Suriye Hakkında Bir Durum Güncellemesi

[ A+ ] /[ A- ]

Selim SEZER
Nor Radyo

Yaklaşık 7 ay önce yine Nor Zartonk sayfalarında yayınlanan “Suriye’de ‘taraf’ olmak” başlıklı yazımızda, sol kamuoyundaki hâkim eğilimlerden farklılaşan bazı argümanlar öne sürmüştük. “Taraf” kelimesinin bilinçli olarak tırnak içine alındığı bu yazıdaki temel iddialarımız, Mart 2011’de başlayan Esad karşıtı hareketin despotik bir diktatörlüğe karşı meşru bir halk ayaklanması olduğu, muhalefetin heterojen bir yapı arz ettiği ve içinde desteklenebilir unsurlar bulunduğu, öncelikli yapılması gerekenin rejimin saldırılarını durdurmak olduğu ve yaygın kanının aksine yakın-orta vadede Libya benzeri bir harekâtın beklenemeyeceği idi. Bu son söylediğimiz öngörünün gerçekleştiği söylenebilir. Diğer söylenenler ise, o günün bağlamı içinde anlamlı bir yere otursa da, 7 ay içinde koşulların tamamen değişmiş olması, bugün bambaşka şeyleri söylemeyi gerektiriyor.

18 aylık sürecin sonunda Suriye’de oluşan vahamet tablosunun biri siyasi, diğeri insani olmak üzere iki ayağı bulunuyor. Siyasi bakımdan mevcut tabloda Suriye halkına artık pek yer yok gibi. Kanlı satrancın bir tarafında ABD, Fransa, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Sünni burjuvazi ve bütün bunların silahlandırdığı rejim karşıtı gruplar var. Diğer tarafta Rusya, Çin, İran, Şii ekseninin diğer bileşenleri ve kısmen bunlardan da silah temin eden Suriye ordusu ve paramiliter Şebbiha var. Her iki bloğun kendi içinde de bazı ayrışmalar mevcut. Süreçte kritik yeri olan (Suriye içindeki ve başka yerlerdeki) Filistinlilerin örgüt düzeyinde tarafsız kalması, tabanlarının ise ikiye, üçe, dörde bölünmüş olması gibi örnekler tabloyu daha da karmaşıklaştırıyor. Diğer yandan çatışma, başta Lübnan’ın hassas şehri Trablusşam olmak üzere bölgenin geri kalanına da yayılıyor.

İnsani tabloya gelecek olursak, yaşamını yitirenlerin sayısı 20 bini geçmiş durumda. Kafa kesmeler, sivil memurları canlı canlı binaların tepesinden aşağı atmalar, işkenceyle adam öldürmeler, tecavüzler ve benzeri savaş suçlarına hem rejimin hem de muhaliflerin sıklıkla başvurduğu görülüyor. Ermeniler, Çerkezler ve Arap olmayan diğer etnik gruplardan insanlar hızla ülkeyi terk ediyor, hem de geri dönmemek üzere. Keza 100 binin üzerinde Suriyeli Arap da mülteci konumuna düşmüş durumda. BM ve Arap Birliği’nin Suriye özel temsilcisi Kofi Annan, umutsuzluk içinde görevinden istifa etti. Şimdi, BM gözlemcileri de ülkeyi terk etmeye hazırlanıyor.

Çok uzun süredir kamuoyunda, emperyalist devletlerin Suriye’yi işgal edip Esad’ı devireceği düşüncesi hâkim olsa da (ve bu, solun bazı kesimlerinde fiilen Esad’ın yanında durma anlamına gelen tutumlara yol açsa da), emperyalist planın daha başka türlü olduğu anlaşılıyor. Suriye’de tablo, giderek Lübnan İç Savaşı’na (1975-1991) benzemeye başlıyor: herkesin herkesle savaştığı genel bir çatışma hali ve mutlak bir istikrarsızlık. Bu doğrultuda, ABD ve müttefikleri için önceliğin Esad’ı devirmek olmadığı, bilakis Şam rejimi direndikçe çatışmaların bütün kesimleri içine alacak şekilde büyüyeceği ve bunun ABD’nin lehine olacağı, zamanla bütün aktörlerin inisiyatifi kaybedeceği, Beyaz Saray ve onunla birlikte hareket edenlerin bu mutlak istikrarsızlık halinin rejim düşse de düşmese de devam etmesini planladığı iddia edilebilir. Bir başka deyişle, Esad’ın ne kadar zaman daha koltukta kalacağı, sınırlı bir askeri müdahalenin olup olmayacağı soruları, tali sorulardır. Emperyalist hegemonya, tarafların giderek inisiyatif kaybedeceği bu tablo içinde, tek inisiyatif sahibi olarak şu veya bu araçların devreye sokulmasıyla kendini tesis etmeye çalışacaktır.

Türkiye solu, başından beri “Suriye krizi”ne anti-emperyalist bir hassasiyetle yaklaştı; ne var ki bu hassasiyete sürecin özünü doğru kavrayan bir politika hattı eşlik edemedi. Ayaklanmayı başlatan iç dinamikler ihmal edildi ve enternasyonal planda bir üçüncü cephe yaratma fırsatı kaçırıldı. Gerçekliğe teğet geçen tespitler yapıldı. Her şey için çok geç olmadan, taşı yerine doğru şekilde oturtmak gerekiyor. Bugün Suriye’nin karşı karşıya olduğu tehlike, “Libya’ya dönmek” değil, “Lübnan’a dönmek”tir. Etnik ve mezhepsel bölünmelerin kalıcı hale gelmesi ve giderek bölgenin geri kalanına yayılması, bugün en büyük tehlikedir. Bu ortamda, çatışmaların durdurulmasını istemek dışında herhangi bir şekilde taraf olmak, çatışan güçlerden birine doğrudan veya dolaylı olarak destek vermek, son tahlilde bu planın parçası haline gelmek olacaktır.

Ortadoğu’nun üç kadim sorunu var. Birincisi emperyalizmin nüfuzu, ikincisi diktatörlükler, üçüncüsü ise etnik, dinsel ve mezhepsel bölünmeler. Bugün süreç, bunlardan birincisinin, ikincisine karşı hareketleri manipüle etmek yoluyla üçüncüsünü kalıcı hale getirmesi şeklinde tezahür ediyor.

Çatışmaları durdurun. Bu ateşi söndürün. Çok geç olmadan.