Yeni Bir Yıldönümü Vesilesiyle 24 Nisan 1915 Üzerine…

[ A+ ] /[ A- ]

ermeni_aydinlari_1915
Attila TUYGAN
Sesonline

“Van’daki olaylar bahane edilerek İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişinin tutuklandığı 24/25 Nisan 1915 günü soykırımın resmi başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Bunu 600 kişinin daha tutuklanması izler. Tutuklananların sayısı 24 Mayıs’ta 2 bin 345’e ulaşır. Ardından, ordu için tehlike teşkil eden Ermenilerin savaş bölgelerinden uzaklaştırılması biçimindeki resmi gerekçeyle 27 Mayıs 1915’de çıkartılan “Vakt-ı Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-ı Muvakkat” yani bilinen adıyla Tehcir Kanunu ile Anadolu’nun her yerinden, Adana, Ankara, Aydın, Bolu, Bitlis, Bursa, Samsun, Çanakkale, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, Erzurum, İzmit, Kastamonu, Kayseri, Karahisar, Konya, Kütahya, El Aziz, Maraş, Niğde, Sivas, Trabzon ve Van’dan Ermeniler sürülmeye başlanır…” [Belge Yayınları editörü, çevirmen, Attila Tuygan yazdı…]

YENİ BİR YILDÖNÜMÜ VESİLESİYLE 24 NİSAN 1915 ÜZERİNE…

“Paris’te bir adam öldürülürse, bu bir cinayettir; Doğu’da elli bin insan boğazlanırsa, bu sadece bir meseledir.” Victor Hugo

*

24 Nisan 1915 konusuna soykırımın, Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in çabalarıyla, 1948 yılında Birleşmiş Milletler’de kabul edilen “BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme”nin tanımlanmasıyla girmek istiyorum. Sözleşmenin 2. maddesine göre, ‘Soykırım, ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: » grup üyelerinin öldürülmesi; » grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi; » grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması; » grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması; » bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Soykırımda planlı, devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur.’ Sayılan beş eylem türünden sadece bir tanesini bile işlemek, suçun maddi unsurunun yerine gelmesi olarak kabul edilmektedir. Görüleceği gibi, önemli olan, bir grubu, grup niteliklerinden dolayı kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak kastıdır. Bu paragrafı yazının sonunda dönüp tekrar okursak ilintiyi pekiştiririz.

* * *

19. yüzyıl, yüzyıllardır baskı altında ezilen halkların özgürlük özlemlerinin doruğa çıktığı yüzyıldır. Evrensel anlamda, Fransız Devriminin mirası milliyetçi ideoloji doğrultusunda çokuluslu devletlerden ulus-devletlere geçiş çağıdır bu. Bunun uzantısı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde pıtrak gibi ulus-devletler uç vermeye başlamıştı. Emperyal Osmanlı’ya karşı başka emperyal dürtülerle hareket eden Batılı güçler de kendi menfaatleri gereği hami rolüne bürünmüşlerdi. Osmanlı’nın zulüm ve baskıları Balkanlar’daki halkların yanı sıra Lübnanlılar, Suriyeliler, Yemenliler, Mısırlılar, Suudiler ve Ürdünlüler gibi pek çok Arap ulusu da ayağa kalkmıştı. Osmanlı-Balkan halklarının bağımsızlıklarını ilan etmeleri, dolayısıyla imparatorluğun küçülmesi başta İttihatçılar olmak üzere herkesi hırslandırmıştı. Böylelikle Anadolu’nun İslami tahkimatını gerçekleştirme çerçevesinde başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere Hıristiyanların tasfiyesi planlanmaya başlamış; sorunu şiddet içeren ve radikal araçlarla çözmek isteyen militan bir milliyetçilik ortaya çıkmıştı. Bu duygu, İttihad’ın yarı resmi yayın organı Tanin’de, Hüseyin Cahit’in 25 Ekim 1908 günlü başmakaledeki “Türk milleti, milletî hakimedir ve hep böyle kalacaktır” beyanında ete-kemiğe bürünmüştür. Belki başlarda, iktidardaki İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin bir soykırım programı yoktu. İmparatorluğun dağılma ve çöküş sürecinin sarsıcılığı ve kayıplar İttihad’ın her şeyi göze almasına yol açmıştı. O nedenle, önemli aktörlerinden oldukları Birinci Dünya Savaşı İttihad’a bu darboğazdan kurtuluş için bir çıkış olarak görünmüştü. Emperyalist Almanya’yla yapılacak ittifak sayesinde kötü gidişe bir dur denecekti. Bu strateji esasen Abdülhamit’in çizgisinin devamıydı ve Ermenilerin kaderi açısından da benzer sonuca sahipti. Her şeyin tamamen kaybedilebileceği ihtimali düşünülerek ayrıntılı hazırlıklar yapıldı. Ülkenin dört bir yanına, ileride topyekûn bir işgal olasılığına karşı silah, mühimmat ve çete-gerilla savaşı örgütçüsü yollanarak tahkimat yapıldı. Zaten komitacılıktan gelen İttihad’ın liderleri için bu yatkın oldukları bir yöntemdi. Her yerde çeteler oluşturuldu. Bu çetelerde on binlerce kişi örgütlendi. İnsan kaynağı, Balkan hezimetinden sonra Anadolu’ya göçen halklar; hapishanelerden salınan mahkûmlar ve Kürt aşiretleriydi. Her üç grubun da kendilerine özgü muharrik gücü vardı. Birinci grup Balkanlar’da çektikleri acıların intikamıyla yanıp tutuşuyordu. Hapishanelerdeki mahkumlarla azat edilmeleri için pazarlık yapılmıştı –ve hedef kitle daha çok idamlıklardı. Kürt aşiretleri de Hamidiye çeteleri döneminde gasbettikleri mülklerin tasarrufunu daim kılma ve yeni mülkler edinme peşindeydi. İttihad açısından tek amaç ilerideki işgal olasılığına hazırlanmak değildi. Hatta öncelikli amaç, Ermenilerin ortadan kaldırılmasıydı. İttihad’ın gizli savaş örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenen çeteler 1914’ten başlayarak Ermeni Soykırımının yürütülmesinde başrol oynayacaktı. Ayrıca bu örgütlenme, daha sonra liderliğini Mustafa Kemal’in yürüteceği direniş hareketinin de iskeletini oluşturmuştur. Doğu cephesinde Ruslara karşı alınan ağır Sarıkamış yenilgisi ve bu yenilgide Rus ordusunda Ermeni subay ve gönüllü birliklerinin rol oynadıkları kanaati, İttihad’ı, ayrıntılı bir soykırım planı hazırlığına itti. Elbette bir de ekonomik boyut söz konusuydu. Osmanlı’nın son döneminde ekonomiye egemen olanlar azınlıklardı. Ticaret ve zanaat büyük ölçüde bu kesimlerin elindeydi. Genel olarak denebilir ki, Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi Osmanlı’nın görece daha varlıklı kesimlerini oluşturuyordu. Daha Abdülhamit döneminde güçlerini kırmak amacıyla Ermeni burjuvazisine yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştı. Daha sonraki İttihad iktidarının, devleti kurtarmak yolunda milli burjuvazi yaratmayı hedef seçmesi, azınlıkların mülksüzleştirilmeleri yolunda önemli bir dönemeçti. Bu arada geliştirilmeye çalışılan Müslüman-Türk burjuvazisi de Ermeni ve Rum zenginliklerine gözünü dikmişti. Böylece Hıristiyan cemaatlerin mallarına el konulması gibi yöntemler milli iktisat politikası haline getirildi. Başka bir deyişle, ekonomide homojenleştirmeye gitme, yani, Anadolu nüfusunun demografik yapısını Türk-Sünni Müslüman olarak temelden değiştirme ve Hıristiyan cemaatlerin mallarına el koyma süreci başlamıştı. Kısacası Müslüman Türklere ekonomik güç sağlama ve gayrimüslimlerin yerini alacak ticaret sınıfları yaratma çabasıdır esas olan; Ermeni tehcirlerinin ticaret ve sanayide rekabeti ve azınlık hakimiyetini ortadan kaldırma amacıyla gerçekleştirildiği söylenebilir. Bu süreçte yapılanları ekonomik terimlere dökmeye kalksak, insan aklını zorlayacak tutarlara ulaşırız. Buraya bir parantez açarak, örneğin, zamanın MGK Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Dairesi Başkanı Tuğgeneralin, görülen lüzum üzerine 26 Ağustos 2005 tarihinde Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği yazıda, “Buralardaki bilgiler asılsız soykırım ve Osmanlı Vakıfları mülkiyet iddiaları gibi konularda istismara yol açabilir” şeklinde uyarısıyla cisimleşen gizliliğe kafa yorabiliriz.

Konumuza dönecek olursak; yukarıda değindiğimiz gibi, Balkanlar’daki Müslümanların buralardaki bağımsızlık hareketlerinin baskısı sonucunda Anadolu’ya göç etmeleri sorun yaratmıştı. Bu süreçte, göçmenlerle yerleşik düzende yaşayan topluluklar arasında gerginlikler ve çatışmalar doruğa çıkmıştı. Köy baskınları ve yağmalama olayları, haraç almalar artmıştı. Bunun üzerine ilk Ermeni direniş örgütleri kurulmaya başlamıştı. Bu da karşılıklı çatışmaları beraberinde getirmişti. İşte bunlardan biri olan Van’daki olaylar bahane edilerek İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişinin tutuklandığı 24/25 Nisan 1915 günü soykırımın resmi başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Bunu 600 kişinin daha tutuklanması izler. Tutuklananların sayısı 24 Mayıs’ta 2 bin 345’e ulaşır. Ardından, ordu için tehlike teşkil eden Ermenilerin savaş bölgelerinden uzaklaştırılması biçimindeki resmi gerekçeyle 27 Mayıs 1915’de çıkartılan “Vakt-ı Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-ı Muvakkat” yani bilinen adıyla Tehcir Kanunu ile Anadolu’nun her yerinden, Adana, Ankara, Aydın, Bolu, Bitlis, Bursa, Samsun, Çanakkale, Diyarbakır, Edirne, Eskişehir, Erzurum, İzmit, Kastamonu, Kayseri, Karahisar, Konya, Kütahya, El Aziz, Maraş, Niğde, Sivas, Trabzon ve Van’dan Ermeniler sürülmeye başlanır; buna 30.000’i bulan göçmen sayısıyla İstanbul’u da katmak gerekir. Hemen seferberlik ilan olunur, böylelikle 20-45 yaş arası Ermeniler Türk ordusuna alınırlar. Askere alınan Ermeniler amele taburlarında çalıştırılır, sonra da öldürülürler. Bunu, taşımacılık işlerinde kullanılmak üzere 15-20 ve 45-60 yaş arasındakilerin askere alınması izler. Sonra, erkekleri gönderilen, dolayısıyla korumasız kalan Ermenilere her şeyi arkalarında bırakıp gitmeleri için birkaç gün zaman verilir. Ermeniler kafileler halinde toparlanıp yaşlı, hasta, çoluk-çocuk demeden ölüm yolculuğuna çıkarılırlar. Tutuklamalar, işkenceler ve idamlar ülke çapında hızla yürürlüğe konur. Kimi yerlerde insanların yanına eşya almalarına kısmen izin verilir, kimi yerlerde verilmez. Bu arada Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeni’yi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilir. Başlarda bazı bölgelerde din değiştirmeye zorlanırlar, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmazlar. Ancak daha sonra bunu kurtuluş olarak gören Ermenilerin sayısının artması üzerine bu politikadan vazgeçilir. Öte yandan, boşalan Ermeni köylerine göçmenler yerleştirilir. Bu da bize, ‘tehcir’ edilenlerin bir daha asla geri dönmeyeceklerinin bilindiğini gösterir.

TEHCİR SUÇLULARININ YARGILANMASI

Savaş sonrası tehcir suçluları yargılanmış; İstanbul, Yozgat ve İstanbul’da kurulan mahkemelerde bazı idam cezaları verilmiştir. İşgal sonrası katliamla suçlanan 150 kişi yargılanmak üzere Malta’ya götürülmüş; bunların bir kısmı oradan kaçıp ‘Kurtuluş Savaşı’na dahil olmuştur. Diğerleri de delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştır. Mustafa Kemal, Hüseyin Rauf (Orbay), Ali Fethi (Okyar), Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Mustafa İsmet (İnönü), Mahmut Celal (Bayar), Mehmet Akif (Ersoy) gibi pek çok İttihadçı da Müdafaa-i Hukuk kadrosu olarak Ankara’da Millet Meclisi içinde ve dışında ‘Milli Mücadeleye’ katılmıştır. Lozan Anlaşması’yla birlikte 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen tüm savaş suçları affa tabi tutulmuştur.

Günümüz Türk kaynakları, neredeyse oybirliğiyle ve ‘resmi tarih’ doktrini paralelinde, Ermeni kurbanlarının sayısını ciddi biçimde düşük gösterir. Ancak savaş sonrası Türkiye’sinin ilk iki yılı boyunca, yani Mütareke dönemi savaş sonrası hükümetleri, tehcir ve katliamlardaki Ermeni kurbanlarının sayısının büyüklüğünü samimiyetle kabul etmiştir. Zamanın İçişleri Bakanı Mustafa Arif (Deymer) Aralık 1918’de “konuya dair istatistikî hesapların hâlâ devam ettiğini” kamuoyuna açıklamıştır: “Kati rakama dair tahkikatımızı tamamladığımızda bunları ilan edeceğiz.” Mart 1919’da Dahiliye Nazırı Cemal, tamamlanan araştırmadan elde edilen toplam rakamı kamuoyuna açıklamıştır. Derlenen verilere göre tehcirlerin sonucu olarak “900,000 Ermeni” yok edilmiştir. Cemal’in rakamında, (1) askerlerce yok edilen on binlerce Ermeni asker ve subay, (2) din değiştirme yoluyla massedilen çok sayıda kurban ve (3) tehcir sıkıntılarına dayanamayan kitleler yer almamaktaydı. Yine de Cemal’in ifşaatı 1919 itibariyle önemli bir resmi kabuldür. Bu beyan, Fransız gazetesi Le Moniteur Oriental’in 13 Mart 1919 tarihli sayısıyla, Alemdar’ın 15 Mart 1919 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Bakan Cemal Bey’in ifşaatı, bazı önde gelen Türklerce, yüksek ulusal çıkarlar açısından ihanet olarak nitelendirilmiştir. Basra (1909), Kastamonu (1910), Trabzon (1911), Musul (1913) ve Bağdat (1914) valilikleri yapmış ünlü şair-gazeteci Süleyman Nazif, gayrimüslimlere bir devlet sırrının açıklanmış olduğundan dolayı çok öfkelenmiştir: “Yaptığı, Müslüman bir nazıra hiç yakışmıyor.” (Hâdisat, 17 Mart 1919). Daha sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Millet Meclisinin yirmi sekizinci gizli oturumunda (3 Nisan 1924) da saldırılar sürdürülmüştür. İçişleri Bakanı Ahmet Ferit, Cemal’in adının gerçekte Artin olduğunu söyleyerek hakaret etmeye çalışmış ve kendisine ‘herif’ diye hitap etmiştir. Tarihçi Bayur’un eleştiri gerekçesi düşündürücüdür: “Düşmanlarımıza delil ve silah temini…” Bayur’un suçlamasını aynen tekrarlayan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Cemal’in, yenik Türkiye’yi parçalamalarına imkan da tanımak amacıyla Ermeni kayıplarını açıklamakta sabırsızlık gösterdiğini vurgulamıştır. Bayar, İçişleri Bakanı Cemal’in ifşasını “lüzumsuz ve vakitsiz bir ifade” olarak nitelemiştir. Bilindiği gibi Bayar, savaş sırasında İttihad’ın, İstanbul’dan sonra en büyük parti sancağı olan İzmir’in katib-i mesulüydü. İlk bakışta bir şey ifade etmeyen bu unvan, gerçekte Nazi unvanı Gauleiter’a denk düşmekte olup İttihadın vilayet görevlilerinin sahip oldukları aşırı yetkileri gizlemek için verilirdi. Rakam, Türk Devrimine ilişkin 10 ciltlik çalışmasında “bizim resmi kaynaklara göre de doğru saymak gerektir” diye yazan tarihçi Bayur tarafından daha sonra teyit edilmiştir. Bunun için Bayur, Türklerin savaştaki kayıplarının istatistiklerini derleyen Genelkurmay tarihçisi Albay Mehmet Nihat’ın rakamlarını kullanmıştır.

* * *

Şimdi ilk bakışta konudan uzaklaşmış gibi görünmemize yol açacak başka bir noktaya göz atalım. Özellikle siyasetçilerimiz, medyamız falan, hep birlikte Obama’nın 24 Nisan günü münasebetiyle yaptığı konuşmaya odaklanmışken, David Holthouse‘un “Türkiye Ermeni Soykırımını Örtbas Etmek İçin Milyonlar Harcıyor” başlıklı yazısını temel alarak biraz ufkumuzu açmaya çalışalım: Türkiye, Ermeni soykırımı konusunda kafa karışıklığı yaratmak amacıyla Birleşik Devletler’de milyonlarca dolar harcamakta, siyasi güç kullanmaktadır ve hükümetin en yüksek düzeylerinde bile başarılı olduğu söylenebilir. Maaşa bağlanmış lobiciler, önceki yıl kongre üyelerini geri adım atmaya ikna ederek soykırımı anan bir Kongre önergesini engellemişlerdir. Türkiye, daha, siyasi kadrolarının, A.B.D. Dışişlerini MGM stüdyolarını Ermeni soykırımının bazı yönlerini dile getirdiğinden dolayı Musa Dağ’da Kırk Gün adlı kitaptan uyarlanan bir film yapmasını engellemeye ikna ettikleri 1930’larda müdahalelere başlamıştı.
Ermeni soykırımını inkar endüstrisinin çapı akademik çevrelere ulaşacak büyüklüktedir. Örnek verecek olursak, 1990’da, New York Üniversitesi Mezunları Merkezinde ve John Jay Yüksek Okulu’nda psikoloji ve psikiyatri profesörü olan Robert Jay Lifton’a gönderilen bir mektuptan söz etmeliyiz. O sıralar Türkiye’nin A.B.D. büyükelçisi olan Nüzhet Kandemir tarafından kaleme alınmış, Lifton’un ödüllü kitabı The Nazi Doctors: Medical Killing and the Psychology of Genocide’da Ermeni soykırımına bazı göndermelerde bulunmasını protesto eden bir mektuptur bu: “İğrenç ve gaddarca olduğu asla yadsınamaz bir trajedi olan Holokost‘tan söz edildiğinde ilk akla gelen bir bilim adamının kendi uzmanlık alanı dışındaki bir alana göndermelerde bulunacak kadar düşüncesiz olduğunu görmek hayli üzücü…” diye yazmış Kandemir. Kandemir’in mektubunda alışılmışın dışında bir şey yoktur. Ermeni soykırımı hakkında yazan akademisyenler o zaman da Türk otoritelerce âdet olduğu üzere azarlanıyorlardı, şimdi de azarlanıyorlar. Ancak şaşırtıcı olanı, Lifton’ın, zarfın içinde bulduğu ve Türk büyükelçisinin kazara koymuş olduğu anlaşılan ikinci bir mektuptur. Bu mektupta, Yakın Doğu tarihçisi Heath Lowry, Kandemir’e, “bir başka problemimiz” dediği Lifton’un kitabına nasıl saldırılacağına ilişkin ince taktikler önermektedir. İşte o Lowry, o sıralar Türkçe Araştırmalar Enstitüsü’nün kurucu yöneticisiydi. Daha sonra 1996’da Princeton Üniversitesi Yakındoğu Araştırmaları bölümünde Türk hükümetinden alınan 750,000 $ bağışla kurulan Atatürk Kürsüsüne 20 aday arasından seçilerek bu makamdan ayrılmıştır. Lowry, Princeton Üniversitesi’ne katılmadan önce, hiçbir zaman eğitmen konumunda bulunmamış ve önemli bir yayınevinden tek bir akademik eser yayınlamamıştı. Bunun sonucunda ve The Boston Globe‘un 1995’de nitelendirdiği gibi “uzun süredir Türk hükümetinin lobicisi” olduğu için tartışmalar şiddetlenmişti.
Şimdi biraz geriye dönelim. Türk hükümeti, 1982’de, Georgetown Üniversitesi’ne, Ermeni soykırımının inkarıyla iştigal etmek üzere Türkçe Araştırmalar Enstitüsü adıyla bir sivil toplum örgütü kurulması için 3 milyon $ bağışlamıştır. Üç yıl sonra, Ermeni soykırımını sorgulayan 69 Amerikalı araştırmacının imzaladığı bir mektubu yayınlamaları için The New York Times, The Washington Post ve The Washington Times‘a tam sayfa ilanlar verilmiştir. Bu 69 araştırmacı o yıl Türkçe Araştırmalar Enstitüsü’nden ve Ankara Ticaret Odası gibi kaynaklardan çok ciddi fon almıştır. Türkçe Araştırmalar Enstitüsü, o tarihten beri General Dynamics ve Westinghouse dahil olmak üzere Türkiye’ye silah satan Amerikalı savunma müteahhitlerinden inanılmaz tutarlarda bağışlar almaktadır. Türkiye de enstitüyü desteklemek üzere yıllık iane sağlamaya devam ediyor.

ABD DIŞİŞLERİ ARŞİVİNDEKİ BELGELER

Sıkıntılı bir bölgede yer alıp da A.B.D. ve İsrail’i müttefikleri sayan tek Müslüman ülke Türkiye, A.B.D.’nin Ermeni soykırımını resmen tanıyan diğer 22 ulusa katılmasını önlemek yolunda ciddi siyasi güce sahip. 1989’da, A.B.D. Dışişleri Bakanlığı, arşivlerinde yer alan ve bakanlık yetkilerine göre ‘Çoğu masum ve çaresiz kadın ve çocuklardan oluşan yüz binlerce Ermeni’nin katledildiğini’ gösteren tanık ifadelerini yayınladı. Aynı yıl soykırımı anan bir yasa taslağı A.B.D. Senatosuna sunuldu. Fakat Türkiye buna A.B.D. Deniz Kuvvetleri gemilerinin stratejik olarak önemli Türk sularına girişini engelleyerek ve Türk topraklarındaki tüm A.B.D. askeri eğitim operasyonlarına yasaklama getirerek karşılık verdi. Tasarı buhar olup uçtu.

Evveli yıl Eylül ayında konu tekrar gündeme geldi. A.B.D. Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi, Osmanlı Türklerinin Ermenilere yönelik kitlesel cinayetini kınayan, ölüm sayısını 1.5 milyon olarak belirleyen ve cinayeti bir “soykırım” olarak niteleyen bağlayıcı olmayan bir önergeyi onaylayıp Kongreye sunmaya karar verdi. Türkiye bu kez büyükelçisini geri çağırarak ve ince tehditler savurarak tepki verdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Ermeni iddialarının kabul edilmesi halinde, iki ülke arasındaki ilişkilerde sorunlar doğacaktır,” diye uyarıda bulundu. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dış politika danışmanı Egemen Bağış, “Dün Kongreden birileri beyzbol oynamak istedi,” diye konuştu. “Sizi temin ederim ki Türkiye beysbolün nasıl oynandığını iyi bilir!” Ertesi gün, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sean McCormack, ifadesine göre, komitenin, “A.B.D.-Türkiye ilişkilerine ve A.B.D.’nin Avrupa ve Ortadoğu’daki çıkarlarına onulmaz zarar verebilecek” eylemleri için “üzüntü”lerini belirten bir beyanda bulunarak Türkiye’den özür diledi. Savunma Bakanı Robert Gates önergeye karşı olduğunu söyleyerek, Irak’taki A.B.D. silahlı kuvvetlerine gönderilen hava kargosunun %70’inin ve harcanan yakıtın %30’unun Türkiye üzerinden ulaştırıldığını hatırlattı. Başkan Bush, 2000’deki kampanyasında başkan seçilmesi halinde Ermeni soykırımını resmen tanıyacağına dair verdiği sözü muhtemelen unutarak, önergeye karşı çıktı. Türk yetkililer tehditlerde bulunurken, Türkiye’nin ödeme yaptığı lobiciler parayı kampanya ve politik eylem bağışları adı altında temsilciler meclisi üyelerine aktardılar. Louisiana temsilcisi Bobby Jindal (şu anda Louisiana valisi, Cumhuriyetçi) ile Mississippi temsilcisi Roger Wicker (şimdi o eyaletten Cumhuriyetçi senatör) önergeden desteklerini çekip aleyhte konuşmaya başladılar –fakat, hali hazırda Türkiye’nin Ermeni soykırımının tanınmasına muhalefet etmeleri için sözleşme yaptığı lobicilik firmalarına çalışan eski temsilciler meclisi üyesi Cumhuriyetçi Bob Livingston’dan ve Demokrat Richard Gephardt’tan 20,000’er $ aldıktan sonra. Gephardt 2000’de hâlâ görevdeyken, kendisini “A.B.D. hükümetinin Ermeni soykırımını resmen tanımasını sağlamaya adamış” biri olarak niteliyordu. 2003’de, “Ermeni soykırımı”nı, II. Dünya Savaşı Holokost’u ve Kamboçya ve Ruanda’daki kitlesel kıyımlarla birlikte ele alan, ancak Türk lobilerinin yıldırım saldırısı sonucunda reddedilen bir önergeyi de destekliyordu. Görevi bıraktığından ve Türkiye için lobi yapmak üzere yıllık 1.2 milyon $’lık bir sözleşmeyi imzaladığından beri yüreğinde derin bir aydınlanma yaşamıştır. International Herald Tribune‘e gönderdiği bir e-postada “Önergenin kabulüyle Türkiye’yi küstürmek, durumu daha da ağırlaştırmasa da, [Ortadoğu] operasyonlarda istikrar oluşturma çabalarımızı zayıflatabilir,” diye yazdı. Firmasına Türk hükümetince 1999’dan beri 12 milyon $’dan fazla ödeme yapılan Bob Livingston da itiraz edenler arasındaydı.
O kampanyanın bir başka parçası olarak Türk hükümeti, başlıca Amerikan gazetelerinde Kongre üyelerini “tarihi yasalaştırma değil, inceleme çabalarına destek” vermeye çağıran tam sayfa ilanlar yayınlattı. İlanlarda Dışişleri Bakanı Condoleza Rice’ın, tarihçilerin Ermeni soykırımını henüz ciddi biçimde incelememiş olduklarını ima eden –Bu tarihi olaylar tarihçilerin çok ayrıntılı ve ciddi bir incelemesini gerektiriyor, biçimindeki- bir tavsiyesi yer alıyordu. Gephardt’ın ‘yürekten’ ve ‘üstün’ lobicilik çalışmaları sonucunda, önergenin 100’den fazla destekçisi desteklerini çekti ve 106 No.’lu Temsilciler Meclisi Önergesi hiçbir zaman oylamaya sunulmadı.