Suriye Krizi: Uzlaşmaya Doğru Mu?

[ A+ ] /[ A- ]

lavrov-suriye

Selim SEZER
Nor Radyo

Türkiye kamuoyunda bir süredir eskiye nazaran daha az konuşulur hale gelen Suriye krizinde yılbaşından bu yana önemli gelişmeler yaşandı. İlk olarak İsrail, Şam’ın güneyindeki bir araştırma merkezini vurdu. Yakın zamanlarda, demokratik-barışçıl muhalefetin Cenevre’deki konferansı ve Suriye Ulusal Konseyi lideri Muaz el Hatib’in “diyalog” çağrısı geldi. Son olarak da, Türkiye ile Suriye arasındaki sınır kapılarından olan Cilvegözü’nde ölümlü bir patlama gerçekleşti. Bu gelişmelerin hepsinin ayrı ayrı tahlil edilmesi gerekiyor.

Birkaç hafta önce İsrail hava kuvvetlerinin Suriye’deki bir araştırma merkezini vurması ve iki kişinin ölümüne neden olmasının ardından farklı değerlendirmeler yapıldı. Bunların içinde, Hizbullah’a giden kimyasal silah konvoyunun vurulduğu (İsrail’in gayri resmi açıklaması) ve İsrail’in Suriye’deki gündemi değiştirerek Esad’a nefes aldırmak istediği (Suriye muhalefetini destekleyenlerin açıklaması) gibi akla ziyan değerlendirmeler de var. Rejimi destekleyenlerin iddiası ise, muhalifleri silahlandırdığı söylenen İsrail’in bu “vekâlet savaşını” kazanamadığını ve rejimin yerinde durduğunu görerek, doğrudan askeri müdahale sürecini başlattığı yönündeydi. Bize göre bu son iddianın, yahut en azından son kısmının da gerçekliği bulunmuyor.

30 Ocak’ta Cemraya banliyösünde gerçekleşen İsrail saldırısı, anlaşıldığı kadarıyla, Şam kırsalındaki bir çatışma sonrasında Suriye ordusu tarafından ele geçirilen ve ne olduğu anlaşılamayan (ancak muhaliflere İsrail tarafından verildiği söylenen) bir maddenin incelenmek üzere araştırma merkezine gönderilmesinin ardından, İsrail’in bir anlamda “delil karartmak” amacıyla bu merkezi vurmasından fazlası değil. Bu, elbette, uluslararası hukukun apaçık bir ihlalidir ve en sert şekilde kınanmaya şayandır. Ancak geride kalan üç haftalık zaman diliminden de anlaşıldığı üzere, İsrail Suriye’ye savaş açmadı. Dahası, açabilecek durumda da değil.

Kasım ayında “güvenlik” söylemiyle sekiz gün boyunca Gazze’ye ölüm yağdıran, ancak karşılığında Fecr-5 füzelerinin Tel Aviv’i vurmasını engelleyemeyen Netanyahu’nun Likud Partisi, 22 Ocak’ta yapılan İsrail seçimlerinden yine birinci çıkmakla birlikte, belirgin oy ve sandalye kaybına uğradı. Dahası, henüz yeni bir hükümet oluşturulabilmiş değil, büyük bir ihtimalle de parçalı ve tutarsız bir koalisyon hükümeti kurulacak. Pek çok yorumcu, böyle bir koalisyonun, ihtilaflı olabilecek yapısı nedeniyle “büyük işlere” girişemeyebileceğini söylüyor. Hepsinden önemlisi, İsrail’in Esad rejiminden nefret ettiği kesin olsa da, yerine bir İhvan-Selefi koalisyonunun geçmesini gerçekten istediğinden şüphe etmek gerekir. Yapısı itibariyle ancak kısa süreli savaşlara hazır olan İsrail ordusunun bunun için bir askeri macerayı göze alabileceğinden ise, daha fazla şüphe etmek gerekir.

Bu son söylediğimizin bir benzeri, ABD için de geçerlidir. Amerikan yönetimi yekvücut halde değildir ve devlet yapısı içinde Suriye krizine yaklaşım konusunda en az üç ayrı eğilim olagelmiştir. Brookings Enstitüsü gibi think-tank kuruluşlarından beslenen ve Senatör McCain ve benzerlerinin öncülük ettiği birinci eğilim, tercihen dolaylı, gerekirse doğrudan müdahale yoluyla rejimin değiştirilmesi taraftarı. İkinci eğilim, rejim değişikliği kampanyasının ticari ve siyasi maliyetinin büyük olabileceği ve gelenin gidenden iyi olacağının garantisinin olmaması nedeniyle, daimi bir iç savaşı provoke ederek Suriye’nin istikrarsızlaştırılmasının ve “Lübnanlaştırılmasının” Amerikan çıkarlarına en uygun seçenek olduğu kanaatindedir. Üçüncü eğilim ise, ABD’nin gerek bölgede, gerekse de kendi içinde yeterince sorununun olmasından hareketle, Suriye’ye hiç bulaşmama taraftarı.

Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi, bugüne kadar ABD’nin Suriye politikasını belirleyen, ikinci eğilim olmuştur. Ancak bu politikada da işler öngörüldüğü gibi gitmemiş, muhalefet kontrolden çıkmış, en sonunda ABD, kendi eliyle yarattığı Nusra Cephesi isimli canavarı terör örgütü ilan etmek zorunda kalmış. Keza Libya deneyimi de emperyalizm bakımından ders verici olmuştur. Nitekim NATO’nun Kaddafi’yi devirmek üzere Libya İslami Savaş Grubu’na verdiği ağır silahlar, Sahra Çölü üzerinden İslami Mağrip El Kaidesi’nin eline geçmiştir ve şimdi Fransa’nın öncülük ettiği emperyalist blok Mali’de bunlarla uğraşmakta. Tüm bunlar ABD’nin muhalifleri silahlandırma politikası üzerine tekrar ve tekrar düşünmesine neden olmakta ve Beyaz Saray’ın da Suriye’de müzakere sürecinin başlamasını istediği tezine dayanak oluşturmakta.

İsrail’in saldırısıyla hemen hemen aynı günlerde, Heysem Menna ve Usame el Tavil’in öncülük ettiği Suriye demokratik-barışçıl muhalefeti, Cenevre’de bir konferans düzenledi. Şiddetin ve her tür dış müdahalenin kesin olarak reddedildiği sonuç bildirgesinde, Suriye’nin seküler yapısını ve jeopolitik konumunu (daha açık ifadeyle, bölgesel ittifaklar sistemindeki yerini) korumak kaydıyla, sistemin kötü yanlarını ortadan kaldıracak bir diyalog ve müzakere sürecinin başlatılması talep edildi. Ne yazık ki bu grupların Suriye siyaseti üzerinde çok fazla belirleyiciliği bulunmuyor. Ancak hemen hemen eş zamanlı olarak bir başka yerden daha “müzakere” talebi geldi. Bu talebin sahibi, Doha’da kurulan Suriye Ulusal Koalisyonu’nun lideri Muaz el Hatib’di. El Hatib kısa süre sonra Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’la da bir araya geldi. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim de ay sonunda Moskova’ya davet edildi ve bu şekilde taraflar arasında dolaylı bir görüşme sürecinin başlama ihtimali arttı.

Ancak müzakere ve muhtemel uzlaşı kararı, Esad karşıtlarının tümünü bağlamayacaktır. Annan Planı ve Kurban Bayramı ateşkesi örneklerinde de görüldüğü gibi muhalefet tek vücut değildir ve bazı “radikal” gruplar bu kararı tanımayacaktır. Uluslararası planda da uzlaşıya yanaşmayacak devletler olacak. Bunların en başında, Suriye krizinde en yıkıcı rolü oynamış olan Katar-Suudi Arabistan ikilisi gelmekte. Arap basınında, Körfez monarşilerinin El Hatib’i ölümle tehdit ettiği iddiaları dolaşıyor. Belediye seçimlerinin bile yapılmadığı bu Körfez diktatörlükleri, sözde Suriye’ye “demokrasi” götürme, gerçekte ise bu ülkeyi İran nüfuzundan çıkarma ve enerji boru hatlarının üzerinde müttefik bir Sünni devleti kurma amacı doğrultusunda yıkıcı faaliyetlerine muhtemelen en azından bir süre daha devam edecekler. Ancak bu işin pek kolay olmadığını, yavaş yavaş kendileri de anlıyorlar.

Göstermeye çalıştığımız üzere uluslararası aktörlerin Suriye planları çok farklı. En farklı yerde duran ise, Türkiye’dir. Daha önce burada yayınladığımız “Kardeşim Beşar’dan Savaş Tezkeresine Türkiye-Suriye İlişkileri” başlıklı yazıda ayrıntılı şekilde anlattığımız üzere, Türkiye, bölgesel hegemonya planları doğrultusunda Esad Suriye’siyle yakın ilişkiler kurmuş, ayaklanmanın başlangıcında da Şam hükümetini desteklemiş, ancak daha sonra stratejik bir hata yaparak, Davutoğlu’nun “Biz geleceğin Suriye’siyle sıfır sorun yaşamak için muhalifleri destekliyoruz” sözünde ifadesini bulacak şekilde, kısa süre sonra Esad’ın yerini alacağı varsayılan muhalefete her türlü desteği vermiş ve dostunu kendi eliyle düşman etmişti. Bunun geri dönüşü hemen hemen imkansız olduğundan, uzlaşmaya en soğuk bakması beklenecek hükümet, Ankara hükümeti.

Bütün bunların orta yerinde gerçekleşen Cilvegözü patlaması da, sonuçları itibariyle düşündürücü. Resmi açıklamalarda, bunun Suriye istihbaratı tarafından gerçekleştirilen bir saldırı olduğu söylendi. Ancak hayatını kaybedenlerden üçünün Türkiye vatandaşı olmasına rağmen, üstelik tüm “değişen angajman kuralları”na ve Ekim ayında geçen tezkereye rağmen, herhangi bir karşılık vermek bir yana, olay hızla gündemden düşürüldü. Bu durumun ancak iki izahı olabilir: ya resmi anlatı doğru değil ya da hükümet kulislerinde Suriye politikasının iflas ettiği konuşulmakta ve çıkış yolları aranmakta. Hafta başında Ahmet Davutoğlu’nun verdiği bir demeçte, görüşmelere karşı çıkmaması ve “Biz zaten en başından beri silahsız çözümü destekledik” demesi de, iflasın kabulünün bir göstergesi addedilebilir. Gerisini nasıl toparlayacakları, onların sorunu.

İki yılını doldurmak üzere olan Suriye krizi, başından beri belirsizliklerle ilerledi ve net öngörülere izin vermedi. Ancak tüm verileri yan yana dizdiğimizde, bu yıl içinde bir uzlaşının gerçekleşmesi ve gelecek yıl Başkanlık seçimlerinin yapılmasıyla “kriz”in sona ermesi, fakat Körfez destekli El Kaide benzeri Selefi ve diğer “radikal” örgütlerin, Suriye’yi elden geldiğince güçsüz kılmaktan başka amacı ve işlevi bulunmayan umutsuz kör şiddet eylemlerini uzun süre devam ettirmesi, bütün ihtimaller içinde en yüksek olanı gibi görünmekte.