Temo (Haçadur) Dedeme Mektubumdur

[ A+ ] /[ A- ]

Anjel DİKME

Dedem; bu aralar bir hoşum yine.
Televizyonlarda koca koca adamlar konuşur, ben dinlerim…
Seni hatırlarım hep…
Seni düşünürüm…
Bu nasil bir yüktür dedem; taşıması ağır…
Kimseler anlamak istemez…
Nasıl bir kuru sağırlıktır bu dedem?
Katarak inmiş gözlerin gelir aklıma…
Hani; 12-15 yaşları arasında şahit olduklarından söz ederken yaşadığın acıyı hissederim…
Koca koca adamlar konuşurlar dedem; en cok da “belge” derler, “kanıt” derler…
İşte o anlarda karışırım ben en çok, o anlarda hatırlarım seni…
Nedenini sen ve ben biliriz ama onlar bilmezler…
Onlara anlatsam senin hikayeni dedem, anlarlar mı dersin?
Hani; yedi gün saklı kaldığın samanlıktaki bir çukurdan, bütün ailenin katledilişini izlediğini…
Hamile yengenin karnının haç şeklinde süngülendiğini,
(Cenette gideceklerine inandırılmışlardır ‘Haço’ları öldürdüklerinde, ‘Haço’lar, haçlanarak öldürülmelidir)
Henüz emekleyen kuzenlerinden birinin, bir ‘insan’ (!) tarafından; bir bacağına basılıp diğer bacağından tutulup ikiye ayrılmasını izleyişini…
Canım acıyor dedem… çok acıyor…
Bir ağanın seni saklamasiyla kalırsın hayatta…
O’nun yanında karın tokluğuna çalışırsın yıllarca…
Bir gün çeşmede Emo’yu görürsün ve seversin…
Emo; (Evan) O da kesim artığıdır…
(Siz milat gibi; “kesimden once”, “kesimden sonra” derdiniz bir olay anlatırken, zaman belirtmek için)
Kesimden sonra dedesi yaşında biriyle evlenmiştir ve üç çocuğu olmuştur…
Sen O’nu tanıdığında duldur Emo, çocuklarıyla yalnızdır…
İstersin ve evlenirsiniz dini nikahla…
Resmi nikah olmaz, çünkü; senin hiçbir kaydın yoktur, yanmıştır (yakılmıştır) tüm kayıtlar…
Sen resmi kayıtlara göre yaşamayan, olmayan birisindir…
Çocuklarınız olur…
Ohannes ve Araksi korsun adlarını, baba hanelerine ise; Emo’nun ilk eşinden olan oğlu Yakup’un (Keko Yako) adı yazılır…
Sen yaşamadığından (!) çocuklarına adını veremezsin…
“Kesim” zamanı şahit olduğun görüntülerden sonra bir daha asla bir devlet dairesine adım atmadın…
Sason’lu damadın bile anlayamazdı bu korkunu, anlamadılar dedem…

Amerikan gemileri gelmişti kalanları toplamaya ama sizler; “Burası vatanımız, toprağımz, artık hersey geçti” deyip terk etmediniz doğduğunuz yerleri…
Gitmediniz…
Yıllar sonra çocuklar ve torunlar tek tek İstanbul’a göçtüler.
Sen ve Emo yine terk etmediniz Diyarbakır’ınızı…
Bir akşam Emo uyudu ve uyanmadı…
Gömüldü o çok sevdiği topraklara…
İstanbul’a gelmekten başka çaren kalmamıştı, istemeden bıraktın, yaşadığın tum acılara rağmen çok sevdigin Dikranagerd’ini… Diyarbekir’inizi…
İstanbul’da bitmeyecekti hikayen…
Birkaç yıl sonra oğlun Ohannes yurt dışına gitme kararı aldığında sen bir kez daha yıkılmıştın…
Anadolu insanıydın, kızında kalmak, damatta kalmak demekti.
Kaldıramadın bunu, oğlunun Belçika’ya gidişinden bir süre sonra hastalandın…
Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’ne yatırdılar seni…
Kızın Araksi’nin her seni ziyarete gelişinde (her gün, kızını okula bıraktıktan sonra babasına gidiyordu)
“Oğlumun yanına gideyim öleyim” diyordun…
“Yeter ki gideyim”
Bir yıl kaldın hastahanede…
Sason’lu damadın, tağaganlık* yaptığı yıllardan tanıdığı bir polis arkadaşıyla karşılaştığında O’na durumunu anlatır.
“Bir kanun var” der “haymatloslar (vatansızlar) için; bir kereliğine mahsus olmak şartı ile pasaport çıkarma hakkı var”
Seni oğluna kavuşturabilmenin yolu bulunmuştur…
Fotoğrafçı hastahaneye getirilir, fotoğrafın çekilir, pasaportun çıkarılır ve gidersin oğlunun yanına…
Atalarının binlerce yıldır yaşadığı toprakları “vatansız” damgalı pasaportunla terkedersin…
Ve söylediğin, bir yıldır dilediğin gibi olur…
Oğlunun yanına vardıktan bir ay sonra ölüm haberin ulaşır bizlere…
Geçen Mart ayında ziyaretine geldim dedem, oğlunla yan yana yatarsınız; Belçika’nın Brüksel şehrinde…
Şimdi ben ne yapmalıyım dedem?
Koca koca adamlar; ille de “BELGE” derler dedem…
Onlar “BELGE” dedikçe ben seni düşünürüm…
Ben de; bu koca koca adamlardan ne isterim dedem bilir misin?
“İNSAN” olduklarını belgelemelerini…
Ben de “BELGE” isterim dedem!
“BELGE” isterim!