Ermeni meselesinin tarihsel kökeni – 1

[ A+ ] /[ A- ]

ermeni-soykirimi_akdamar_ext

Aydın AKYÜZ
ETHA

Ermeniler bu coğrafyaya “sonradan gelmiş” değiller. En az dört bin yıllık bir geçmişleri var bu topraklarda. Tarihleri boyunca nice savaşlar gördü nice katliamlara uğradılar. Makedonya, Roma, Pers, Moğol ve Osmanlı imparatorlukları geçti bu topraklardan. Hepsi de kılıcını kana bulamadan, halkları atlarının nalları altında ezmeden geçip gitmediler. Çağlar boyu her türlü zulüm ve zorbalığa rağmen terk etmediler Anadolu ve Mezopotamya’yı. 19. yüzyıldaki katliamlar doğasına, 20. yüzyıldaki soykırım ve yeni katliamlara rağmen hala yüz binlercesi yaşamaya devam ediyor.

Resmi ideoloji ve onun etkisi altındaki Türk burjuva aydınlar, Ermeni ulusal demokratik mücadelesi gibi Osmanlı’da gelişen hemen hemen her ulusal mücadeleyi ve demokratik reform taleplerini sadece emperyalist güçlerin kışkırtmalarıyla izah ediyorlar. Oysa somut olgular, böyle bir indirgemeyle izah edilemeyecek kadar karmaşıktır. Birçok tarihsel olgu ve çelişki iç içe geçmiş ve üst üste binmiştir.

Ermeni soykırımı üzerinden yüzyıl geçti. Bu yüzyıl zarfında soykırımla yüzleşilemedi. Soykırımcı zihniyetle hesaplaşılıp mahkûm edilemedi. Bu yüzden bir asırdır Ermeniler ve diğer gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler, Ezidiler ve bütün ezilen halklar, soykırımcı devlet zihniyetinin terörü altında katliama ve zulme uğramaya devam ediliyor. Koçgiri ve Dersim’den Roboski’ye, Çorum ve Maraş’tan Gazi ve Sivas’a; Varlık Vergisi ve Trakya olaylarından 6-7 Eylül olayları ve Hrant’ın katline, Tan Matbaası baskını ve Kanlı Pazar’dan ’77 1 Mayıs’ı ve 19 Aralık hapishane katliamlarına kadar sayısız katliam ve katliam girişimi yaşandı Türkiye ve Kürdistan’da. Bu devlet, Osmanlı’dan devraldığı soykırımcı ve katliamcı geleneği sürdürüyor. Bu gelenek ve zihniyetle hesaplaşmak ve onu mahkum etmek halklarımızın boynunun borcudur. Ancak bu yolla katliamlara yenilerinin eklenmesi engellenebilir, bu zihniyetin taşıyıcısı devlet ve düzen yıkılarak yerine adil, özgür ve halkların eşitliğine ve kardeşliğine dayalı bir düzen kurulabilir. Ayrıca soykırım zulmünü yaşamış Ermeni, Süryani ve Rum halklarının bir biçimde hayatta kalmış evlatlarının yüreğindeki acıyı, ruhundaki fırtınayı bu yolla hafifletmeye yardımcı oluruz. Daha da ötesi, köklü bir yüzleşme ve tarihle hesaplaşmanın halklar lehine evrensel sonuçları olacaktır.

Çok değil, çeyrek asır sonra Hitler; Yahudi soykırımı hazırlığı yaparken “Sonuç olarak bugün Ermenilerin imha edilmesinden söz eden var mı?” diyebilmişti. Zamanında Ermeni soykırımıyla yüzleşilmediği, bu zihniyet mahkum edilmediği, katillere hak ettiği ceza verilmediği ve soykırımın politik ve ideolojik sonuçları ortadan kaldırılmadığı içindir ki faşist Hitler rahatlıkla bu sözleri edebilmiş dahası 20. yüzyılın en büyük soykırımına girişebilmiştir. Sonrasında ise dünyanın değişik yerlerinde bir dizi soykırım daha gerçekleştirildi. Bunlardan Kamboçya, Bangladeş, Etyopya, Kuzey Kürdistan, Güney Kürdistan (Enfal soykırımı), Ruanda soykırımları ilk akla gelenler.

Yüzleşmek, Ermeni soykırımın tarihsel arka planını bilmek soykırımcı zihniyetinin oluşumunu kavramak ve geçmişle hesaplaşmakla mümkündür. Buradan hareketle “Ermeni meselesi”nin mayalandığı ve ortaya çıktığı 19. yüzyıla yoğunlaşmadan önce Ermeni halkına dair birkaç söz etmek gerekir.

ANADOLU VE MEZOPOTAMYA’NIN KADİM HALKI

Başbakan A. Davutoğlu’nun ima ettiği gibi Ermeniler bu coğrafyaya “sonradan gelmiş” değiller. En az dört bin yıllık bir geçmişleri var bu topraklarda. Tarihleri boyunca nice savaşlar görüp nice katliamlara uğradılar. Makedonya, Roma, Pers, Moğol ve Osmanlı imparatorlukları geçti bu topraklardan. Hiçbiri kılıcını kana bulamadan, halkları atlarının nalları altında ezmeden geçip gitmediler. Ama Ermeniler çağlar boyu her türlü zulüm ve zorbalığa rağmen terk etmediler Anadolu ve Mezopotamya’yı. 19. yüzyıldaki katliamlar dalgasına, 20. yüzyıldaki soykırım ve yeni katliamlara rağmen hala yüz binlercesi yaşamaya devam ediyor. Anadolu ve Mezopotamya’da büyük imparatorlukların kesişme alanında yaşadıklarından tıpkı Kürtler gibi uzun bir dönem devlet oluşturamadılar. En son Ermeni devleti, 12. ve 14. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş Klikya Krallığıdır. Beş yüz-altı yüz yıl sonra yeniden devletleşebildiler.

Çalışkanlıkları ve becerileriyle Ermeniler takdir edilen bir halktır. Bağrında Anadolu’nun en iyi zanaatçılarını ve sanatçılarını çıkarmıştır. Osmanlı mimarisinin zirvesi kabul edilen Mimar Sinan, Ermeni’dir. Örneğin ve sonradan Müslüman olmuştur. Çoğu yıktırılmış ya da yakılmışsa da Ermeni ustaların elinden çıkma düzinelercesi eser hala ayakta durmaktadır. İstanbul Boğazı’ndaki neredeyse tüm Osmanlı sarayları, kaleleri, meşhur camileri ve Anadolu’nun dört bir yanındaki görkemli birçok kilise Ermeni ustalarının hünerlerinin ürünüdür. Bu becerileri sayesinde çağlar boyu egemenlerin ilgisini çekmişlerdir. Ortaçağ’ın sonlarında Şah Abbas bu yetenekli halkı ülkesine götürmek istemiş, Osmanlı ordusunun takibi altında halkı ordusunun önüne katıp hızla İran’a geçmeye çalışırken binlerce Ermeni, Aras Nehri’nde boğulmuş, yaklaşık iki yüz bini de bu sırada ölmüştür. 20. yüzyıla girildiğinde zanaatçılık, kuyumculuk ve ticari becerilerinden dolayı Anadolu’nun yüz ellinin üzerinden kentine dağılmışlardır. Anadolu iktisadının bel kemiğini oluşturuyorlardı. Aranan mesleklere sahip olduklarından, Kürt ve Türk halklarınca kasabalarına yerleşmeleri yönünde teşvikte bulunulan Ermeni halkının yine önemli bir bölümü de Osmanlı Kürdistan’ında köylüydü. Tarımla uğraşıyorlardı. Anadolu’nun diğer bölgelerinde tarımla uğraşan Ermeniler seyrekti.

Batı Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip eden Ermeni aydınları, entelektüelleri, Anadolu’da burjuva aydınlanmaya öncülük ettiler, demokratik ve sosyalist ilerici fikirlerin taşınmasını sağlıyorlardı. Gençlerini Batı Avrupa’ya eğitim için yollama, kentli Ermenilerde yaygın bir yönelimden. Rumlarla birlikte Anadolu’da ticaret burjuvazisinin gelişmesine de öncülük ediyorlardı.

Bu kısa hatırlatmadan sonra, Osmanlı’da milliyetçiliğin gelişim ve özelde de Ermeni milliyetçiliğinin oluşumu ve Ermeni meselesinin kökenlerine yönelebiliriz.

ULUSAL MÜCADELELER VE BÜYÜK DEVLETLER

Fransız Devrimi’yle ivmelenen ulusal uyanışlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki halkları da etkisi altına almaya başladı. Balkanlar ve Mısır’da ulusal demokratik nitelikler de taşıyan ilk ayaklanmalar 18. yüzyılın sonlarında patlak verdi; 19. yüzyılda yoğunlaşarak yaygınlaştı.

Rusya, 18. yüzyılın sonlarından itibaren Asya’da olduğu gibi Avrupa’da da Osmanlı’yı geriletmeyi hegemonya alanını genişletmeyi ve boğazlardan geçiş hakkı kazanarak Akdeniz’e inmeyi amaçları arasına almıştı. Rusya, hegemonyasına almak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoks halkları hedef alan politik çalışmalar yürütüyordu. Bu yüzden Osmanlı devletiyle sık sık savaşa girmekten de geri durmuyordu. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşından sonra imzalanan K. Kaynarca Anlaşması’yla Rusya Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün Ortodoksların koruyucusu olma hakkını elde etti. Bu anlaşma Rusya’nın uzun yıllar Osmanlı’nın iç siyasetine karışmasını sağlayarak Ortodoks halklar üzerinde siyasi etkisini artırmasına yaradı. 19. yüzyıldaki Osmanlı-Rus savaşları, Osmanlı’nın Balkanlar’daki egemenliğini zayıflatarak bağımsız eğilimlerini daha da güçlendirdi.

Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Hersek, Karadağ ve Girit’te kiminde birden çok olmak üzere ulusal ayaklanmalar art arda geldi. Yıllarca süren ulusal direnişler yaşandı. Her seferinde ordunun zoruyla binler, kimi durumlarda on binlerce direnişçi katledilerek ayaklanmalar bastırılırken, Osmanlı devleti kimi ulusal demokratik hakları kabul etmek zorunda kalacaktı.

Ulusal statü ve demokratik reform talepleri sadece Balkanlar’dan gelmiyordu. Trakya ve Anadolu’da Ermeni, Rum ve Bulgar halkları Mısır ve Arnavut halkları başta olmak üzere farklı halklardan da demokratik reform talepleri geliyordu.

İngiltere ve Fransa, kurdukları siyasi ve ekonomik ilişkiler aracılığıyla Osmanlı’yı borçlandırıp ve pazar alanları olarak kullanmaları önünde bir engelleri olmadığından başlangıçta parçalayarak hegemonya alanlarını genişletme yönlü öncelikli bir hedefleri yoktu. Ancak sömürgeci devletler arası rekabetin sertleşmesi, Osmanlı’nın gerek bu rekabet gerekse de gelişen ulusal mücadeleler karşısında tutunamayacağı ve giderek dağılacağı açığa çıktıkça, Balkanlardaki ulusal mücadelelere çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalıştılar.

Bugün olduğu gibi o zaman da sömürgeci devletler yoktan ulusal sorunlar icat etmiyorlardı. Uluslar ve ulusal sorunlar, onların iradesinden bağımsız olarak ortaya çıkıyordu. Onların yaptığı ortaya çıkan ya da uç vermeye başlayan ulusal mücadeleleri çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktı. Ezilen bir ulusun üzerindeki baskı ve zulmü hafifletmek için başkaca devletlerden yardım istemeleri, onlardan yardım almaları ve hatta onlarla işbirliği içinde olmaları verdikleri ulusal mücadelenin tarihsel haklılığını karatmaz.

ULUSAL DEMOKRATİK MÜCADELELER VE TANZİMAT

Babıali; ordu, maliye ve eğitim gibi devleti merkezleştirerek modernleştirmek, yeni ulusal ayaklanmaların önüne geçmek İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bu doğrultudaki baskılarını savuşturmak için 1839’yılında Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve 1856’yılında da Islahat Fermanı adlarıyla reformlar ilan etti. Böylece, başka iyileştirmelerin yanı sıra “padişahın tebaasının can, namus ve malının güvence altına alınması” ve “hangi dinden olursa olsun bütün tebaa için yasa önünde eşitlik”(1) sağlanacağı belirtildi. Gayrimüslimlerin aşağılanması yasaklandı. Islahat Fermanı’nın ilanından hemen sonra Paris Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla, Rusya’nın yanı sıra İngiltere, Fransa ve Avusturya da Hristiyanları himaye etme hakkı elde etti. Böylece, Hristiyanlar adına Osmanlı’nın iç işlerine karışma hakkı kazanan devlet sayısı dörde çıkmış oldu.

Tanzimat reform politikaları, halkın tabandan gelen belli düzeyde demokratik reform talebi hesaba katılsa da onların doğrudan inisiyatifiyle oluşturulamadı. Bir dereceye kadar toplumun gayrimüslim kesimlerinin desteğini alsa da, reformların belirlenme sürecine doğrudan katılmalarının olanakları oluşturulmadı. Reformlar, başı çeken bürokratlar tarafından ulusal statü ve demokratik hak talebinde bulunan halkları yatıştıracağı umularak ve “Büyük güçlerin” baskısıyla kabul edilmişlerdi. Adli sistemde gayrimüslimlerin eşitliği lehine iyileştirmeler yapıldı. Ama şeriat hiçbir zaman kaldırılmadı, aile hukukuyla sınırlandı. Bu ikili hukuk sistemi eklektik sorunlu bir mekanizmaydı. Modern hukukla şeriat hukuku arasındaki sınır çizgilerinin muğlâklığı, uygulayıcıların geleneksel alışkanlığı, Müslümanların baskısı, konjonktürel politik gelişmelerle de birleşerek çarpık uygulamalara yol açabiliyordu.

Osmanlı, iktisaden çağın gerisinde kaldığından iç dinamikleriyle kısa sürede Avrupalı kapitalistlere yetişmesi bir toplumsal ve zihniyet devrimi yapmaksızın zordu. Toplumun Müslüman kesimi ise küçük bir aydın ve bürokratik kesim hariç Avrupa’daki gelişmelere ilgi göstermiyorlardı. Toplumun Hristiyan ve Yahudi kesimi Avrupa’daki iktisadi, teknik, politik ve toplumsal gelişmelerle hızla ilişkilenerek Osmanlı’nın ticaret burjuvazisinin gelişmesine öncülük ettiler. Zenginlikleri ve güçleri gözle görülür hale gelince Müslüman halkın ön yargılarını da yedekleyen Osmanlı feodal egemenleri Hristiyanlara karşı bir tepki örgütlemeye başladı. İleride iktidarın başına geçecek olan II. Abdülhamit, Müslümanların bu tepkilerini yedekleyen bir politika izleyecek ve yeri geldiğinde bunu Hristiyan halklara karşı katliamlara ve linç saldırılarına dönüştürecekti. Bu bedeli ağırlıklı olarak Ermeni ve Rum halkları ödedi.

“Ermeni ve Rum cemaatleri içerisinde doğan ticaret burjuvazisi gitgide zenginleşmekte ve kendine daha fazla güvenmekteydi. Onların Avrupa’yla olan ilişkileri aynı zamanda kendi mensupları arasında siyasal düşüncelerini de yaymaktaydı. Bu “millet” örgütlerini kiliselere mahsus denetimden kurtarmaya yönelik bir harekete yol açtı. Temsili şekilde örgütlenen ve varlığı (İngiliz baskısıyla) 1850’de tanınan yeni Protestan Ermeni “millet”i bu harekete daha da hız kazandırdı. Gregoryen, Ermeni “millet” i uzun müzakereler ve mücadelelerden sonra 1863’de Osmanlı Meşrutiyet hareketine de esin kaynağı olacak olan bir anayasa benimsedi.”(2)

“Ermeni Anayasası” olarak da bilinen “Ermeni Katogosluk ve Patrikliği Nizamnamesi”ni oluşturan Ermeni ulusal Meclisi, aynı zamanda Ermenilere dönük saldırıları ve hak ihlallerini de takip ederek raporlaştırıyor ve bu raporları düzenli olarak Babıali’ye sunuyordu. Bu raporlar, Doğu illerinde Ermenilere dönük öldürme, baskı, topraklarına zorla el koyma, din değiştirmeye zorlama, kadın ve kız çocukların kaçırılıp zorla Müslümanlaştırılarak evlendirilmesi vb. saldırıların zamanla yoğunlaşarak artığını gösteriyordu.

BİR EŞİK: BERLİN ANLAŞMASI

1870’lerin sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun olduğu kadar Ermenilerin de geleceğini belirleyen önemli gelişmeler yaşandı.

Artan vergilerin halkta yarattığı hoşnutsuzluk Balkanlar’da 1876’da yeni bir isyan dalgasına yol açtı. Bosna Hersek ve Bulgaristan’da vuku bulan köylü ayaklanmalar, Osmanlı askerleri tarafından kanlı biçimde bastırıldı. Bulgaristan’da on iki binden fazla direnişçinin katledilmesi Avrupa kamuoyunda büyük tepki yarattı. Avusturya Macaristan ve Rusya harekete geçti. Avusturya Macaristan, Bosna Hersek için reform talebinde bulundu. Rusya ise Bulgaristan için özerklik istedi. Babıali birinci isteği kabul edip ikincisini ret edince Rusya Osmanlı’ya savaş ilan etti. 93 Harbi de denilen savaşta Osmanlı ağır bir yenilgi aldı. Rusya; doğuda Erzurum’a kadar ilerledi, batıda ise İstanbul önlerine Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar geldi. 3 Mart 1878’de barış anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmakta olduğu resmiyet kazandı.

Ayastefonas (Yeşilköy) anlaşmasının 16. maddesine göre Babıali, Ermeni reformlarını kabul edip gerekli adımları atana kadar Rus devleti Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt’ı askeri ve siyasi egemenliği altında tutacaktı. Ancak Rusya ile İngiltere arasındaki rekabet buna engeldi. İngiltere, Rusya’nın bölgedeki varlığını Güney Asya ve Ortadoğu’daki sömürge çıkarlarına karşı tehdit olarak görüyordu. Beşli ittifak gücünün İngiltere, Fransa, Almanya ve Avrupa, İtalya bu anlaşmadan dışlanmasına itiraz etti. “…Ama Osmanlılara acımalarından dolayı değil, eğer Avrupa güç dengesi yürürlükte kalacaksa Rusya’nın Balkanlar ve küçük Asya’daki egemenliğinin kabul edilemez olmasından dolayı”(3) İngiltere ve Avusturya Macaristan’ın çağrısıyla Berlin’de diğer “büyük güç”lerin de katıldığı bir konferans toplandı. 13 Haziran 1878’de yeni bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre Rusya, Balkanlar ve Anadolu’dan çekilecek, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlığı, Bulgaristan’ın da özerkliği tanınacaktı. Bu anlaşma Berlin Anlaşması olarak anılacaktı.

Berlin Anlaşmasının amaçlarından biri Rusya’nın önünü kesmekti. Bu amaçla, Ayastefarons Anlaşması’nın 16. maddesi geçici olarak iptal edildi. Berlin Anlaşması’nda Ermenilerle ilgili 61. madde şöyle formüle edildi. “Babıali, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yerel koşulların gerektirdiği düzenlemeleri ve reformları daha fazla ertelemeden gerçekleştirmeyi ve Çerkezler ile Kürtlere karşı onların güvenliğini sağlamayı taahhüt eder… Bu taahüdün yerine getirilmesi için atılacak adımlar uygulamayı dikkatle izleyecek. Büyük güçlere periyodik olarak bildirecektir”(4) 62. maddede ise “din özgürlüğü medeni ve siyasal haklar ile kamu işlerine girebilme hakkı sağlar” denilerek, Babıali’nin daha önce imzalanan reformlar ve yapılan anlaşmalardan kaynaklı yükümlülükler hatırlatıldı. Böylece Rusya Anadolu’dan çekilirken, Babıali’ye de Ermenilerin yoğun olduğu altı doğu ilinde (Erzurum, Van, Bitlis, Sivas, Harput, Diyarbekir) reform yapması yükümlülüğü getirildi.

Ancak Ermeni reformları konusunda adım atmamakta kararlı olan Sultan Abdülhamid, sürekli bir oyalama, reformların içini boşaltarak içeriksizleştirme ve geçiştirme yolundan yürüyecekti. Böylece Ermeni sorunu, Osmanlılar bakımında aynı zamanda devletler arası bir sorun haline geldi.

Yanı sıra ne emperyalist devletler ne de Rusya, Ermeniler için kendi çıkarlarını riske edecek adımlar atmayacaklardı. Aralarındaki rekabetin giderek keskinleşmesi bunun önünde engeldi. Gerçekte Berlin Anlaşması, Ermenileri büyük bir riskle karşı karşıya bırakmıştı.

Ermeniler için yeni bir momentti. Bir yandan demokratik reform beklentisi ve umudu Ermenilerde ulusal bilince ve örgütlülüğe itilim kazandırırken, diğer yandan başta Sultan Abdülhamit olmak üzere Osmanlı feodal egemenlerin öfkesinin ve düşmanlığının yöneldiği hedef haline gelirler. Ve bu çelişik durum soykırıma kadar uzanacaktır.

DİP NOTLAR
1) Modernleşen Türkiye Tarihi, s. 80, Erik Jan Zürchen, İletişim Yayınları
2) age., s.9
3) age., s.115
4) Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid, s.32, Vahakn N. Dadrıan, Belge Yayınları