Olağan olmayan öyküler: Ailem Sahakyan

[ A+ ] /[ A- ]

Erdil Onur Kocatürk, Samatyalı genç bir yönetmen. Halihazırda İstanbul Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümü öğrenciliği devam ediyor. Kocatürk, 2017 yılında Samatya’da yaşayanların hikâyelerine odaklanmaya başlıyor. Böylece uzun bir belgeselin parçalarını oluşturan “Mahallem Samatya” video projesi ortaya çıkıyor. Son derece kısıtlı imkânlarla yola çıkarak, bu “tuhaf” insanların, sıra dışı Samatyalıların hikâyelerini kayıt altına alıyor. Böylece benzer yaşam koşullarının, aynı dünya ağrısının girdabında dönen bir grup mahallelinin hikâyesini anlatmaya başlıyor. Onlar ki hayatın uğultusuna rağmen onu bir yerinden yakalamış, oraya sıkı sıkı tutunmuş insanlar. Kimler kimler yok ki… Bir Vedat Türkali kahramanından eksik hiçbir yanı olmayan, entelektüel kahveci Varujan’dan Kazlıçeşme deri fabrikasının 70’li yıllardaki işçi temsilcisi Seyithan’a; eski İstanbul kibarı, alkolik, Ringo Celal’den mahallenin “Atlı Gringo”su Aktör Cengiz’e; Samatya’nın hanım hanımcık “genç kızlar” ı Peruz ve Gülsema’dan Kuşçu Lelo’ya… Hepsi bir arada güzel, hepsi Samatya’da anlamlı…

Çoktandır unuttuğumuz kapı önü akşamlarını mı hatırlatmazlar, alıp başını gitmeyi mi… Videolar boyunca kahveler, meydanlar, avlular adı konmamış bir kendi hâlindelik içinde. Evet, mahallenin bir karmaşası var, bu belli! Fakat rahatsız etmiyor. Uzun bir yolda küçülmüş gölgenizle karşılaşmak gibi bir his bırakıp geçiyor.

‘Mahallem Samatya’

Erdil Onur Kocatürk, bu insanları ucundan kıyısından yakalamayı başarmış: “Samatyalı’yım… Aile büyüklerim İstanbullu değil fakat mademki Fatih doğumluyum, Samatyalı’yım demektir. Çocukluğumda, ilk gençliğimde ne kadar özgün, ne kadar anlamlı bir mahallede yaşadığımın farkında değildim. Örneğin Ermeni komşularımız vardı ama kayda değer bir diyaloğumuz yoktu. Gerçi şu da var, 2007 yılında Hrant Dink öldürüldüğü zaman, babam beni elimden tutup, Agos binasına götürdü. Babam bu mahallenin insanı, Sümbülefendi Camii’nin yakınında bir büfe işletirdi. Annem de akademisyendir. Onlar bu çeşitliliğin farkındaydı ama ev içinde buna dair bir sohbetimiz olmazdı. Ne zaman ki lisede arkadaşlarımın evine gidip gelmeye başladım, o zaman bazı şeyler dikkatimi çekmeye başladı. Örneğin biz ‘Selma teyze’ derdik, eşi dostu gelince ona ‘Vartuhi’ diye seslenirdi. Böyle böyle, mahalleme yeni bir gözle bakmaya başladım. Komşularımın anılarını, tanıklıklarını ve hatıralarını dinleyerek kayıt altına aldım. Her insan beni başka bir insana yönlendirdi. Onlar da destek oldular, sorularımı samimiyetle yanıtladılar”.

“Mahallem Samatya”, Demirci İbo’nun hikâyesi ile başlıyor: “Demirci İbo, muavinlik, kaynakçılık vs. yaptıktan sonra 1973 senesinden itibaren Samatya’da demirciliğe başlamış. Mahallenin acı tatlı pek çok hatırasının tanığıdır. Kancalar, çekiçler, presler, zincirlerle dolu dükkânın bir köşesinden horozlar, tavuklar çıkar, diğer köşesinden bir sarmaşık tırmanır… Canı isterse hoşsohbet bir keyif adamına dönüşür! O gün demir dövmüyorsa, dükkânın arkasında arkadaşlarına mangalda köfte pişiriyordur. Bir gün yine böyle oturuyorlarmış, rakı da açmışlar. Sıkıyönetim zamanları… Askerler dükkâna girip etrafı aramaya başlamış. İbo ağabey de onlara rakı ikram etmiş. Askerlerden biri ikramı kabul etmiş, içmeye başlamış. Onu aralarına almışlar. Asker memleketini anlattıkça ağlamış, ağladıkça içmiş… Demirci İbo ile uzun uzun sohbet etmişler. Böyle de hâlden anlayan bir ağabeyimizdir”.

Demirci İbo da, dükkânı da yerinde duruyor. Şanslıysanız rakısından da içersiniz. Rakı demişken…. Ne diyordu Ringo Celal, “Zamlar bizi etkilemez. İmalatı kendimiz yapıyoruz. Hepimiz kimya mühendisi olduk”. Onur, Ringo Celal’i belgeselin en “özgün” kişiliği diye anlatıyor: “Ringo ağabeyimiz, eski İstanbullu (Atik Ali Mahallesi) bir ailenin oğlu. Gençliğinde Samatyalı bir Ermeni kızını sevmiş, din ve milliyet farkından dolayı evliliklerine karşı çıkmışlar. O da bir nevi Samatya’ya küsmüş. Sık sık Bakırköy’e gider olmuş. Orada da sevilir sayılır. Gençliğinde bir giydiğini bir daha giymeyen, son derece şık bir delikanlıymış. Osmanlı kültürü ile yetiştirildiğini her fırsatta gururla söyler. Şimdilerde ‘geniş çevre’si sayesinde yaşıyor. Onu Narlıkapı sur diplerinde ya da istasyon boyunca demlenirken görebilirsiniz. Uzun zamandır rastlamıyorum, umarım başına bir şey gelmemiştir”.

Samatya’nın Ringo Celal’ine alkolik dediğimize bakmayın! Bilinen anlamda bir ayyaşlık değil onunki. Güngörmüş bir serserilik! Anneannesi İstanbul hanımefendisi, dedesi saygıdeğer bir hoca. İçine doğduğu kültürün bu çağda, bu toplumda bir karşılığının kalmadığını hepimizden iyi biliyor. Kazanamayacağı savaşa girmeyi reddediyor. Ayakta kalması yeter de artar! Öyle ya, “Aylaklık ciddi bir müessesedir”, bu müessesenin de kendine göre bir sistemi vardır. Hem kaçımızın Ringo Celal’inki gibi dara düştüğümüzde koşacak “geniş bir çevre”si var? Bir düşünün. Canınız tütün mü çekti yoksa? Onun da kolayı vardı, yolunuzu Varujan’ın kahvesine düşürmeniz yeterliydi. Dükkanın önünde muhakkak tütün saran birilerine rastlar, çayınızı da Varujan’ın kahvesinde içebilirdiniz. Ne yazık ki, Samatya’da hemen herkesin tanıdığı Varujan ağabeyin kahvesi artık yok. Kocatürk, çok sevdiği bu mekânı kayıt altına aldığı için çok mutlu: “Varujan ağabeyin kahvesi Samatya’nın gayriresmi kültür merkeziydi. Kendisi Sivas, Ulaşlı’dır. Samatya’ya küçüklüğünde gelmiş ama hâlâ ‘Sivaslı’yım’ der. Mahallemizle ilgili her türlü belgesel, sözlü tarih çalışması vs.de onu görebilirsiniz. Kadrolu elemandır. Tarih bilgisi ile dudak uçuklatır. Ben çekim için dükkanına girip, müdavimi oldum. O güne kadar bana böyle bir mekânın varlığından söz etseler, ‘Hadi canım, o kadar da değil. Abartmayın!’ derdim. Akademisyen de gelir, sarhoş da… Son kitabı matbaadan henüz gelmiş bir yazarın sevincini de paylaşabilirsiniz, evsiz bir insanın derdini de. Gazetecilerin, edebiyatçıların, üniversite öğrencilerinin, sıradan vatandaşın bir araya gelip, tavla attığı, sohbet ettiği bir yerdi. Entelektüel paylaşımlarda bulunulurdu. Varujan ağabey maalesef bu efsanevi dükkanı kapatmak zorunda kaldı. Son çekimi biz yaptık. Umarım sağlığını ve bütçesini toparlar, yeni bir yer açar”. Ben de Samatya Sahaf Devrim sayesinde Varujan ağabeyin çayını içmiş şanslı insanlardanım. Dilerim en kısa sürede kendisini toparlar. Varujan’sız bir Samatya çok eksik kalır.

Onur Kocatürk, bu insanları kayıt altına alarak, aslında sokağın belleğini görselleştiriyor. Bu belleğin içini insanların özgün yaşamlarıyla, onları anlamlı yapan ilişkileriyle doldurarak tarihselleştiriyor: “Bazı popüler dergilerde sokak çok övülüyor. Son yılların edebiyat ortamında sokağa çok atıf yapılıyor, “şiirsokakta”, “Sokağa Taşan Öykü” vb. Ben toplumsal hayatta bunun bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. O yayıncıların, şairlerin, yazarların sokakla bir bağ kurabildiğine inanmıyorum. Popülist bir yaklaşım olarak algılıyorum. Poster, kapak düzeyinde bir ‘meta’ olarak sokak satıyorlar. Sokaklarımız, semtlerimiz ‘soylulaştırma projeleri’ne kurban ediliyor. Önce ‘Polis bile giremiyor oraya’ diye bir laf dolaşıyor, hikâyenin sonunda polisin girmediği yere vinçler giriyor! Bu projeyi anlamak için ilk olarak kentsel dönüşüme zemin hazırlayan süreci, aşamaları ile birlikte kavramak gerekiyor. Videolara başlamadan önce Samatya’da Kilise Altı Sokak diye bir yer olduğunu bilmezdim. O sokağı kazandım! Derme-çatma evlerle dolu bir sokaktır. Peruz ve Gülsema teyzelerle konuşmak için gitmiştim. Bir anda sokağın insanı olup çıktım. Gündüz gider, akşam dönersin. Vakit nasıl geçer anlamazsın. Kimisi çay demler, kapı önüne çıkarır, kimisi bezelye ayıklar, bir diğeri eve iş getirmiştir, ahşap cilalıyordur… Yan yana durmayı başarmış insanlar. Ev içleri de birbirine benzer ama bir şey var ki tüm evlerde ortak: ‘Mahallem Samatya’ takvimi! Bunu biz yaptırıp dağıtmıştık. Duvarlarında yer verdiklerine göre onlar da bizi benimsemiş! Geçenlerde de yolum tesadüf eseri Şırlağan Sokak’a düştü. Neşe içinde, çığlık çığlığa çocuklarla dolu bir sokak. Bir kısmı resim yapıyor bir kısmı çuval yarışması… Sokak boyunca sardunyalar… İşte kendiliğinden gelişen bir şenlik ortamı. Ben sokağın, mahallenin potansiyelini Kocamustafapaşa Dayanışması zamanlarında fark ettim. Bir araya gelirsek neler yapabileceğimizi anladım. Samatyalı’nın yan yana geldiğinde yapabileceği şey, İstanbul’un bazı kültür-sanat çevrelerinin dayattığı tek boyutlu kültürden çok daha fazlası! Ermeni komşularımız o kadar yetenekli ki onlar işin içine dahil olunca zaten müthiş yol katediyorsun. Yaptığın her işe tarihsel bir boyut kazandırıyorsun. Lütfen şu yanlış anlaşılmasın. ‘Bakın burada Ermeniler var’ diyerek bunu öne çıkartmak istemiyorum. Bu çok tehlikeli bir zihniyete hizmet eder, farkındayım. Biz burada her şeye rağmen yan yana duruyoruz. Bu, ‘rağmen’ bir olağanlık! Beraber ürettiğimiz ne varsa bizi psikolojik ve ekonomik yalnızlıktan kurtarıyor”.

Erdil Onur Kocatürk’ün Samatya’sında insanlar hayatı olduğu gibi kabul etmekte ustalaşıyor. Bu doğallık ister istemez birlikte üretmeyi, birlikte yaratmayı beraberinde getiriyor. Kocatürk’ün son çalışması ”Ailem Sahakyan: Samatya Sahakyan Korosu” belgeseli de bu birlikteliğin somut örneği.

‘Ailem Sahakyan’

Fikir, Varujan ağabeyin kahvesinde otururken ortaya çıkmış. Koro üyeleri bunca yıldır kimse kapılarını çalmamışken Kocatürk’ü karşılarında görünce “Bu hevesli delikanlı da kim acaba?” diye merak etmişler. Kocatürk, heyecanla anlatıyor: “Varujan ağabeyin çay ocağında yaptığımız sohbetlerde, kilise korosundan bahseden Aram Nalçacıyan ağabey sayesinde Sahakyan Korosu’ndan haberdar oldum. Aslında en başta amacımız, İstanbul Üniversitesi’nden hocam, belgeselimizin danışmanı Dr. Selçuk Gürsoy ile Aram ağabeyin belgeselini çekmekti. Aram abi uzun süre direnmesine rağmen sonunda Surp Pırgıç Ermeni Hastanesi yaşlı bakım evine gitmeye razı olmuştu. Evini boşaltıp, eşyalarını dağıtması gerekiyordu. Uzun yıllar önce İsviçre’den aldığını söylediği el yapımı, çok değerli bir gitarı vardı. İşte o gitarı Selçuk hocaya emanet etmişti. Selçuk hoca da Samatyalı’dır. Ben kendisiyle Varujan ağabeyin çay ocağında tanıştım. Bu gitar meselesini duyunca, ‘Bunun bir belgeselini yapabilir miyiz?’ diye kendisini aradım. Fakat bu hedefimiz, teknik birtakım engellere takıldı ve gerçekleştirilemedi. Biz de daha sonrasında, Aram ağabeyin dilinden düşürmediği Sahakyan Korosu’nun hikâyesini araştırmaya ve belgelemeye karar verdik”.

Koro üyeleri de Kocatürk ve ekibini oldukça güzel karşılamış, desteklerini esirgememiş: “Koro ile yaptığım çekimlerde Patrikhane’den aldığım iznin ötesinde, insanlarla kısa sürede çok değerli bağlar kurdum. Özel günlerden, pazar ayinlerine, başka kiliselerdeki okumalardan, bayramlara tüm ritüelleri takip ederken ister istemez o ailenin-koronun bir parçası haline geldim. Hatta çekimlerden önce koro ile ilgili araştırmalar yaparken, Sahakyan Korusu’nun Dame de Sion Okulu’nda verdiği bir konser kaydına ulaştım. Ğugas Arzuman’ı ilk defa o kayıtta gördüm. Onun olduğu bölümü o kadar çok dinledim ki şarkıdan biraz mırıldansa eşlik edebilecek düzeydeydim. Belgesel çekim sürecinde beni gerçekten sevgiyle, saygıyla kucakladılar. Koristler, kilise görevlileri, koro şefi Sevan Agoşyan ve diğerleri çekimlerin doğal akış içerisinde gerçekleşmesi ve yaşanabilecek tüm aksaklıkların ortadan kaldırılabilmesi için ellerinden geleni yaptılar. Beni desteklediklerini hissettirdiler. Sahakyan Korosu’nun 1703’ten günümüze uzanan sesini, soluğunu, müziğini hissetmek, prova ve konser süreçlerini yaşamak muazzam keyifli bir süreçti. Belgeselle ilgili çalışmalarım Eylül 2019’da başladı. Son çekimleri yaptığımız 2020 Ocak ayında ise, ‘Belgesel bittikten sonra da arada provalara gidebilir miyim acaba?’ diye düşünür bir vaziyette buldum kendimi”.

Hayatın karmaşık sokaklarında yolunuzu kaybedersiniz, “Mahallem Samatya”ya uğrayın. Bir çıkış bulabilirsiniz. Olur ya, belki de yolunuzu tümüyle yitirmek istiyorsunuzdur… O zaman Sur diplerinden yürüyün. Bir yağmur sizi dağıtacak!