım‘köhneleştirilmiş’ bir şehir olarak tanımlanabilir. Sadece şu örneği vermek istiyorum: Yüzyılın başında Angora hâlâ dünya tiftik tekelini elinde bulundurmaktadır, 1830’lara gelinirken tiftik keçisi yetiştiriciliği, asıl tiftik üreticisi olan Rum ve Ermenilere yasaklanır; bunun üzerine tiftik üretimi hızla düşer, sonra yasak kaldırılır, ancak olanlar olmuştur. Buna benzer daha pek çok örnek verilebilir. Ya da şehir hayatının köhne sıfatına uymayacak nitelikleri hatırlatılabilir; söz gelimi şehir meclisindeki Rum ve Ermenilerin, şehrin yarattığı kaynakların merkeze değil, şehrin geliştirilmesine ayrılmasının mücadelesini vermeleri gibi. Dolayısıyla ‘köhne’ sıfatının kendisi epeyce de kalın bir perde vazifesi görmektedir, şehrin geçmişine bakmayı engelleyen. Üstelik yangın, şedid idari işlemler ve uygulamalara rağmen kalan ‘zenginliği’ silip süpürdüğü kadar, ‘yok etme’nin izlerini de ortadan kaldırarak bu köhne Anadolu kasabası tanımlamasına bir ‘gerçeklik’ kazandırmıştır.

Taylan Esin: Her yeni şeyin sıfırdan imal edilebileceğini, hatta öyle olması gerektiğini ima eder. Kalıntılar üzerine yeni ve umut vadeden bir şey kurulamaz. Tarih, dil, kılık-kıyafet vs. Cumhuriyet’in Ankara destanı, bu iddianın paralelidir. Ancak işe ortaya çıkarılmak istenen açısından değil de, ortaya çıkarma sürecinden bakılırsa, tahribat, şiddet ve yıkıntı üzerine ne kurulabilir? Tabii ki, bu tohumun kendi semeresi. Bugün içinde yaşadığımız, şiddet ve tahrip sarmalından başka nedir? Doğa, kadınlar, şehir, hayvanlar, örgütlenmek isteyen toplum, hatta şiddetin uygulayıcıları bile, bir zamanlar şiddete maruz kaldı, şiddetten kaçamadılar, kaçamıyoruz. Sıfırdan yeni bir şeyler üretilip üretilemeyeceği bir yana, ‘sıfırlama’ faaliyetinin aldığı biçim, her zaman bir yan ürün olarak ortaya çıkıyor ve varlığını sürdürüyor.

İT’nin sermayenin millileştirilmesi politikası, Cumhuriyet dönemine de devrediliyor mu? Cumhuriyetin kuruluş döneminde de benzer yangınlar görüyor muyuz?

Zeliha Etöz: Rumlardan ve Ermenilerden kalan malların ‘akıbeti’ konusunda 1920 yılından başlayarak, özellikle 1922-1925 arasındaki yasal düzenlemeler asıl olarak hak iddialarının önünü kesmeyi amaçlıyordu, aynı zamanda da söz konusu malların transferini düzenliyordu, dolayısıyla ‘titiz’ bir ‘milli mal rejimi’ cumhuriyet kadrolarınca da benimsenmişti; örneğin U. Ümit Üngör ve Mehmet Polatel’in ‘Confiscation and Destruction’ adlı çalışmaları bu konuda başvurulacak kaynaklardan. Ancak ben Ermenilerden ve Rumlardan kalan malların talanı ve bu talanın biçimleri kadar, onlara ait kültürel diye nitelendirebileceğimiz değerlerin bir ‘kavim kırım’a uğratılması, en hafif tabir ile  ‘kendine mal edilmesi’ meselesine de eğilmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Taylan Esin: İlki için, Nevzat Onaran’ın iki ciltlik ve T. Akçam ile Ümit Kurt’un çalışması ‘Kanunların Ruhu’ anılabilir. İkinci soruya gelince, evet. Ama bu konuda bir çalışma yok. Burada üç tip yangın olabilir: Tehcirden dönüşe engel olan yangınlar, Yunan cephesindeki yangınlar, Cumhuriyet’in ilanı ve Mübadele’den sonra ise gayrimüslim nüfusun hâlâ barınabildiği İstanbul ve İzmir yangınları.