Taksim’den Tuzla’ya yüzleşme

[ A+ ] /[ A- ]

Ferhat KENTEL
www.gazetem.net
Bugün 1 Mayıs… Taksim’de neler oluyor, neler olacak bilmiyorum; çünkü bu yazı Salı akşamı yazılıyor… Bugün Taksim’de neler olacağını hep beraber göreceğiz ama İstanbul gibi koskoca bir dünya şehrinin küçük valisi neler olacağına dair “vaatlerini” ilan etti ve buyurdu: “Gelmeyin! Gelirseniz orantılı güç kullanırız, dağıtırız!” buyurdu. “Orantılı güç”ten ne kastettiğini tahmin etmek çok zor değil; geçen sene gördük çünkü… Geçen sene bütün İstanbul’a yaşattığı cehennem azabını, bu sefer “provokasyon” tehdidi ile tekrarlamak istiyor…

1977’de de çok duyulmuştu bu tehdit. Sonra, o dönemin muktedirleri “sözlerini” yerine getirmiş ve Taksim’e provokasyonun alâsını sunmuşlardı. Intercontinental (şimdinin The Marmara) otelinin bir katına yerleşen ve nerelerden geldiği hiçbir zaman tam olarak öğrenilmeyen katiller ve onların Sular İdaresi’nin üzerine yerleşen destek kuvvetleri meydandaki yüzbinlerce kalabalığa kurşun yağdırmıştı. O gün 37 insan canı yokedildi. Ama buna rağmen, 1978’de insanlar daha kalabalık toplandılar o meydana… Daha sonraki 1 Mayıs’larda muktedirler Taksim arzusuyla başa çıkamayınca, sokağa çıkma yasakları getirdiler ama ne 1977 katliamı unutuldu ne de 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama arzusu…

“1 Mayıs: işçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü”… Ama 1 Mayıs bugün Türkiye’de çok daha fazla bir anlam ifade ediyor… 1 Mayıs Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesinin, hesaplaşmasının sembolik günlerinden biri artık… 1 Mayıs’tan bu kadar çok korkan çapsız muktedirler sadece bu yüzleşmenin ne kadar elzem olduğunu olduğunu daha çok hatırlatıyorlar Türkiye’ye…

Yüzleşilecek konu çok fazla… Unutulmayan ve giderek daha çok hatırlanan acı çok fazla… Bunlardan biri de Tuzla Çocuk Kampı…

Hikayesini, hayattayken Hrant Dink’ten dinlediğim bu kampa geçtiğimiz günlerde bir gezi-ziyaret düzenlendi. Çocukken yararlanmış olan şimdinin büyükleri tarafından düzenlenen bir geziydi bu…

Kampın hikayesi Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın başkanı Hrant Küçükgüzelyan’ın girişimiyle yetim çocuklar için yaz kampı olarak 1962’de inşa edilmesiyle başlıyor. Bu tarihte özel şahıstan satın alınan kamp yeri Ermeni Protestan Kilisesi ve Mektebi Vakfı adına tapuda kayıt ettiriliyor ve 1979 yılına kadar Hrant Dink dahil olmak üzere yaklaşık bin 500 öğrenci yararlanıyor. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1979’da açtığı davada Yargıtay Hukuk Dairesi’nin 16 Ocak 1983 tarihli nihai kararı ile tapu kaydı iptal ediliyor ve vakfın elinden alınarak ilk sahibine bedelsiz iade ediliyor… 12 Eylül cuntacılarının hüküm sürdüğü dönemde Hrant Küçükgüzelyan da nasibini alıyor. Çocuklara “Ermeni milliyetçiliği ve Türk düşmanlığı aşılımakla” suçlanıyor, işkence görüyor… Küçükgüzelyan 9 ay hapis yattıktan sonra ülkesini terkediyor. Bu arada Ermeni çocukların elinden alınan kamp daha sonra bir kaç kez el değiştiriyor ve günümüze gelinceye kadar kullanılmıyor.

Hrant’ın, eşi Rakel’in ve onlarca çocuğun taş taşıyarak, alınterlerini dökerek imar ettikleri kamp yerindeki bina bugün harabeye dönüşmüş durumda…

İşte bu kamp yerinde buluştu dünün yetim çocukları… Küçücük elleriyle bir hayat kurdukları kamplarından “Ermeni milliyetçisi” olarak yetiştirildikleri gerekçesiyle kovulan çocuklar…

Ve dünün yetim çocuklarını bir araya getiren Garabet Orunöz o gün “kamplarını” şöyle anlattı…

“Sevgili dostlarım!

Emeklerimizle yarattığımız Atlantis’imize ‘hoş geldiniz’.

Çok uzun konuşmayacağım, annesiz kaldığım için buraya gönderildim, dualarım beni buraya yollayan Sara Makasçı, kurucu müdürümüz Hrant Küçükgüzelyan ve el koyulmasına karşı mücadele veren Hrant Dink içindir. Her üçünü de rahmetle anıyorum.

Kamp Armen; Çoğumuzun oturduğu evin yada apartmanın bir adı vardır; bizim evimizin adı da Kamp Armen’dir. Her çocuk hafızasına ilk anne-babasını alır. Annelik de, babalık da zordur, zahmetlidir, uzun zaman alır ve de adına ‘İnsan Yetiştirme Sanatı’ da denilen yaşam biçimidir.

Ben yaşama sanatını Kamp Armen’de öğrendim.

Anne görmedim ama; sevgisiz büyümedim,

Acı çektiğimde gözyaşlarımı gizlemeye gerek duymadım,

Paylaşmayı da, kıskanmamayı da burada öğrendim.

Kazanmaktan mutlu olmayı, sindirmeyi ve kabullenmeyi,

Çok olanın bıkkınlık vereceği gibi, az olanın kıymetini de burada öğrendim.

Bitmeyecek tek şeyin bilgi olduğunu, kitaplardan keyif almayı da burada öğrendim.

Sıkıldığım da oldu, burdan firar etmeyi de denedim, yakalandım, dayak da yedim.

Kendime yön vermeyi de burada öğrendim.

Doğanın tam ortasındaydım, hayvanlarımızla birlikte, atımız da oldu, itimiz de vardı, bir çift maymun da besledik. İnek, koyun, keçi, hindi, kaz, ördek, tavuk, arı da besledik. Bunlardan nasıl faydalanılır, onu da burada öğrendim.

Arı da soktu, koç da tosladı, canım acıdı belki; ama ben hepsini de özledim.

Ağaç dikmeyi de, ağaca aşı yapmayı da; bakımını da, bir ağacın üç çeşit meyva verebileceğini de, burada öğrendim.

Yağmurdan sonraki ilk toprak kokusunu, üstüme silerek yediğim çamurlu mantarı da burada aradım, evlatlık verilen kardeşimi de burada buldum.

Soğuk kış gecelerinde ısınmak için ateş yakmayı, sıcak yaz günlerinde geleceğime dair hayal kurmayı; şartlar ne olursa olsun yalan söylememeyi de burada öğrendim.

Kendi doğrularım için kimsenin beni yargılamasına izin vermemeyi; başkalarını da kendi doğrularım için yargılamamayı, bunun başkalarını dinlememek değil; söylenenleri kendi eleğinden geçirmek olduğunu, hayatı sorgulamayı, haklı olduğum konuda sonuna kadar diretmeyi, haklıyken dik durmayı da burada öğrendim.

Yaptıklarımdan değil yapmadıklarımdan pişmanlık duymayı, basit yaşamayı, evet ve hayırı, istiyorum yada istemiyorum demeyi de burada öğrendim.

Tek kıyafetle okul sezonunu bitirirken temiz olmayı, dostluğa kıymet vermeyi, kıymet bilmeyenlere öğretmeyi, klasik müzikle başlayarak, kulağa hoş gelen her melodiyle yaşamayı da burada öğrendim.

Lafı dolandırmamayı, hayat gibi; herşeyin bir sonu olduğunu,

Allah’ın hakkının üç olduğunu; -onları sona sakladım-

1. Alın terine saygıyı,

2. ‘Sizleri seviyorum’ demeyi,

3. Kaybetmeyi de en sonunda burada öğrendim.”

İşte böyle… “El konulan” bir kamptan geçmiş bir insanın hayat dersleri… Nasıl? Muktedirlerin “Ermeni milliyetçiliği” ile suçladıkları bir dile benzemiyor değil mi? Benzemiyor tabii… Benzemesi de gerekmiyor zaten… Muktedirler için -muktedir kalmaları için, yüzleşmemeleri için- her yol mübah… Bu muktedirler kendi tarihleriyle yüzleşmemek için attıkları taklalara her zaman kulp aradılar ve aramaya devam ediyorlar…

Ama Garabet Orunöz’ün anlattıkları o kulpları aşıyor ve Türkiye’yi dürüst olmaya ve yüzleşmeye çağrıyor… O kamptan öğrendiği “hayat” dersini -düşünmemiz için- önümüze koyuyor…