Tarsus, Erzurum ve Leman Hala

[ A+ ] /[ A- ]

ermeni_510

Bianet

Barış Dağlı, Tayfun Benol ve Uğur Şahin 100. yılında Ermeni soykırımı için yazdılar. Tarsus’tan, Erzurum’dan iki anı ve Leman Hala’nın hikayesi…

“Bir Türkiyeli olarak  tarihimizde Ermeni Soykırımı’nın yaşandığını nasıl öğrendiniz? Bu yüzleşme hayatınızı nasıl etkiledi?”

Ermeni Soykırımı’nın 100. yılı vesilesiyle bu soruyu soykırımı kendine çeşitli düzeylerde dert edinen ve yüzleşmenin gerekliliğini düşenen bu topraklarda yaşayan Ermeni olmayanlara sorduk. Herkesin anlatacak bir hikayesi, bir anısı, açıklayacağı bir fikri olmalıydı ve öyle de oldu… Elimizden geldiğince farklı kesimlerden insanlara danıştık. Kime sorsak bizi kırmadı. Bu sorunun yanıtlarını bu topraklarda hala yaşayan Ermenilerle yaptığımız söyleşilerle beraber 24 Nisan gününe kadar yayınlayacağız. 100. yılın 100leşmenin gerçekten başladığı bir milat olması dileğiyle…

Yeni Baştan Kurarız Tarsus’u

Barış Dağlı – Akademisyen

1996’ın Temmuz ayıydı… Ben henüz ortaokul sıralarındayken hem sol yanım hem de Tarsus öfke ile yanıyordu. Temmuz’un 23’ünde kaybetmiştik dayımı, 1996 Ölüm Orucu’nda. Ve ben Altan Berdan Kerimgiller’in yeğeni olarak büyüyordum, öğreniyordum, yüzleşiyordum.

Cenazemizi defnettikten bir iki gün sonra oğlu hakkında yazılanları merak eden acılı anneannem günlük gazeteleri almam için beni gazeteciye yollamıştı. Gazeteciye Arap Alevi biri olarak girip Ermeni biri olarak çıkacağımdan elbette habersizdim, en az Ermenilerden habersiz olduğum kadar.

‘Ermeni dölüymüş ölen.’ dedi gazetecideki müşteri. ‘Yahu Alevi onlar…’ diye düzeltti onu gazete satıcısı. ‘Ne fark eder ki?’ diyerek pislik bir gülümseme aldı yüzüne müşteri, dayımın gazetedeki fotoğrafına baka baka…

Dona kalmıştı çocukluğum… Ermeni miydik biz? O pis gülüşlü adamın dilinden dökülüyorsa bütün bunlar, Ermeni olmak o kadar kötü bir şey olmasa gerek diye düşündü büyümeye başlayan zihnim. Sıktım dişimi. Aslında sıktığım Hrant abiyi katlettiklerinde sıktığım yumruğummuş, sonradan anladım…

Eski Ermeni mahallesi olan Şehit Kerim’de bir abimden dinledim ilk kez yaşananları. Tarsus’taki Ermenileri, Ermeni Katliamı’nı, Tarsus Pazar yerinde konuşulan ve bugün unutulan bütün dilleri, yüzleri… İstemeden yine sıkmışım dişlerimi, beynelmilel bir kentin hazin dönüşümünü öğrendikçe…

Yavuz Sultan Selim’den 19 Ocak 2007’e kadar her gün katledilmiş geçmişim. “Börklüce’yle cenge kalkan yiğitler” ise Hrant Dink ile öfke olup akmış her seferinde zalimin üstüne… İşte bu yüzden o pis gülüşlü adamın küfrünü başım gözüm üstüne kabul etmişim. İşte bu yüzden Ermeniyim diyebilmişim…

Yıllar o gazetecideki günü kovaladıkça eski Tarsus Pazar yerindeki bütün ırklar, diller zihnimin ve sol yanımın bir parçası oldular. Gün geçtikçe öfke ile harmanlanıp birleştiler, o büyük günün görkeminde açacak gökkuşağı oldular sınıf sınıf… Hrant abiden Medeni Yıldırım’a yüz yıllık öfke ile Berkin olmuş çocukluğum zalime karşı… Öyle sıkmışım dişimi, yüzleştiğim vakit anladım.

Belki bir gün Ermenilerin ruhu ile yeni baştan kurarız Tarsus’u… Aşkı Hrant abiden alırız, felsefeyi Aratos’tan… Berdanların, Kemal Askerilerin inancı ile yeni baştan kurarız Tarsus’u… Ve kocaman bir Pazar yeri yapıp kentin ortasına tekrar büyür, öğrenir ve yüzleşiriz. Yaşanmasın diye 1915 yeni baştan…

“Hala Nasıl?”

Tayfun Benol – Emekli

70’li yıllar…

Annem İstanbul’a taşındıktan sonra üç-beş sene süren bir çaba sonucu amcasının kızına, Leman Hala’ya ulaştı.

Halayı bizim evde ilk ne zaman gördüm, emin değilim. Ama yaklaşık üç sene sonra bizimle yaşamaya başladığını söyleyebilirim. Bu üç sene zarfında gençliğinden beri yaptığı gibi çocuk bakıcılığı yapıyormuş.

Şişli’de oturan, Adalar’da yazlığı olan bir ailenin iki çocuğu Figen ve Taygun’u büyütmüş, sonra da aynı ailenin yanında çalışmaya devam etmiş.

Tesadüf işte; ablamın adı Figen, benim de Tayfun. Ama Hala’ya hiç Tayfun dedirtemedim, Taygun aşağı Taygun yukarı… Şimdi düşününce… Ben de onun adını kullanmadım hiç. Leman Hala ya da Leman Hanım değil, sadece Hala. Arkadaşlarım bile öyle tanıdı onu. Kimse bana onun hatırını sorarken halan nasıl demedi: “Hala nasıl?”

Hala bize gelmeden önce onun hikayesini anlatmıştı annem; kanımın donduğunu hatırlıyorum, çok üzülmüştüm.

Annemin amcası bir Osmanlı subayı, yanılmıyorsam paşa olmalı. 1915’te Hala’nın ailesi katledilince kendi çocuğu olmayan büyük amcam o zaman daha bebek olan Hala’yı yanına alıp bakmış. Hikaye böyle…

Hala bu durumu ölene kadar bilmedi. Üzülmemesi için bu sırrı saklamamız gerekiyordu. Öyle dendi, öyle hissettik.

Muhtemelen annem bu olayı anlatırken amcasının iyi kalpliliğini vurgulamak istemişti ama, ben hep Hala’nın ailesinin annemin amcası tarafından öldürülmüş olabileceğini düşündüm. Ama hiç dile getirmedim, bu kez annem üzülmesin diye.

70’lerde ilk gençliğini yaşamış birçok kişi gibi politize bir gençlik geçirdim ben de. İlginç olan, hayata bu kadar politik bir yerden bakarken, sık sık gelen katliam haberleri tarafımızı, bakışımızı, öfkemizi, hayatımızı belirlerken onunla birlikte yaşamamıza rağmen Hala aklıma gelmedi hiç. Azınlıkların bu ülkede yaşadıkları yıllar sonra gündemime girdi. Ve sanırım, bu konuda yalnız değilim.

Erzurum’da yani Garin’de

Uğur Şahin – Öğrenci

24 Nisan’la ilgili olarak ilk hatıralarım ortaokulda bizlere anlatılan ‘tarih’ dersindeydi. Ermeniler bizi öldürdü. Biz de kendimizi korumak için böyle bir şeye kalkıştık falan diyordu, tarih dersi hocam. Aynı tarih kitabında Karadeniz’de ki öldürülen Rumlar hakkında hiçbir şey denmiyordu. Ve ben de bir Karadenizliydim ve yaşananlar hakkında az çok bilgi sahibiydim.

Liseye geçtiğimdeyse 1915 olayları konusunda kitaplar okuyordum. Kimisinde zorunlu göç deniyor, kimisindeyse soykırım. Bense bütün bunların arasında git gel arasında kalmış, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyordum. Belki de bilemiyordum.

Yıllar sonra Hrant Dink Vakfı’ndan Ermeni bir arkadaş ile tanıştım. Anlattı bana; dedelerinin, ninelerinin başlarına gelenleri, yaşanan acıları, yitip giden hayatları, tarih diye bize öğretilen şeylerin yalan olduğunu… İçim cız etti. Sanki kalbime bir şey saplanmıştı. Bu kadar acı nasıl yaşanabilirdi? Ben bu yaşananlarla nasıl bu kadar geç yüzleşebilmiştim?

Daha sonra üniversite için Erzurum’da (Garin) yaşamaya başladım. “Ermeni” ve “Ermeni oğlu Ermeni” söylemleri Erzurum’da küfür ve hakaret olarak kullanılıyor, “7 Ermeni öldürün cennete gidersiniz” gibi deyişlerle Ermenilere karşı duyulan kin ve nefret söylemlerini bir kez daha gözler önüne sürülüyordu.

Anarad Hığıtyun Rahibeler Okulunu, Surp Minas Kilisesini,Sanasaryan Kolejini araştırdım. 1915’teki soykırımdan geriye kalan Ermeni iş yerleri, han, hamam, ev ve kiliseler de intikam alırcasına tahrip ediliyordu. Surp Minas Kilisesi kaderine terk edilmiş, yıkılmak üzere. Sanasaryan Koleji ise Erzurum Kongresinin yapıldığı bina. Tekrar yüzleşmiştim yaşanan acılarla. Bir kez daha kendime kızmıştım. Yıllar boyunca neden hiç tepki göstermemiştim? Neden bu kadar geç yüzleşmiştim?

Artık bana kimse bu yaşananların  ‘zorunlu göç’,  ‘sözde Ermeni soykırımı’ olduğunu söyleyemezdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti inkâr politikalarıyla bu yaşanmışlıkları görmezden gelmeye çalışsa da bu 24 Nisan soykırımın 100. Yılı.  Bir Türkiyeli olarak soykırıma ses çıkarmamak, yaşanmışlıkları gizlemeyi, hiç yaşanmamış gibi davranmayı kendime yakıştıramam.

Soykırımla yüzleşmemin aslında en önemli olan kısmı burada başlıyor. Şimdi ne yapabilirim? 1915 Ermeni Soykırımı için çeşitli kurumlar bunun yalan olduğunu, öyle bir şey yaşanmadığını aktardıkları yalan yanlış etkinlikler düzenliyor. Konferans, panel şeklinde düzenledikleri etkinliklerle 1915’de yaşanan bu soykırımı insanlara yanlış aşılıyordu. Türkiye’nin büyük bir bölümünde bu böyle devam ediyordu. Soykırımla yüzleşmiş bir yurttaş olarak inkâr etmek, unutturmaya çalışmak, gerçekleri çarpıtmak bana göre bir şey değildi. Soykırımla yüzleşmem ‘tarih’ denilen şeyin ne kadar ‘taraf’ olduğunu öğrenmemi sağladı. Ve inkâr politikalarının ne kadar acımasız olduğunu öğrendim…