Akın ATALAT*
T24
Bundan yaklaşık 14,5 yıl önce 9 Temmuz 1998 günü İstanbul’da, tarihi Mısır Çarşısı’nın girişindeki bir yiyecek büfesinde patlama oldu. Patlamanın sonucunda 7 kişi hayatını kaybetti 100’ü aşkın kişi yaralandı. Böyle bir patlama nedeniyle ilk akla gelen, bunun bir terör saldırısı olduğu ve büfeye konulan bir bombadan kaynaklandığıydı. İstanbul polisi ve adli makamlar derhal olayla ilgili soruşturma başlattılar.
Önce, patlamanın meydana geldiği yer ve çevresinde keşif yapıldı, deliller ve veriler toplandı. Olay yerine gelip araştırma ve inceleme yapan bomba uzmanı polis yetkilileri, patlamanın meydana geldiği gün ve izleyen 10 gün içinde, “olay yeri inceleme tutanağı”, “kriminal ekspertiz raporu”, “olay yeri inceleme raporu” adında toplam 6 tane tutanak ve rapor düzenledi. Bu tutanak ve raporlarda tespit edilen ortak nokta şu şekilde belirtiliyordu: “bomba bulgusuna rastlanmamıştır”, “bombaya ait olabilecek herhangi bir parça, madde veya malzemeye rastlanmamıştır”.
Nitekim, bu ekibin başında bulunan bomba uzmanı bir başkomiser, duruşma aşamasında da tanık olarak dinlenilmiş ve patlamanın bombadan kaynaklandığına dair hiçbir ize rastlamadıklarını, tüpgaz kaçağı tabana yayıldığı için böyle bir patlama meydana gelmiş olabileceğini beyan etmiştir.
Pınar Selek, Mısır çarşısındaki patlama olayından bağımsız olarak, tümüyle farklı bir nedenden dolayı 11 Temmuz 1998 günü (yani Mısır Çarşısındaki patlamadan iki gün sonra) İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi tarafından gözaltına alındı. Kendisine yöneltilen suçlama, PKK terör örgütünün üyesi olduğu yönünde idi. Selek, yedi gün süresince poliste gözaltında tutuldu, kendisi bu süre boyunca hiç kimse ile görüştürülmedi, Filistin askısı ve elektrik verme dahil sürekli birçok işkenceye tabi tutuldu. Bu süreçte, işkence sonucu çıkan kolu için, emniyette düşerek kolunun çıktığı yönünde bir tutanak düzenlendi. Yedinci günün ardından çıkarıldığı, dönemin DGM askeri savcısı ve DGM hakimi huzurunda da işkence altında kabul ettirilen, zorla, baskıyla, işkenceyle ve tehditle imzalatılan ifadeleri kabul ettirildi. Selek, gözaltından alınışından tutuklanıp cezaevine gönderilene kadar geçen süreçte tek bir avukatın yardımından yararlanmasına izin ve olanak tanınmamıştır. Yapayalnız bırakılmıştır. Bildiğiniz gibi, bugün artık avukatın olmadığı bir ifadenin, yasal olarak hiçbir değeri ve kıymeti bulunmamakta, böyle bir ifade mahkeme hükmüne gerekçe yapılamamaktadır. Fakat, o dönemlerdeki rutin uygulama tersine idi.
Pınar’ın gözaltında bulunduğu süreçte, yoğun işkence gördüğü, sonraki süreçte alınan tıbbi raporlarla ortaya çıkarılmıştır. Bu anlattıklarımın, Mısır çarşısındaki patlamayla hiçbir ilgisi yok, zaten o tarihte, yukarıda da aktardığım gibi polis Mısır çarşısındaki patlamanın bombadan meydana gelmediğini inceleme ve araştırmaları neticesinde tespit etmişti. Nitekim, Pınar’a da Mısır çarşısı olayıyla ilgili olarak ne poliste, ne savcılıkta, ne de hakim önünde doğrudan ya da dolaylı olarak tek bir soru yöneltilmiyor. Tutuklanmasından 10 gün sonra 28 Temmuz 1998 günü, DGM savcısı iddianamesini yazıyor ve Pınar Selek hakkında PKK terör örgütünün üyesi olduğu suçlamasıyla, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası verilmesi talebiyle dava açıyor.
Pınar Selek hakkında dava açıldıktan 15 gün sonra, yani 12 Ağustos 1998 günü, Edirne polisi, yasadışı yollardan Yunanistan’a kaçarak PKK örgütünün kamplarına katılacağı iddiasıyla Baran Öztürk adında bir kişiyi gözaltına alır. Bu kişinin yapılan sorgulamasının ardından da, bir iki gün içinde 21 kişi daha PKK örgütü üyesi olmak, Küçükyalı ve Maltepe semtlerindeki bazı eylemlere karışmak suçlaması ile yakalanırlar. Bu andan itibaren tuhaf gelişmeler başlıyor. Yakalanan kişilerden birkaçı, poliste –pek muhtemel olarak özgür iradeleri(!) ile ve hiçbir baskı altında kalmadan(!) verdikleri- ifadelerinde, eylemlerin talimatını, bombaları Pınar Selek’ten aldıklarını beyan ediyorlar. Hatta, bu tuhaflık yetmez gibi, içlerinden Abdülmecit Öztürk adındaki birisi, Mısır çarşısındaki patlamanın da kendi eylemleri olduğunu ve bombayı Pınar’la birlikte planlayıp eylemi birlikte gerçekleştirdiklerini bir anda itiraf ediveriyor… Polisin, -herhalde binbir güçlükle- elde ettiği bu itiraf üzerine, artık olayların akışı ve gerçeğin rengi bir anda değişiyor.
Bombaya dair tek bir iz, bulgu ve belirti bulunamayan Mısır çarşısındaki patlamanın bombadan meydana geldiğine dair yeni bir kurgu ortaya çıkıyor. Bu kurgu doğrultusunda, savcılık yeni bir bilirkişi heyeti tayin eder, birisi Prof. Sevil Atasoy başkanlığında bir heyet. Bu kişiler, yeni kurguya uyumlu ve fakat teknik anlamda yetersizliklerle dolu olan 2 Kasım 1998 günlü raporu savcılığa verirler. Bu raporda, daha önce uzman polis ekiplerinin muhtelif raporlarının yetersiz olduğu ve olay yerinde patlamanın bombadan kaynaklanmış olabileceğini gösteren nitroselüloz izlerine rastlandığı belirtiliyordu. Böylece, bir yandan, bu raporla Mısır çarşısındaki patlama artık bir bombalı eylem haline dönüştürülmüş oluyor, öte yandan da Abdülmecit Öztürk adındaki kişinin itirafı ve onun itirafı doğrultusunda yanında kaldığı halasının da ifadesi ile Mısır çarşısındaki bomba eyleminin Pınar tarafından Abdülmecit ile birlikte yapıldığı kanıtlanmış oluyordu. Davanın açılmasına ve Mısır çarşısındaki patlamanın bombadan meydana geldiğine ilişkin savcılığın ürettirdiği yeni rapor, davanın ilerleyen aşamalarında, davayı yakından izleyenlerin bildiği gibi yerle bir oldu, çürütüldü… Ama, hani şu bomba patlamasının Pınar’a ilişkin tanıklıklarında da çok ilginç gelişmeler üst üste yaşandı…
Şöyle ki gözaltında iken polislerin ısrarlı ricalarını(!) kıramayarak, gerçekleri (!) itiraf etmeye karar veren Abdülmecit Öztürk, Mısır çarşısına bombayı, Pınar’la birlikte koyduklarını ve bu bombaları kendi halasının evinde birlikte hazırladıklarını itiraf etmişken; gözaltı süresi bittikten sonra DGM savcısının huzuruna çıkarıldığında, Mısır çarşısı olayını bilmediğini, Pınar Selek’i tanımadığını, bunların tümünün uydurmaca ve komplo olduğunu, işkence altında kendisine polis tarafından zorla imzalattırıldığını savcıya söylemiş ve savcılık ifadesine bunları yazdırabilmişti. İşte, savcıya ifadesini verdikten birkaç dakika sonra, ilahi bir mucize daha gerçekleşti… Savcının kararını vermesine kadar, polisler tarafından adliyedeki yan odaya götürülen ve orada bekletilen Öztürk, o yan odada, emniyette kendisini sorgulayan polislerle beraberken, bir anda savcıya söylediklerinden, emniyetteki ifadesini reddetmiş olmaktan herhalde vicdanen pişmanlık duymuş olacak ki (!) hemen oracıkta, biraz önce savcıya verdiği ifadeye ekleme yapmak istediğini söyleyerek yeni bir ifade daha veriyordu. O ifadesi yazılı hale getiriliyor, altına da Öztürk’le birlikte imzalaması için savcının adı soyadı yazılıyordu. Fakat, her ne hikmetse savcı bu eklenen bölümün altındaki adı soyadı yazılı yeri, üstelik kurşun kalemle çarpı işareti konularak imzalaması gerektiği hatırlatılmasına karşın, imzalamamıştı.
Bu eklenen ifade metni, biz avukatların savcının imzasının bulunmadığı bir savcılık ifadesi olamayacağı şeklindeki itirazları üzerine, savcı tarafından aradan 2,5 yıl geçtikten sonra, duruşmada ara kararı ile imzalandı. Bir başka garip olay ise, Abdülmecit Öztürk’ün itirafını desteklemek amacıyla, soruşturmacıların Öztürk’ün halasından almış olduğu ifade ve teşhisle ilgiliydi. Öztürk’ün halasının tanıklığına başvuranların aldığı ifadeye göre, Öztürk’ün halası kendisine gösterilen fotoğraf üzerinden Pınar Selek’i teşhis etmiş ve yeğeni Abdülmecit’in Pınar’ı nişanlısı olarak tanıtıp, kendi evine getirdiğini ve ikisinin birlikte bir odaya kapandıklarını söylemişti. Hani, Abdülmecit Öztürk polisteki ifadesinde, bombayı Pınar’la birlikte halasının evinde imal ettiklerini, pişmanlık duyarak, gönüllü olarak itiraf etmişti ya, işte halası da Pınar’ın yeğeni ile birlikte evine geldiğini söylüyor ve de fotoğraf üzerinden evine gelen kişinin de Pınar olduğunu teşhis ediyordu. Böylece kurgunun ispatı da tamamlanmış oluyordu. Soruşturma aşamasında tanık olarak ifadesine başvurulan bu hala daha sonra duruşma aşamasında mahkemeye çağrıldı ve mahkeme heyetince de dinlendi. Fakat o da ne, bu kürt kadını hiç türkçe bilmiyordu, sadece kürtçe konuşabiliyordu.
O zaman, nasıl olmuştu da, poliste tercüman da olmadan yazılı ve türkçe ifade vermişti acaba? Mahkemede tercüman aracılığı ile dinlendi, kadının mahkemeye söyledikleri şuydu: “Ben daha önce ifade vermedim, teşhislerle ilgili bir beyanımda yoktur, okuma yazmam da yoktur, neler yazılı olduğunu bilmediğim bir kağıdın altına parmak bastım, bana şu anda gösterdiğiniz Pınar Selek olduğunu söylediğiniz kızı da tanımam”. Abdülmecit Öztürk de, polisin elinden kurtulduktan sonra mahkeme huzurunda hep aynı şeyi söylüyordu: “bana işkence yaparak, tehdit ederek bu şekilde yazılmış ifadeyi imzalattırdılar, ben ne Pınar Selek’i tanırım, ne de Mısır çarşısıyla ilgim var, bunların hepsi polisin düzmecesidir”…
Bütün bu olgulara karşın, bu konuda hiçbir biçimde ifadesine başvurulmayan Pınar hakkında, diğer sanıklarla birlikte ikinci bir dava açıldı. Bu kez Mısır çarşısına bomba koymak eylemi nedeniyle. Yargılama aşamasında, Pınar hakkında açılan birinci dava ile bu ikinci dava 1999 yılında birleştirildi. Mahkeme 1999 yılında yaptığı dört duruşmada sanıkların sorgularını yaptıktan sonra 2000 yılında dosyaya, patlamaya ilişkin bilirkişi raporları geldi. Biri, İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesinden bir profesör tarafından verildi, ikincisi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim dalında çalışan ve patlama konusunda uzman üç kişilik heyet tarafından verildi, bir diğeri ise bizzat mahkemece İstanbul Teknik Üniversitesinden talep edilen patlama ve gaz konusunda uzman üç kişilik bilim insanının verdiği rapordu. Bu raporlar, patlamanın, mevcut veriler ve bulgular kapsamında bombadan kaynaklandığının söylenemeyeceğini belirtiyordu, yani savcılıkça dava açılması için özel olarak sipariş edilen 2 Kasım tarihli bilirkişi raporunu çürütüyordu.
Yani, en basitinden şu gerçek ortaya çıkmıştı. Olay yerindeki incelemeler, elde edilen tüm bulgular, ölenlerin üzerlerindeki elbiselerden elde edilen analizler, otopsi sonuçları vesaireden yola çıkılarak, patlama bombadan meydana gelmiştir denilemezdi… Patlamaya ilişkin bu bilimsel raporlar bir yandan, Abdülmecit Öztürk’ün sonradan işkence gördüğünü söyleyerek reddettiği polis ifadesi ile Öztürk’ün halasının, “fiyasko” olduğu duruşmada ortaya çıkan polis ifadesi öte yandan, artık davayı tümüyle temelsiz hale getirmişti. Kurgulanan düzmece oyun bütün çıplaklığı ile gözler önündeydi. Artık davada verilecek karar belli olmuş gibiydi…
Tam bu aşamada, meğerse mahkeme dışındaki başka yer ve odaklarda da bu davanın seyrinin izlendiği ve birilerinin davanın bu gidişatından hiç memnun olmadıkları anlaşıldı. 19 Nisan 2001 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü, savcılığa hitaben bir yazı yazıyor. Yazıda, mahkemenin yeni bir bilirkişi incelemesi daha yaptırması gerektiğini söylüyordu. Bu yazısının ekinde de, İçişleri Bakanlığının hazırlattığı, patlamanın bomba nedeniyle oluştuğuna dair tarihsiz ve imzasız bir raporu mahkemeye gönderiyordu. İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü, mahkemede devam eden bir davaya, kendiliğinden müdahale etmeye karar vermişti, bu pek görülen bir durum değildi. Mahkemenin böyle bir talebi olmadan, doğrudan mahkemeye böyle bir talepte bulunulması olacak iş değildi, ama oldu…
Böylece, olağan ve yasal bir mahkemede yargılamanın tarafları savcı, mağdurlar, sanıklar, avukatlar ve hakimler iken, ilk kez bu mahkemede taraflar arasına illegal bir şekilde İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Emniyeti de dahil oldu… Bu tuhaf, imzasız rapor ve emniyetin yeni rapor talebinden iki ay sonra, bu defa Adalet Bakanlığı’na bağlı Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Dairesi’nden yeni bir rapor geldi, bundan altı ay sonra da bu defa Adli Tıp Kurumu Genel Kurulunun raporu… Resmi kurum olan Adli Tıp Kurumunun her iki raporunda da, patlamanın nedeninin tespit edilemediği ve edilemeyeceği belirtiliyordu.
Buna karşın mahkeme, yine de -herhalde İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Emniyetini üzmemek için diyelim- Emniyetin yazısındaki istek doğrultusunda, Jandarma Kriminal Dairesi’nde hazırlanacak yeni bir rapor için, ikisi jandarma subayı olan beş kişilik yeni bir bilirkişi heyeti seçti. Bu heyette yer alan dört kişinin imzaladığı 2002 tarihli bu rapor ise, bu defa patlamanın bombadan meydana geldiğini belirtiyordu. Ancak, heyetteki beşinci üye olan ODTÜ öğretim üyesi Profesör, bu rapora katılmadığını belirterek, kendisi ayrı bir rapor yazdı. Son olarak da, ODTÜ’den bir başka bilirkişi heyetinin verdiği ve Jandarma Kriminal Laboratuvarında hazırlanan raporun çelişki ve yanlışlıklarını ortaya seren yeni bir rapor dosyaya girdi.
SONUÇTA, 2006 yılında mahkeme tüm bu bilirkişi raporları sürecini aktararak, patlamanın neden kaynaklandığının, bütün araştırma ve çabalara karşın, her türlü şüpheden arınmış olarak kanıtlanamadığını belirterek Mısır çarşısı ile ilgili bir karar verilmesine yer olmadığına hükmetti… Cumhuriyet savcısı, bu kararı, Pınar Selek ve Abdülmecit Öztürk’ün mahkum edilmesi gerektiği görüşüyle temyiz etti. Gerekçesi ise, mahkeme dosyasındaki bilirkişi raporlarından iki tanesi; biri savcılığın işin başında Prof. Sevil Atasoy ve arkadaşlarından aldığı 2 Kasım 1998 tarihli rapor, diğeri de Jandarma Kriminal Laboratuvarında hazırlanan rapordu. Diğer raporların tümü dikkate alınmamalıydı, çünkü Abdülmecit Öztürk’ün sonradan reddetse de poliste verdiği ifade de bu iki raporu doğruluyordu.
Dosya Yargıtay’a gitti, Yargıtay ceza dairesi, mahkemenin kararını, usulde “karar verilmesine yer olmadığı” şeklinde bir karar şekli olmadığı, mahkemenin vicdani kanaati sonucunda ya mahkumiyet ya beraat diye açıkça bir karar vermesi gerektiğini belirterek usuli bir bozma yaptı. Bunun üzerine dosya kendisine gelen mahkeme, bozma nedenini gözeterek 2008 yılında bu defa eski gerekçeleriyle açıkça beraat kararı verdi. Bu karar da, aynı savcı tarafından, aynı gerekçelerle temyiz edildi. Fakat bu aşamada da açıklanması zor, hadi açık söyleyelim açıklanması zor değil, imkansız bir olgu ile karşılaştık. Daha önce 2006 yılındaki üç sayfalık temyiz dilekçesini, bilgisayardan kes-kopyala yöntemiyle , noktalama işaretlerine kadar aynen yeniden yazan savcı, sadece üç kelimeyi metinden silmişti. Bu üç kelime, “Abdülmecit Öztürk ve” kelimeleri idi.
2006 yılındaki temyiz dilekçesinde yer alan “sanıklar Abdülmecit Öztürk ve Pınar Selek” ibaresi, bu defa “sanıklar Pınar Selek” haline dönüşmüştü. Yani savcı, Abdülmecit Öztürk hakkındaki beraat kararını temyiz etmiyor, sadece Pınar Selek bakımından beraat kararını temyiz ediyordu. Üstelik, temyiz gerekçesi olarak Abdülmecit Öztürk’ün poliste, işkence altında verdiği, “ bombayı Pınar’la birlikte koyduk” şeklindeki ifadesine dayanmasına rağmen… Böylece, olmayacak bir şey daha oluyor, bir kişinin, olayı birlikte gerçekleştirdik şeklindeki ifadesi, kendisi için inandırıcı ve geçerli olmuyor, ama birlikte olduğunu söylediği diğer kişi için geçerli ve inandırıcı oluyordu…
Yargıtay ceza dairesi, bu defa dosyadaki tüm verileri, bulguları, çelişkileri, raporları sanki bunlar hiç yokmuşcasına görmezden gelerek, patlamanın bombadan meydana geldiğinin, oluşa uygun bir bilirkişi raporuyla kanıtlandığını, Abdülmecit Öztürk’ün emniyet ifadesinde de durumun ikrar edildiğini belirterek, Pınar’ın TCK 125. maddesine göre ağırlaştırılmış müebbet hapisle mahkum edilmesi gerektiğinden bahisle bu defa esastan bozma kararı verdi.
Bu bozma kararı üzerine, dosya tekrardan mahkemesine gelmeden önce, bu defa Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, kendisine tanınan istisnai nitelikte bir kanun yolu olan itiraz yetkisini kullanarak, ceza dairesinin kararının hatalı ve yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun önüne götürdü…
Ceza Genel Kurulu, Yargıtay ceza dairesinin kararına yönelik Başsavcılığın itirazını oyçokluğu ile reddetti. Ceza Genel Kurulunun kararını okuduğumuzda, bir kez daha en yüksek yargı makamının bu durumda olduğunu görerek, toplum olarak yargı mekanizmasından tüm ümitlerimizi yitirmekte ne derece haklı olduğumuzu kanıtlayan yeni bir örnekle karşılaştık… Genel Kuruldaki üyeler, dosyayı, savunmanın talep ve dilekçelerini geçtik, Yargıtay Başsavcılığının iki sayfalık itiraz gerekçesini bile okumaya tenezzül etmemişti. Ya da okuduğunu anlamıyor demeliyiz ki, bu çok daha ağır bir itham olur diye, hiç okumamışlar demeyi tercih ediyorum… Gerçekten de, başsavcılık “patlamanın bombadan kaynaklandığı kanıtlanamamıştır” diyerek ceza dairesinin kararına itiraz ettiği halde, genel kurul şu tespiti yapmakta hiçbir sakınca görmüyordu: “ceza dairesi ile başsavcılık arasında patlamanın bombadan meydana geldiği konusunda herhangi bir uyuşmazlık yoktur, aralarındaki uyuşmazlık ve itiraz konusu bombayı oraya kimin yerleştirdiği konusundadır”.
Yargıtay başsavcılığı, açık ve net olarak, patlamanın bombadan meydana gelip gelmediği tartışmalıdır, bu konuda yapılan araştırmalar ve alınan raporlar bomba olgusunu kanıtlayamamıştır diyordu. Oysa Genel Kurul çoğunluğu, iki sayfalık itiraz dilekçesini bir kenara bırakıp, başsavcılığın da ceza dairesi gibi patlamanın bombadan kaynaklandığı konusunda hiçbir tereddütü olmadığını, ceza dairesi ile başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın, patlamaya neden olan bombanın kimler tarafından olay yerine konulduğu noktasında olduğunu belirtiyordu. Doğal olarak incelemesini ve kararını da bu çerçeve ile sınırlayarak oluşturdu.
Bu dava serüveninde birçok tuhaf ya da inanılmaz olaylar, olgular birbiri peşi sıra yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Davanın Ceza Genel Kurulu aşamasında, küçük ve ilginç bir ayrıntı daha ortaya çıktı. Genel Kurulun kararında, patlamanın bombadan kaynaklandığının delili olarak gösterilen iki rapordan birisi, henüz dava açılmadan savcılık tarafından alınan Prof. Sevil Atasoy ve arkadaşları tarafından yazılmış rapordu. Genel Kurul çoğunluğu bu raporu, bombanın gerekçesi olarak belirlemişti. Ancak, bu raporu yazan Prof. Sevil Atasoy ise, Vatan ve Taraf gazetelerine bu konuyla ilgili verdiği demeçte, açık açık şöyle diyordu: “Bizim raporumuzda, patlamanın bombadan meydana geldiğine dair bir tespit yok, bu konuda söylenmiş tek bir cümle de yok, raporumuzda patlamanın nasıl ve neden meydana geldiğinin saptanabilmesi için bilimsel olarak izlenmesi gereken yol ve yönteme dair bilgiler var.” Anlaşılan o ki, Genel Kurul çoğunluğu raporu kaleme alan kişinin ne dediğine, raporda ne yazdığına değil de, verilmesi önceden belirlenmiş karara göre ne yazması gerektiğini belirlemiş ve sanki raporda öyle yazılmış gibi bir gerekçe yazmıştı. Görüldüğü gibi, küçük(!) ve önemsiz(!) bir ayrıntı. Prof. Atasoy, daha sonra bu konuda, CNNTÜRK televizyon kanalında, Aykırı Sorular adlı bir programda bu söylediklerini aynen tekrar etti.
Başsavcılığın itirazı, Genel Kurul tarafından böylesi derin ve anlamlı bir değerlendirme(!) ile reddedilince, dava yeniden mahkemenin önüne geldi. Normal koşullarda, bir dava Ceza Genel Kurulunun önüne iki yolla götürülebilir. Birincisi ve esas olanı; ceza dairesi ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık, mahkemenin ceza dairesinin kararına karşı eski kararında direnme hakkını kullanması suretiyle ortaya çıkan durumu çözmek içindir. Bu durumda, genel kurulun verdiği karar kesindir ve mahkeme bu karara uymak zorundadır. İkincisi ise, Pınar Selek olayında olduğu gibi, dosya genel kurulun önüne mahkemenin eski kararında direnmesi suretiyle değil de, Yargıtay başsavcılığının ceza dairesinin kararına itiraz etmesi nedeniyle, başsavcılık tarafından götürülebilir. Bu ikinci yöntemde, esas mahkemesinin, ceza dairesinin kararına karşı, eski kararında direnme hakkı vardır ve halen devam etmektedir. Mahkeme, bu direnme hakkını kullanırsa, dosya, bu kez mahkemenin eski kararında direnmesi nedeniyle genel kurula yeniden gidecektir. Kanun da böyledir, bugüne kadarki yargı pratiği de böyle olmuştur… İşte, Pınar Selek davasında, mahkeme dosya kendisine geri döndükten sonraki ilk duruşmada, Pınar Selek ve Abdülmecit Öztürk hakkındaki bozmaya karşı direnme hakkını kullanarak tekrar beraat kararı vermiştir. Duruşma savcısı, ertesi günü bu beraat kararını yazılı dilekçesi ile temyiz etmiştir. Buna karşılık dosyada, başka eylemlerden dolayı yargılanan bir kısım başka sanıklar yönünden ise, bozmaya uyma kararı verilerek, o sanıklar yönünden yeniden yargılamaya devam edilmiştir. Mahkemenin 9 Şubat 2011’de verdiği bu beraat kararında direnme ve başka sanıklar ve eylemler yönünden ise bozmaya uyma kararından sonra, direnme nedeniyle yeniden genel kurulun önüne gidecek olan dava dosyası, diğer sanıklar yönünden de yargılamanın bitmesini beklediği için, o günden sonra diğer sanıklar için de nihai kararın verilmesi beklenilmeye başlanmıştır. Dava dosyasında yargılanan tüm sanıklar hakkında karar verilince, dava dosyası bir kısım sanıklar yönünden yeniden ceza dairesine, Pınar ve Abdülmecit yönünden ise ceza genel kurul kurulunun önüne gidecektir.
Biz, bu sürecin olağan şekilde bitmesini beklerken ve mahkemedeki yargılama diğer sanıklar yönünden devam ederken, geçtiğimiz hafta yine normal işleyişe ve yasaya göre açıklanması imkansız bir durumla daha karşılaştık. Artık, bu inanılmaz olaylara alışmış ya da kanıksamış olmamıza karşın, itiraf edelim ki, her yeni olayda şaşkınlık ve hayret duygularımızı yine de koruyoruz. Doğrusu beklemiyorduk. Son duruşmada yaşananları, duruşma savcısının bile duruşmada “şoke oldum, beklemiyordum” dediğini basından okudunuz.
Evet, tüm yerleşik yargı pratiğine, Yargıtay’ın eskiden beri hiç değişmeyen, yerleşmiş uygulamasına ve kanunun açık hükmüne karşın bir mahkeme, kendi kendisine yeni bir usul icat ederek, verdiği beraat kararından birbuçuk yıl sonra kendiliğinden dönüyor ve ceza dairesinin bozma kararına uymaya karar veriyor. Peki nasıl oluyor bu? Beraat kararında direnen heyetin ve mahkemenin asli başkanı geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle istirahatte iken, kendisinin yerine o gün için Adalet Komisyonu tarafından görevlendirilen geçici bir başkanın yer aldığı heyetle bu karar veriliyor. Bozmaya uymak demek, Pınar için ağırlaştırılmış müebbet cezası vereceğim demektir. Peki, bugün itibariyle hacmi iki büyük çuval dolusu evrak boyutundaki hiçbir belgeyi görmeyen, bilmeyen, incelemeyen; tanıkları, savunmaları hiç dinlememiş olan bir hakim, nasıl olur da, bir insanın yaşamını karartacak bir cezaya hükmetmek anlamına gelen bir karar verebilir? Üstelik, 1998’den bugüne kadar yapılan 46 duruşmaya bakıldığında, bir sonraki duruşma tarihinin ortalama 2,5-3 ay sonraya bırakıldığı gerçeği göz önüne alınırsa, bu defaki yeni heyetin, duruşmayı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası kararını vermek üzere 21 gün sonraya bırakması da başlı başına bir gösterge değil mi? Neden bu acele diye merak ettiğimizde, mahkemenin asli başkanının hasta yatağından basına yaptığı açıklama ile öğreniyoruz ki, kendisinin 45 günlük raporu varmış ve bu sürenin bitimi de yeni duruşma tarihinden 3-5 gün sonra doluyormuş… Yani davayı 14,5 yıllık süreçte başından sonuna kadar götüren, dosyaya mutlak hakim ve vakıf olan, savunmaları, tanıkları dinleyen, delillerin önünde tartışıldığı mahkemenin tek üyesi ve başkanı, henüz istirahatten dönmeden, bu davaya noktayı koymak istiyorlar… Dava, artık hukuk zemininde, yasa zemininde yürümediğine göre sorumluluk ve görev zamanıdır… Gerçekçi olmak gerekirse, iç hukuk sürecinden ümidim ne yazık ki yok… Bunun için bu davada haddinden fazla somut veri ve uygulama var.
Bu dava sürecindeki en belirleyici eşiklerden biri, Ceza Genel Kurulu’nun kararı olmuştur. Genel Kurulda bu dosyanın tetkik hakimliğini yapıp, raporunu ve kararın gerekçesini yazan, davayı ve dosyayı çarpıtmakta büyük bir maharet gösteren hakimin bu başarısı, bu karardan sonra, yapılan ilk seçimde kendisi Yargıtay üyeliğine seçilmek suretiyle ödüllendirilmiş. Eğer bu doğruysa, tüm yargıçlara, böylece gereken sembolik ve işlevsel mesaj da verilmiş oldu… Daha ne diyeyim…
*Avukat