Bir Çuval Ergenekon ve Bir Kavanoz Liberal

[ A+ ] /[ A- ]

Express Dergisi

Eski bir fıkra, güncelleyelim: Pamuk Prenses, Herkül ve Notre Dame’ın Kamburu namıyla maruf Quasimodo buluşmuşlar, laflıyorlar. Herkül, Pamuk Prenses’e, “dünyanın en güzel kızı sen misin gerçekten” diye sormuş. “Bilmem ki” demiş Pamuk Prenses, “sihirli aynaya sorayım” demiş, gitmiş. Çok geçmeden ağzı kulaklarında gelmiş, “evet, benmişim” demiş. Sonra o da Herkül’e sormuş, “peki, dünyanın en güçlü adamı sen misin?” Herkül de sihirli aynanın yolunu tutmuş. Döndüğünde, “evet” demiş, “dünyanın en güçlü adamı benmişim.” Ve ikisi, Quasimodo’ya dönüp sormuşlar. “Senin için dünyanın en çirkin insanı derler, öyle mi hakikaten?” Quasimodo da soluğu aynanın karşısında almış. Geri geldiğinde yüzünden düşen bin parçaymış, hiddetle sormuş: “Kim ulan bu liberaller?”

Quasimodo’ya liberaller nasıl anlatılabilir? Marx’tan mı başlamalı, yoksa kestirmeden gidip Sartre’ın ünlü sözünden mi: “Liberal iğrenç bir sözcüktür.”

Ama o zaman da haklı olarak soracak? “Niye iğrenç?” O halde Şili’den başlamalı, seçimle iş başına gelen sosyalist Allende hükümetini CIA destekli darbeyle deviren Pinotche’den, o eli kanlı diktatörle el ele verip neo-liberalizmin ilk uygulamasını o ülkede yapan Chicago ekolünden, o ekolün babası, ünlü iktisatçı Milton Friedman’dan…

Eğitim Bakanı olur olmaz ilkokullarda ücretsiz dağıtılan sütü kestiği için “Thatcher, the milk snatcher” (süt hırsızı) ünvanını kazanan Margaret Thatcher’dan da başlanabilir… Ya da neoliberalizmin ilk Amerikan versiyonu olan “Reaganomics”e adını veren eski başkan Ronald Reagan’dan…

Veya Türkiye’den… Neo-liberalizme ilk adım olan 24 Ocak Kararlarına, anamuhalefet lideri Ecevit’in “bu Latin Amerika modelidir, demokrasiyle uygulanmaz” demesinden sekiz ay sonra darbeyle iktidar olan Evren cuntasının Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’dan…

Hangisinden başlarsak başlayalım, dönüp dolaşıp Sartre’ın sözüne geleceğiz. Quasimodo da haliyle merak edecek, “hükümetleri anladık da, ideologlar kim, nasıl oluyor da böyle bir iğrençliği savunabiliyorlar?” Onları anlatmak, neoliberalizmi anlatmaktan daha zor. Deneyelim yine de.

Büyük çoğunluğunun ortak paydası geçmişte Stalinist olmaları. Bir kısmı hem Stalinist, hem Maoistti. Ama sesleri en yüksek perdeden çıkanlar eski Aydınlıkçılar. (Onları anlatmak başlı başına bir mesai, onun için Quasimodo’ya Aydınlık’ın 1990’lara kadar iki numaralı ismi olan Gün Zileli’nin Dostoyevski’ye taş çıkartan üç ciltlik “itirafnamesi”nin “Havariler” ve “Sapak” başlıklı kitaplarını önermekle yetinelim.)

GULAG BULUŞMASI VE LİBERAL JESTLER
Yukarıda andığımız zihniyetler aralarındaki çeşitli siyasal-teorik farklılıklara rağmen, Gulag’cılıkta buluşuyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyenler için suçlamaları hazırdı: Revizyonist, goşist, sosyal faşist… Hepsi aynı kapıya çıkıyordu: Hainlik ve dolayısya halk düşmanlığı. Suç bu kadar ağır olunca ceza da ona uygun olmalıydı. Gulag bir Stalinizm icadıydı ve Stalinistlerin iktidarda olduğu her yerde vardı. Muhalifler önce siyasi suçlu ilan ediliyor, sonra da çalışma kamplarında köle-işçi olarak çalıştırılıyorlardı. O günlerden bugünlere köprülerin altından çok sular aktı, John Berger’ın deyişiyle, küresel kapitalizm çağında her yer Gulag oldu. Bir farkla: İnsanlar köle-işçi olarak çalıştırılıyor, buna itiraz edenler potansiyel siyasî suçlu ilan ediliyor. Siyasî suç tanımı da değişti tabii. Revizyonist, goşist, sosyal faşist gibi suçlar mazide kaldı. Eski solcu neo-liberallerin şimdiki suç tanımlarının başında “demokrasi düşmanlığı” geliyor. Demokrasiyi artık Stalinist “proleterya diktatörlüğü”yle değil de, neoliberalizmle özdeşleyen bu cenahta eski dogmaların yerini yeni imanlarının dogmaları alıyor: “Dünyayla bütünleşmek”, “piyasa ekonomisini benimsemek”, “hukukun üstünlüğünü kabul etmek”…

İlkiyle kastettikleri küresel kapitalizm, ikincisi sömürünün benimsenmesi, üçüncüsü ise orman kanunu. Liberal koro, bu nakaratı bıkmadan usanmadan söyleyip duruyor. Ve potansiyel siyasî suçluya –sola, sosyalistlere– sövüp sayıyor. Halbuki, Latin Amerika dışında solun esamesi bile okunmuyor. Yine de, sol hedef tahtası yapılıyor, zira köle-işçilerin sol düşünceyle buluşma ihtimali-mevcut durumda zayıf bir ihtimal olsa da-onları fena öfkelendiriyor.

Bu öfkede iki saik belirleyici rol oynuyor galiba. Biri, sınıf konumları. Eski solcu-yeni liberallerin birçoğu aslına rücu etmiş durumda. Sınıf kökeni itibarıyla pek talihli olmayanlar ise solculuk günlerinde edindikleri kültürel sermayeyi üst sınıfların hizmetine sunarak sosyal merdivende birkaç basamak yukarı çıkmış bulunuyor.

İkinci saik, sol diye bildikleri. Yani kendi “acı” tecrübeleri. Sol dendi mi, galiba bir yandan vaktiyle sol adına yaptıkları kepazeliklerin, yaşadıkları rezaletlerin anıları depreşiyor, bir yandan da yeni sınıf konumlarının meşruiyeti örseleniyor– ne de olsa sol düşünceyle tanışmışlar bir kere. Sömürenler den yana saf tutmak, solun rahle-i tedrisinden geçmiş olanlar için kaldırılması kolay bir vicdanî yük olmasa gerek. Onun için sola küfredip duruyorlar, Sevan Nişanyan’ın Müjde Nişanyan’a yaptığını yapıyorlar, biriktirdikleri dışkılarını üzerimize boca ediyorlar.

Onları en çok kızdıran “neoliberal” ve “sağcı” sıfatları. Örneğin Halil Berktay Taraf’taki köşesinde “neoliberali küfür gibi kullanan solcular”a verip veriştiriyor, ne cehaletlerini bırakıyor, ne ahmaklıklarını. John Berger, Naomi Klein, Toni Negri, Arundhati Roy, Tarık Ali, Noam Chomsky gibi isimler de Berktay’ın köpürdüğü şeyi yapmıyor mu? Eli değmişken onları da kaba solcu ilan ediverseydi.

Etyen Mahçupyan’ın Yıldırım Türker’e cevaben yazdığı hakaret dolu galiz yazıyı tetikleyen de, çok belli ki Türker’in Mahçupyan’ın sağcılığını gözler önüne sermesi.

Halbuki, onlar ne sağcı, ne de solcu. Zaten sağın ve solun bir anlamı kalmadı. Öyle değil mi? Değil herhalde ki, sol dillerinden düşmüyor.

Solun aslında sağ olduğunu, liberalliğin de aslında sol olduğunu kanıtlamak için bin dereden su getiriyorlar. İdris Küçükömer’in tezlerini tahrif ederek AKP’ye sol, solun tarihini tahrif ederek Deniz’lere milliyetçi demeye kadar vardırıyorlar-idam sehpasında “yaşasın marksizm-leninizm”, “yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi” diyen Deniz’ler değilmiş gibi. Deniz’lerin Sovyetler’in Çekoslovakya işgalini alkışladıkları gibi palavralar da cabası. Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin’in Çekoslovakya işgalinin ertesi günü Sovyet elçiliğine siyah çelenk bırakmalarının bir kıymet-i harbiyesi yok tabii. Maksat dışkı boca etmek-sembolik bir jest olarak.

‘68 tartışmalarıyla başlayıp Ergenekon sürecinde iyice azıtan bu liberal jestlere solun öfkelenmesi doğal. Ama, öfke şuur kaybına yol açmamalı. Ortada Ergenekon diye bir çuval var. Öyle çuval ki, sayısız cinayetin izini taşıyor. Ergenekon öncelikli meselemiz, ayrıca öncelikle bizim meselemiz. Zira, bir ucu Musa Anter’den Hrant Dink’e faili meçhul kalan seri cinayetlerde, bir ucu Bahçelievler, Taksim, Maraş, Çorum gibi 1980 öncesi katliamlarda olan bir mesele bu. Ergenekon soruşturmasının kimi belgeleri ve ifadeleri AKP medyasına sızdırılıyor, o medyanın liberal kanadı da bunları yayınlarken demokrasi havariliğine soyunuyor diye gocunmanın alemi yok. Hele hele, AKP’ye ve yandaşı liberallere duyulan haklı tepkiyi Susurluk’a “faso fiso” diyen Erbakan’ı yankılamaya vardırmanın ve liberal jestlere çanak tutmanın hiç alemi yok.

Solun, sol basının, sol yazarların yapması gereken en azından Susurluk’taki tavrını alması. Ve Ergenekon’un Susurluk’la, Susurluk’un 12 Eylül öncesi katliamlarla, o katliamların TSK bünyesindeki Özel Harp Dairesi’yle, Özel Harp Dairesi’nin NATO’nun Gladyo’suyla bağlantısını sergilemesi… Gerek soruşturmayı yürüten savcıların, gerekse AKP medyasının ısrarla görmezden geldiği “Ergenekon’un Kürt ayağı”nı gündeme getirmesi… Bu sürecin TSK mensubu darbecilerin yargı önüne çıkarılmasıyla sınırlı kalmayıp, ordunun siyasete hiçbir şekilde etki edemeyeceği yasal düzenlemelerin yapılmasını talep etmesi… Ergenekon davasının gidebildiği yere kadar gitmesi için elinden geleni yapması… Ve tabii ki, AKP iktidarının “suç ortaklığı”nı teşhir etmesi.

Cemil Çiçek’in hükümet sözcüsü olarak Ermeni Konferansı için ne dediğini hatırlayalım. (“Bizi sırtımızdan hançerliyorlar.”) 301’i, 301 duruşmalarını, Kemal Kerinçsiz tayfasının saldırılarını, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun hazırladığı “Azınlıklar Raporu”nun TV kameraları önünde İbrahim Kaboğlu’nun elinden alınıp yırtılıp atılmasını hatırlayalım. Şemdinli’yi hiç aklımızdan çıkarmayalım. Ve “geliyorum” diyen Hrant Dink cinayetini…

Hatırlayalım, “Darbe Günlükleri” ortaya çıktığında Abdullah Gül ne demişti? “Hepsini tek tek, isim isim biliyoruz.” Peki, harekete geçmek için niye 2007 Haziran’ı beklendi? 27 Nisan muhtırasının hemen sonrasında Tayyip Erdoğan ve Yaşar Büyükanıt’ın ünlü Dolmabahçe buluşmasını da unutmayalım. Ne konuşulduğu sır kaldı. Bunlar, “demokrat” AKP’nin sicilinden bir çırpıda akla gelenler.

KAYBEDİLEN ZAMANIN ALDIĞI CANLAR
Şimdi Yasemin Çongar’a kulak verelim: “Ergenekon operasyonunda en başından beri görev almış bir istihbaratçıyla konuşuyorduk. (…) ‘Hrant Dink cinayetinin Ergenekon dosyası kapsamında çözülemeyeceğini’ açıkça söyledi, ama şunu da ekledi: ‘Biz bu operasyonu bir değil, iki yıl önce başlatsaydık, belki Hrant bugün sağ olacaktı.” (Taraf, 16 Temmuz 2008)

Peki, iki yıl önce niye başlatılmamış? Bu sorunun cevabı yok. Ama Çongar’ın yazısında şu bilgiler var: “Devletin istihbaratçıları Ergenekon diye bir örgütün varlığını, şemasını, olası yönetici ve üyelerini tespit edip 2003’te Başbakanlığa bildirmişler. Başka bir deyişle, bugün Kanada’da bulunan Ergenekon sanığı Tuncay Güney’in örgütle ilgili ayrınıtılı bilgiler verdiği ifadesinden iki yıl sonra, MİT de ‘evet, böyle bir örgüt var ve araştırılmalı’ diye siyasî iktidara bildirimde bulunmuş.”

ERDEM VE VİCDAN
Siyasî iktidar, 2003’ten Ergenekon soruşturmasının başladığı Haziran 2007’ye kadar ne yaptı? Abdullah Gül, pişkin pişkin “hepsini tek tek, isim isim biliyoruz” diyebildi, ama soruşturma Danıştay üyesi Osman Yücel Özbilgin ve Hrant Dink katledildikten sonra başladı. Bu, “görevi ihmal” kapsamına giren bir suç değil mi? Yasemin Çongar’dan böyle bir soru beklemiyoruz elbette. Ama bakın nasıl devam ediyor:

“Ergenekon soruşturmasının resen başlayabilmesinin MİT’in Başbakanlığa yaptığı bildirimin üzerinden dört yıl geçtikten sonra, Ümraniye’deki cephane evin tesadüfen ortaya çıkarılmasıyla mümkün olması da, kendi içinde başka sorular barındırıyor?” Onun da aklına yukarıda sorduğumuz soru geliyor mu acaba? “Kaybedilen zamanın aldığı canlar düşünüldüğünde kabullenilemeyecek, vicdanî sorumluluğu çok ağır bir gecikme bu” dediğine göre, geliyor olmalı. Ama sormuyor. “Bir yandan bu gecikmeye öfkeleniyorum” diye devam edip lafı “bir yandan da eninde sonunda soruşturmanın başlayabilmiş olması”nın verdiği umuda bağlıyor. Ardından da “erdem”den dem vuruyor: “Ergenekon bizim meselemiz değil diyen, bu konuda ‘taraf’ olmamanın erdemine inanarak asla tatmin olmamasına karar verdikleri bir şüpheciliğin durgun sularında yüzen ‘demokrat’ arkadaşlarımızın paylaşmadığı bir umut bu.”

Çongar’ın ve AKP destekçisi liberal cenahın “taraf olma erdemi”nin sınırları şekilde görüldüğü gibi. Başbakanlık önüne konulan raporun gereğini yapmıyorsa ve “kaybedilen zamanın aldığı canlar” söz konusuysa, mesele “vicdanî sorumluluk”la sınırlı kalamaz. Ortada bir görev ihmali, dolayısıyla bir “hukukî sorumluluk” var demektir. Çongar’ın gayet iyi bildiği ABD örneğinden düşünelim. CIA, Beyaz Saray’a bir rapor veriyor, Beyaz Saray dört yıl o raporun gereğini yapmıyor, raporun işaret ettiği illegal yapı bir yargıcı ve tanınmış bir gazeteciyi öldürüyor. Böyle bir durumda başkana ve ekibine ne yapılır?

Ezcümle, Ergenekon’un hesabını iktidara da sormak gerekmiyor mu? “Taraf olma”nın erdemine inanan “cesur” ve “demokrat” liberaller, “kaybedilen zamanın aldığı canlar”ın hesabını AKP’ye sormadıkça, hangi yüzle vicdandan bahsedebilir? Bir de tabii neo-liberalizm meselesi var. Hem demokrasiye, hem neo-liberalizme taraf olmak nasıl bir vicdanın işi? Sartre boşuna dememiş: Liberal iğrenç bir sözcüktür.