Toprağın Hikâyesi

[ A+ ] /[ A- ]

Karin KARAKAŞLI
Radikal Gazetesi

Kuruyemişçiler insanı çok mutlu eder; çocukluğu anımsatır, yaramazlık hakkı tanır. Akşam vakti kuruyemişçiden içeri girerken kendi yaramazlıklarımı içimden bir kez daha listelemekle meşguldüm: Fındık, fıstık, cips, çikolata. Önce kimse fark etmedi beni, tezgâhın arkasından duran iki kişi de ekrandan renk ve ses olarak patlayan akşam haberlerinin hipnozundaydı. “İsveç Parlamentosu’nda bir oy farkla kabul edilen Ermeni tasarısı” diye başlayan spikerin cümlesini, kuruyemişçi ekrana doğru elini havaya kaldırarak tamamladı: “Hay Allah belasını versin senin gibi Ermeni’nin…”

O an unuttum her şeyi; alacaklarımın hepsi aklımdan silindi. Kuruyemişçi “Buyur abla ne istemiştin?” diye bana döndüğünde, boş boş bakıp “Unuttum ya” dedim. Yardımı dokunur diye şöyle saçlarımın bir tutamını da çekiştirdim. Olmadı. Adam gülümsedi. “Sen çok yorulmuşun be abla. Ben de unutuyorum çok. Gel bir çayımızı iç” dedi. Yanıtımı beklemeden minik belli bardağa çayı doldurmuştu bile. Ben hâlâ boş boş bakıyordum.
İçimdeki sızı, kaç oy eder bilmem ki… Neresinden düzeltilebilir bu denli kuntlaşmış acılı yanlış? Bu tasarıların içeride yaşatılış şeklini biliyorum. Kendi hayatımı tasarılar üzerinden bile bölümlere ayırabilirim biraz. Ermeni sözcüğünün en galiz küfre dönüşebildiği, dizginlenemez zamanlardır bunlar. Dünya yine Türkiye’yi yıkmak için atak peşindedir. Herkes düşmandır. Ve yine aynı yerden vurmaktadır.

Böyle yaşatmaya çalışıyorlar ama sürekli yinelenen sahne artık ister istemez algı kırılmasına yol açıyor. Ne olmuş sahi diye sorası geliyor insanın. Neredeler bu insanlar? Dört bin yıldır Anadolu’daymışlar öyle mi ama biz onları Ermenistan’dan gelme biliyorduk…

‘Delirmiş bir Ermeni’

Böyle zamanlarda hep yardıma ihtiyaç duydum. Dönüp de kendi kimliğimi var eden değerlere baktığımda bana en çok iki adam iyi geldi. Devamlılığı olmaktan, ruhlarından azıcık nasiplenmiş olmaktan onur duyduğum iki adam. Kendi seçtiğim atalarım: Saroyan ve Gomidas.

Bitlis’ten Amerika’ya göç etmiş Ermeni bir ailenin Amerika’da doğan ilk çocuğu olan William Saroyan, “ne olmuş sahi” diye sorulacak o soruyu yanıtladı kendi hayatı ve edebiyatıyla. Hiçbir aidiyeti olmadığı ama doğmak zorunda kaldığı bu yaban topraklarda bir yandan Bitlis’i, kaybedilmiş vatanı aradı. Zerre kin gütmeden, anlamayı ve anlatmayı denedi. Uzun yıllar sonra kocaman cüssesiyle savrulduğu Anadolu yollarında, neden eski evini satın alıp da oralara yerleşmediğini şöyle anlatacaktı Bitlis adlı oyununda: “Şehirde hiç Ermeni yok, ben burada sadece tuhaf bir yerli olurum. 30 yıllık başarısının sonucunda yeteri kadar para kazanan Amerikalı Ermeni bir yazar, Bitlis’e gelerek ailesinin evlerini yeniden inşa ettirmeye karar veriyor. Büyükannesinin kardeşlerinin -kuzenlerinin değil- evini zengin Kürt işadamından alarak, daktilosuyla bu eve yerleşiyor. Tepelerde uzun yürüyüşlere çıkıyor ve artık orada yaşıyor. Delirmiş bir Ermeni…”

Saroyan’ın hikâyesi kaybedilen memleketin ve köklerin bedelleriyle cisimleşmiş gibidir. Ailedeki deliliğe özel vurgu yapan Saroyan, bunu bizlere bir nevi kalıtsal miras olarak duyumsatır. Dayısı Vartan’ın deliliği ise çok can yakıcıdır: “Bir yandan Fresno’daydık, bir yandan hiçbir yerde. Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki? Aslında bu, deliliğin, Merced Caddesi’ndeki Bloom Brothers’da terzi olarak çalışan dayım Vartan’da aldığı şekildi. Her akşam eve döndüğünde karısına ve annesine şu soruyu soruyormuş: Daha kimse ölmedi mi, bu korku dolu yalnızlığımıza, bu amaçsızca savrulmamıza, bu boşluğa ve köksüzlüğe son verecek biri?”

Ayrı bir kolda, o deliliği, umudu ve yıkımı simgeleştiren bir diğer direk durur: Gomidas Vartabed. Rahip, besteci, koro şefi, şarkıcı ve etnomüzikolog olarak tanımlandı sonradan. Sorsalar, sadece doğru bildiği şeyi yapıyordu oysa. Sesin peşinden gidiyor, neredeyse vahiy halinde gelenleri aktarıyor ve Anadolu halklarının bütün müzik birikimini kayıtlara geçiriyordu. Kurduğu çoksesli korolarla, derlediği halk şarkılarıyla ve Ermeni kiliselerinde halen ayinlerde okunan Badarak isimli çoksesli yapıtıyla, bir başına kültür denen şeyin ta kendisi oldu. Halkına doğru üflenen ve verili canı dirilten ruh nefesi…

1910 tarihinde İstanbul’a yerleşen Gomidas, burada 300 kişiden oluşan bir koro kurdu. 24 Nisan 1915’te, tutuklanan Ermeni aydınları arasında o da vardı. Trenle Çankırı’ya gönderilen Gomidas, yakın arkadaşları şair Mehmet Emin Yurdakul ve yazar Halide Edip’in de araya girmesiyle İstanbul’a geri gönderildi. Ancak hassas kişiliği, tutukluyken yaşadıklarının ıstırabından sonsuz bir cehennem yarattı ona. Bir daha bu cehennemden çıkamadı. 1916 sonbaharında askeri hastaneye götürülen Gomidas, 1919 tarihinde Paris’teki Villejuif Akıl Hastanesi’ne nakledildi. 22 Ekim 1935’te bu hastanede hayatını kaybetti. Gomidas, dönemin ruhuydu. Yollarda mezarsız can verenleri, bu topraklardan silinen izleri bildi. Kendi yaşamını sessiz bir çığlık etti. Vicdan çığlığı.

Ermeni dendiğinde bunları anlatasım var en çok. Çünkü bu Ermenilik, doğduğu toprağa bağlılığı, ondan hiç kopmamayı da içeriyor. Saroyan sözüyle, Gomidas sesiyle anlattı o sevgiyi ve hasreti. Toprağın kendi hikâyesini.

Kuruyemişçinin uzattığı çaya bakarken hayatın seçenekler ve tercihler olduğunu biliyorum. Birinci seçenekte sağolasın der, mekândan çıkarsın. İkinci seçenekte çayını içer susarsın. Saroyan’ın ve Gomidas’ın gözlerini görüyorum karşımda bir an. Bir halkın ruhunu taşıyan derin, hüzünlü, çocuksu ışıl ışıl gözlerini. O gözlerin içine bakabilmek için son seçenekten ötesi yok aslında, biliyorum.

Gülümsüyorum kuruyemişçiye çayı alırken. “Senin ablan Allah’ın belası bir Ermeni ama” diyorum. “Estağfurullah abla o nasıl söz” diyor yüzü kıpkırmızı. Ona toprağın hikâyesini anlatıyorum.