Ragıp ZARAKOLU
Evrensel Gazetesi
Ankara’ da Sivil ve Demokratik Anayasa Forumu’nun ilk gününü izledim. Önemli, farklı kesimleri bir araya getiren, önemli bir oluşum. Dilerim, kalıcı ve üretken bir platforma dönüşür.
Türkiye’de 1876 Anayasası’ndan bu yana, daha sonraki tarihsel dönemin belirlenmesinde anayasa hareketlerinin önemli bir yeri vardır.
Ancak dönemlerine göre görece liberal olan 1876, 1921 ve 1961 anayasalarının hemen ardından, “elbise bol geldi” diye bağıran reaksiyoner hareketler başlamıştır. Sonuç olarak Osmanlı despotizmini izleyen de Kemalist despotizm olmuştur. Kemalist despotizm halen son savunma savaşlarını veriyor; olabilecek her kurumu, kendi kuruluş amaçlarını göz ardı ederek kavga alanına sürüyor.
Eşitlikçi her “açılım”ın ardından mutlaka bir darbe indirilmiştir. Islahat Fermanı’nın ardından Abdülaziz’in daha baskıcı yönetimi gelmiştir. 1876 Anayasası daha bir yılını doldurmadan, 40 yıl askıya alınmıştır. 1908 Devrimi’ni, İttihat Terakki’nin baskı yasaları ve fiziki tasfiye politikaları izlemiştir. 1921 Anayasası’nın sivil taahhütleri 1924 Anayasası ile kaldırılmış; Kürtler, Aleviler ve Anadolu Rumları ile kurulan mutabakat ilga edilmiştir.
Türkiye’nin “azınlık” kılınan halkları, her demokratik açılımı yürekten desteklemiştir. 1908’de anayasal rejimin kuruluşunu candan desteklemişlerdir. 1945’te çok partili sisteme geçiş büyük umutlar yaratmıştır. Ama ardından darbe üstüne darbe yemişlerdir.
Ankara’daki Demokratik ve Sivil Anayasa Forumu’nda bu coğrafyanın en kadim halklarının sesinin son derece cılız yansıması, bana hüzün verdi. İstanbullu Rumlar, Başbakan’ın hâlâ yanıtlamadığı geçen yılki mektuplarını konferansa iletmemi istediler. Ermeni toplumundan dostlarımız da bir süre önce, Aram Dikran’ın Diyarbakır’a gömülmesine izin verilmeyişi nedeniyle, Baibakan’a Anadolu coğrafyasının gurbetteki tüm insanlarına, eğer istiyorlarsa ikinci yurttaşlık olanağının tanınmasını isteyen bir çağrı iletmişlerdi. Bence Türkiye’deki demokratikleşmenin ve tarihle yüzleşmenin en önemli kriterlerinden biri, despotizm kurbanı eski yurttaşlarımızın tüm çiğnenmiş haklarının iadesi olacaktır. Bu, bize de insanlığımızı kazandıracaktır.
Dün (12 Ekim 2009), Hrant Dink cinayeti davasının 12.
duruşması yapıldı. Hrant’ın arkadaşlarının basın açıklaması, gerçek “açılımın” ipuçlarına da değiniyordu. Bu sese kulak ve destek verelim:
“Türkiye, kısa süre önce akla hayale gelmeyecek çok önemli değişimler geçiriyor; ama bizim, Hrant’ın öldürülüşüne varan linç kampanyasını, o korkunç cinayeti ve ardından sergilenen adalet skandalını unutmamız isteniyor. Bugüne kadarki mahkeme sürecinden çıkan sonuç budur.
Hrant’ın avukatları bir önceki celse mahkemeye bir dilekçe sundular. Ve sabırla, beklentiyle geçen bunca zamandan sonra, bu davanın savcısının ne iş yaptığını mahkemeye sordular. Gerçeği ortaya çıkarmada birinci derecede sorumlu olan savcının bugüne kadarki faaliyeti, fazlasıyla dikkat çekicidir. Hrant Dink cinayeti davasının savcısı, hemen sadece, Hrant’ın avukatlarının talepleri söz konusu olduğunda görevini hatırlıyor ve genellikle bu taleplerin reddedilmesine katkıda bulunuyor.
Aslında Hrant’ın öldürülmesinden sonraki sözde soruşturma süreci, “çarpıcı gelişme”den ve “şok ayrıntı”dan geçilmiyor. Yazılacak çizilecek, gürültülü anonslarla ekrana getirilebilecek çok şey var. Ama medya, hem Hrant’ı unutmuş görünüyor, hem onun öldürülmesine varan süreçteki kendi rolünü hatırlayıp en ufak vicdan azabı duymadığı belli oluyor, hem de soruşturma ve mahkeme sürecindeki akıl almaz işlerden bahsetmiyor.
Bugün adalet yolunda çok daha büyük adımlar atmış olabilirdik. Bu katiller sürüsünü kimlerin eyleme sürdüğü, kimlerin koruduğu kolladığı; cinayete bir şekilde karışan ve sonrasında sorumluların gizlenmesine, korunmasına katılan devlet görevlilerinin hangi güdülerle hareket ettiği, hepsi ortaya çıkmış olabilirdi. Azıcık olsun yüreklerimize su serpilmiş olabilirdi.
Olmadıysa, olamadığından değil birileri bunu istemediğindendir.
Anlaşılan bu “açılım”a daha sıra gelmedi.
Herkes şunu bilmeli: Sıra gelecek. Bugün adalet arayışımıza katılmayanlar, yarın asla altından kalkamayacakları bir utancın yükü altında ezilecekler.
Şu günlerde İstanbul’da başka bir şekilde sorulan soruyu soralım: İnsan neyle yaşar? İftirayla, cinayetle, entrikayla, ahlaksızlıkla mı?.. Yoksa adaletle mi?.. Buyurun, tercih sizin!”