Burgaz’ı bu kez Burgazlılar anlatıyor

[ A+ ] /[ A- ]

Araştırmacı yazar Robert Schild’in son eseri ‘Canlı Bir Etnografik Müze: Burgazadası’ kitabı Adalı Yayınları’ndan çıktı. Burgaz’da halen yaşayan ya da geçmişte yaşamış olan 80’den fazla kişiyle yapılmış görüşmelerden notların da yer aldığı kitabından yola çıkarak, Agos gazetesinden Ferda Balancar’ın Robert Schild ile dünden bugüne Burgaz’ı ve Burgazlılar üzerine hazırladığı röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

F.B.: Kitapta görüşlerine yer verdiğiniz 80’den fazla kişi Burgaz’ın kendine has, özgün yapısına dair pek çok şey söylüyor. Peki, siz tüm bunları dinledikten sonra bir yazar olarak Burgaz’ı farklı ve özgün kılanın ne ya da neler olduğunu düşünüyorsunuz?

R.S.: Burgazadası’nın her şeyden önce diğer İstanbul Adaları ile bazı benzerlikleri var… Bunun en belirgin olanı, ana karadan bir ‘kaçış’ olanağını sunmasıdır. Bu özelliğini yaz aylarında da yaşayabilirsiniz elbet – özellikle yorucu bir iş gününden sonra; ancak kışın daha da belirginleşiyor bu duygu, hele hafta arası günlerde… Son ofisimde penceremden Kınalıada ve arkasındaki Burgaz Hristo tepesi görünürdü. Bilmem inanabilecek misiniz bana, o görüntü bende her zaman bir özlem uyandırırdı! Ancak salt Burgaz’ın başka özellikleri var. Her şeyden önce, Adalar arasında en az kalabalığı barındıran toprak parçası olması, bunlardan biridir – ancak ona karşılık dört kilisesi, bir sinagogu, bir cemevi ve bir camii vardır; orantısal açıdan dini tapınma mekânları en yoğun olan adadır… Özellikle yaz aylarında, yirmiyi aşkın değişik etnik/dini halk topluluğunu barındırır, sadece 1,5 km kare üzerinde. Aynı çeşitlilik diğer adalarda da yok mudur? Yoktur – oralarda ‘Boğaziçi Germenleri’ olarak da anılan ‘yerli Almanlar’, Avusturyalı papaz ve rahibeler bulunmaz; Karay Yahudilerine de pek rastlanmaz veya Hollandalı görsel sanatçılara… Ve üstüne üstlük, söyleşi yaptığım bir dostumun büyükbabasından aktardığı şu sözü de başka adalar için hiç duymadım: “Burgaz, UHU gibidir – bir yazını orada geçirdin mi, kopamazsın.” Keza, “Burgaz’dan gelin verilmez, damat alınır!” ve ‘Burgaz Cumhuriyeti’ sözlerinde de derin anlamlar vardır.

Ne mutlu bize ki, Burgaz diğer İstanbul Adaları’nın bir çeşit ‘gölgesinde’ kalıyor: Hele hafta sonlarındaki aşırı kalabalık vapurlardan, doğal bir kumsalı olan Kınalı’da çok kişi iner di, denizimiz ‘salya’lanmadan önce. Geride kalanlar için Heybeliada ve Büyükada hedef sayılır; Burgaz’da ise sadece orada oturanlar ile bazı özelliklerini bilenler iner, bir bölümü ise –başta akşam saatlerinde– restoranlara akın etmek için…

Burgaz’da Alman ve Avusturyalı ailelerin tarihsel-kültürel varlığı sanıyorum Burgazlılar dışında pek az kişinin bildiği bir konu. Onların hikâyeleri başlı başına bir kitap olmayı bile hak ediyor. Özellikle 1944’te Almanların ve Avusturyalıların Anadolu içlerinde kurulan toplama kamplarına sürgün edildiği satır aralarında geçiyor. Bunu biraz açar mısınız?

Çok haklısınız – bu konu ayrı bir incelemeyi, başlı başına bir kitap olmayı hak ediyor elbette. Benim bildiğim kadarıyla, 1990’lı yıllarda yazdığı doktora tezini ‘Deutschsein in Istanbul’ (İstanbul’da Alman Olmak) adıyla kitaplaştıran Anne Dietrich, bu konuya da ayrıntılı biçimde parmak basıyor. Halk dilinde ‘Boğaziçi Germenleri’ olarak bilinen Almanlar, dedeleri 1850’lerde özellikle yapı zanaatkârları olarak Türkiye’ye gelmiş ve o günden bugüne genellikle aralarında evlenmiş, bir bölümü bugün T.C. vatandaşı dahi olan kişlerdir. Bunlara değişik, çoğu kez ticari, kısmen de askeri nedenlerle Türkiye’ye göç etmiş olan Avusturyalıların çocuk veya torunları da ilave edildiğinde, dahası 1900’lü yıllar dolaylarında Burgazada’ya yerleşmiş olan Avusturyalı papaz, öğretmen ve rahibelerin halefleri olanlar da katıldığında, eskiden birkaç yüzü bulan bu toplum, Burgaz’da günümüzde 30-40 kişidir.

Toplama kampı olayına gelince; İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Almanya’ya harp ilan ettiğinde, orada yaşamakta olan tüm Alman ve Avusturyalıları ya ülkelerine geri göndermiş ya da Çorum, Yozgat ve Kırşehir’e sürgüne göndermişti. Oralarda bildiğim kadarıyla bir yıl kadar kalıp, daha sonra serbest bırakıldılar ve bir bölümü yeniden Burgaz’da yazlıkçı oldular. Bu konuda da (maalesef sadece Almanca olarak) ilginç bir anı kitabı var: Rahip Siegfried Pruczsinsky’nin “Verbannt nach Anatolien” (Anadolu’da Sürgün) başlıklı kitabı…

‘Gastronomik Burgaz’ ifadesi kitapta farklı görüşmeciler tarafından dikkat çekilen bir ifade. Gastronomik Burgaz nedir? Dahası buna genellikle pejoratif bir anlam yükleniyor. Bunu Burgaz’a ve Burgazlılara olumlu katkıda bulunabilecek bir olgu haline getirmek mümkün mü? Mümkünse nasıl olabilir?

‘Gastronomik Burgaz’ aslında bana ait, yarı ironik bir tanımlamadır. Kitabın bir yerinde, Ada’daki restoranlarının gelişimini kendimce üç ana evreye ayırdım ki, bunları Rumların (ve kısmen Ermenilerin) öncülüğündeki 1974 öncesi ‘otantik’ dönemi, ‘tepsi mezeciliği’nin hakim olduğu 1974-2000 dönemi ve 2000’li yıllarda daha çok Fincan Meyhane’sinin başlattığı ‘özgün meze’ dönemi olarak adlandırmamız mümkün…

Bunların hepsi çok güzel(di) – ne var ki, restoranlarımız da ‘elden gitti’! Asıl işi gömlekçilik olduğu söylenen, daha sonra mezeciliğe dönen bir vatandaş, bundan 20 yıl kadar önce Burgaz’da bir meyhane açtı. Bir-iki köşe yazarını da tanımasıyla, bu yer birden çok popülerleşti, ana karadan akın akın gelenler oldu. Hoş, orada yer bulmadıklarında komsu restoranlara da gitmeye başladılar, derken bazı kahvehaneler restorana çevirildi!.. Ülkemizde belirli bir okur çevresi olan bir gastronomi yazarı ise başka bir meyhaneyi övünce, halk daha da çok benimsemeye başladı kıyı şeridindeki bu restoranları. Bunu anlamak güç değil – özellikle Anadolu yakasında oturanlar, yolcu motorlarıyla 45 dakikada Burgaz’dadır ve motordan indiklerinde iki ile yirmi iki adım arası uzaklıktaki masaların başına oturabiliyorlar… Ancak ne yazık ki, bu talep karşısında fiyatlar tavan yaptı, masalar yolu kapatarak neredeyse denize kadar uzatıldı ve Adalı halkın –özellikle hafta sonlarında– artık dışarıda yemek yemesi hayal oldu. – Kimi Adalı dostlarımıza göre ‘vahşi kapitalizm’in bir diğer ürünü olan bu olgunun Ada halkına olumlu bir çehre kazandırması pek olası görünmüyor…

2003 orman yangınının Burgaz için ‘6-7 Eylül 1955 Pogromu’ ya da ‘1964 Sürgünü’ gibi tarihsel bir kırılma olduğunu hem siz hem de bazı görüşmeciler belirtiyorsunuz. Bunu açar mısınız? 2003 orman yangını sonrası Burgaz’da ne değişti?

2003 orman yangını Burgazadası için muhakkak çok önemli bir olaydı, derin izler bırakan doğal bir felakettir, ancak 1955 Pogromu, 1964 Sürgünü ve 1974 Kıbrıs Savaşı ağırlığındaki bir kırılma noktası değildir… Bu üç olayda yüzlerce, binlerce Rum dostumuz Türkiye’yi ve tabii ki Burgazada’yı da geri dönmemek üzere terk ettiler; Ada’nın demografisi değişti, sosyo-kültürel yaşamı önemli çapta farklılaştı. – 2003 orman yangını sonrasında Burgaz’ın bitki örtüsü cılızlaştı, kuşlar Ada’dan çekildi ve Ada’nın orman güzelliği önemli çapta yara aldı – ancak toplumsal açıdan bir farklılık görmüyorum. Onun yerine 1999 depremi daha derin izler bıraktı diyebilirim. Adalardaki gayrımenkul piyasasının düşüş göstermesi bir yana, bazı yazlıkçı aileler Burgaz’a artık gelmemeye başladı ve birtakım dostluklar sürdürülemedi belki de… Umarım, Marmara Denizi’nin bu denli kirlenmesi, benzer çekilmelere yol açmaz.

Günümüze gelecek olursak, Burgaz için neler yapılması gerekiyor? Kitapta yer yer vurgulanan “adanın böyle kalması için uğraş veren insanlar”ın uğraşlarının amacına ulaşması için neler öneriyorsunuz?

Sait Faik’in Adası olarak bilinen Burgazada’da sanatın yeniden yeşermesini sağlamak gerekiyor öncelikle. Bakınız, son yıllarda buraya yaz-kış yerleşmiş olan kimi entelektüel gençler biliyorum. Hatta onlardan biri, bundan birkaç yıl önce ‘Burgazadası Sokak Festivali’ gibi bir şeyler kotarmaya başlamaştı ancak gerisi gel(e)medi. Bu konuda Belediye, Muhtarlık ve Cemevi ile işbirliği yapılmalı, örneğin Cemevi Bahçesi’nde felsefe matineleri, Aya Nikola Bahçesi’nde küçük konserler ve Cennet Bahçesi’nde açık hava tiyatro gösterileri düzenlenebilir. Birkaç yıl önce Adalar Su Sporları Kulübü’nde bir yaylı çalgılar üçlüsüne denize nazır bir konser verdirmiştim ve bu etkinlik büyük rağbet görmüştü – bunun benzeri yinelenebilir belki… Bunun yanı sıra restoranlara çeki-düzen verilmeli, masaların yollara taşması engellenmelidir. Ayda bir gün ‘Burgazlılar biz bize’ adı altında, tüm restoranların katılacağı ve sadece Adalılara ait yemek şölenleri düzenlenebilir. Her yaz bir kez ‘Tanrıların Evleri’ adı altında bir ibadet yerleri turu yapılabilir. Konu çok – yeter ki, bunları sağlayan bir komite kurulsun ve Belediye’den destek alınsın…

Kaynak: Agos