Eren KESKİN
Sesonline
Bu yazıyı yazdığım gün, Türkiye ile Ermenistan arasında “ilişkileri normalleştirmeyi amaçlayan” protokole imzalar atıldı.
“Normal sayılanı” her zaman “iktidarlar” belirler! Bu kez de öyle oldu!
Ermenistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerin nasıl “normalleşeceğini”, “dünya egemenleri” belirlediler.
Benim açımdan ise, normal olması gereken, sadece ve sadece soykırım gerçeğinin tüm sonuçları ile kabul edilmesi ve Ermeni ulusundan özür dilenmesidir.
Kişisel tarihimde, yaşadığımız coğrafyanın bir “kimlikler mezarlığı” olduğunu fark etmem çok küçük yaşlarda oldu.
Babamın ikiz kardeşi olan amcam, bir Ermeni kadın ile evlenmeye karar vermişti. Birbirlerini çok seviyorlardı. Bu evlilik gerçekleşmeliydi mutlaka.
Ancak emekli vali olan dedemin bu evlilik için bir şartı vardı. Jozefin “Müslüman” olacak ve adı da “Hülya” olarak değişecekti.
Yaşım küçük olmasına rağmen, bu durumu hiç anlayamıyordum. Nasıl oluyordu, bir kişinin “kendi olma hakkı” elinden alınabiliyordu.
Onlar evlendiler. Ama ailede hiç kimse yengeme “Hülya” demedi. O bizim hep sevgili Jozefin’imiz olarak kaldı.
Çocukluğumun en güzel hatıralarında, farklı ve güzel zamanlar geçirmemize neden olan Jozefin yengem, Antuanet teyze ve Alex ve Arthur ağabeyler vardır.
Ben çocukluğumda dünyadaki en iyi insanların Ermeniler olduğuna inanırdım hep.
14 yaşına gelmiştim. Birgün kalabalık bir aile topluluğu olarak Kilyos’a denize gittik. Babamın halasının oğlu, “gel denize girelim, sana bir şey anlatacağım “ dedi. Yürüdük… Yürüdük… Yürüdük…
Bizi kimsenin duymayacağı bir yere geldiğimizde, bana şunları söyledi. “Biz Kürt’üz, bunu unutma, bizimkiler bu gerçeği kabul etmezler ama biz Kürt’üz”.
Çok şaşırmış ve biraz da sevinmiştim. Ancak bu gerçeğin “kimsenin duymaması gerektiği kadar korkutucu” bir gerçek olması da beni ilginç bir ruh hali içine sokmuştu.
İnsanın kendi kimliğinin bir “sır” olarak kalmasına kim ve hangi hakla karar verebilirdi?
Bu tarihten sonra, “Resmi tarih dışı” okumalara başladım. Ermeniler ve Kürtler ile ilgili bulduğum her kitabı okumaya çalışıyordum.
16 yaşındaydım artık. Birgün Jozefin yengemle Sedef adasına gittik. Sahilde otururken birden diye yengeme sordum.
Yengem etrafına bakındı ve “gel denize girelim” dedi.
O an, Kilyos aklıma geldi.
Yengem ile açıldık… Açıldık… Açıldık…
Kimsenin duymayacağına emin olduğumuz bir yerde, yengem anlattı yaşadıklarını.
Ben artık bu coğrafyada büyük bir suç işlendiğin ve Soykırım suçu işleyen zihniyetin hiç de gerilerde kalmadığına inanmıştım.
Sonraki kişisel tarihimde yapabildiğimce bu alanda düşünmeye, çalışmaya ve konuşmaya başladım.
2005 yılında, İstanbul’da bir konferans düzenlendi. Kamuoyunda “Ermeni Konferansı” olarak bilinen ve bu konferansın çağrı metnini hazırlayan aydınlar şöyle yazmışlardı; “1915 ve sonrasında yüz binlerce insanın yerinden yurdundan edilmesine, birçoğunun da ölmesine, öldürülmesine yol açan emirler, sonuçta o zaman Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten bir iktidar tarafından (Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti ile özdeş olmayan) bir devlet mekanizması aracılığı ile verilmiş ve uygulanmış, uygulattırılmıştır.”
İşte bu konuya bakışta, temel anlayış farkının çağrı metninde parantez içine alınan yaklaşımda olduğunu düşünüyorum.
Ben, Ermeni soykırımı suçlusu, İttihat Terakki Partisi ve onun özel örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın ideolojisinin, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de “kuruluş ideolojisi” olduğuna inanıyorum.
Yıllardır Türkiye’de temel meselenin militarizm olduğunu, militarizmin yarattığı “kırmızı noktaların” topluma çeşitli korkular salınarak totaliterleştirmeyi sağladığını, militarizmin “iç ve dış” siyasetin sivilleşmesi önündeki en büyük engel olduğunu, yasama, yürütme, yargı kurumlarının tümüyle militarizmin etkisi ve baskısı altında olduğunu dile getirmeye çalışıyorum. Ben ve benim gibi düşünen az sayıda kişi, bu nedenle birçok baskı yaşadık ve yaşıyoruz. Ancak hayat bizleri o kadar doğruluyor ki!
Tam da, Türkiye ile Ermenistan arasında “ilişkilerin normalleştirilmesi” tartışmaları yapılırken, “Türk Yüksek Yargısı” öyle bir karar verdi ki, değişimin ne kadar da zor olduğunu gösterdi.
Yargıtay, bir röportajında, konuşmasının bir yerinde, “1.5 milyon Ermeni öldürdük” açıklaması yapan yazar Orhan Pamuk’a karşı, “ manevi zarara uğradığını” düşünen herkesin tazminat davası açabileceğine karar verdi. İşte bu karar, bir kez daha “militarizme bağımlı Türk Yüksek Yargısı” eliyle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sözkonusu konuyla ilgili gerçek yaklaşımını dışa vurdu.
Oysa demokrat olmak, gerçekçi olmak, Türkiye Cumhuriyeti devletini işlenen Soykırım suçunu kabul etmeye ve Ermeniler’in uğradığı tüm zararları tazmin etmeye çağırmaktır.
Tabii ki bu tavır zor ve korkutucudur!
Benda diyor ki; “Gerçek entelektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar. Bu yüzden sayıları çok olamaz. Her şeyden önce statüko karşısında daimi muhalefet durumunda olmaları gerekir.”
Edward Said ise şöyle diyor entelektüelli tanımlarken; “ entelektüel kriz çözmeye değil, kriz çıkarmaya çalışır.”
Evet, kriz çözücüler, krizi normalleştirmeye çalışanlar o kadar çoklar ki…
Ama bazıları da “suçları ve suçluları unutturmama” yolunu seçerler.
İşte bizler bunu yapmaya çalışıyoruz.
– Tam 94 yıl oldu!
– Yalana inananlar,
– Yalanı sorgulamayanlar,
– Yalana inanmasalar da susanlar,
– Susarak onaylayanlar,
Hepimiz suçluyuz…
…Ve binlerce, milyonlarca özür borçluyuz.