Agop’tan Artin’e: Sinemamızın Ermeni karakterleri

[ A+ ] /[ A- ]

Rıza Oylum

Sinema sektörümüz, başlangıcından gelişime dönemine kadar azınlıkların oldukça yoğun olarak yer aldıkları bir sektördü. Hem oyuncu olarak hem de kamera arkasında çok sayıda azınlık yurttaş, ulusal sinemanın inşa sürecinde benzersiz katkılar yaptılar. Ne var ki azınlıkların sinemaya yaptıkları bu katkı, onların varlıklarını ifade edebildikleri, kamera önünde kimlikleriyle var oldukları bir ortama zemin hazırlamadı. Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler çoğu zaman küçük tiplemeler olarak karşımıza çıktılar. Ancak bazı filmlerin önemli bir noktasında karşımızda belirebiliyorlardı. Üç yazılık bir seri olarak sinemamızda tiplemeden karaktere kadar Rum, Yahudi ve Ermenilerin varlığının izini süreceğim. İlk olarak bu yazıda sinemada karşımıza çıkan Ermeni karakterleri inceleyeceğim.

Sinemanın henüz emekleme devrinden başlayarak Ermeni tiplemelere rastlamak olasıdır. 1940 yapımı Akasya Palas ve aynı yıl Faruk Kenç’in yönettiği “Yılmaz Ali” filmleri bu duruma örnek sayılabilir. 1949 yapımı “Efsuncu Baba” filmini de bu listeye eklemeliyiz. “Efsuncu Baba” filmini Âgah Özgüç, “Büyücülüğe inanıp define arayan bir babayla, kızına âşık olan bir Ermeni gencinin öyküsü.” (1) olarak tanıtır. Film günümüze ulaşmadı ancak Ermeni oyuncu Nubar Terziyan’ın ilk filmi olarak kayıtlara geçti. 1950’llerin ikinci yarısından sonra zamanla kitlesel göçlerin de başlamasıyla, azınlık figürleri giderek tipleme düzeyinin ötesine geçemeyen rollerde karşımıza çıkmaya başladılar. Tüccar, meyhaneci, güzelliğini sergileyen bir kadın ya da yaşı geçkin bir hizmetçi olabiliyorlardı.

Memdüh Ün’ün Artin’i

1950’lerin sonuna gelindiğinde Memduh Ün, “Üç Arkadaş” (1958) filmiyle benzerine az rastlanacak bir yapım ortaya koydu. Üç yoksul gencin İstanbul’da tutunma mücadelesini anlatan yapım, Murat (Fikret Hakan), Mıstık (Semih Sezerli) ve Artin’in (Salih Tozan) kardeşlik düzeyindeki dostluğuyla kozmopolit İstanbul’un olanca zenginliğini gözler önüne serer. Tavşanlara niyet çektiren Murat, fotoğrafçı Artin ve ayakkabı boyacısı Mıstık’ın yoksulluğa yenilmeyen dostluklarının anlatıldığı filmde, yönetmen, Artin karakterinin Ermeniliğine vurgu yapmaz. Ancak Artin karakteri hem kıyafetlerindeki titizliğiyle, arkadaşlarından daha eski bir İstanbullu olduğunu resmeder hem de dilindeki kırık Türkçeyle Ermeni olduğunun izlerini gösterir. Yönetmen 1971’de filmi tekrar çektiğinde de karakter zenginliği aynen korur. Memduh Ün, “Üç Arkadaş” filminin karakterlerinin İstanbul’un gerçek kişilerinden hareketle ortaya çıkardığını belirtir:

“Üç Arkadaş filmindeki fotoğrafçı, benim Kumkapı’da oturduğun evin karşısındaki Nişan Efendi’dir. Babam beni ekmek almak için Çemberlitaş fırınına gönderirdi. Oraya gitmek için bazen Nuriosmaniye Cami’nin avlusundan geçerdim. Orada bir niyetçi vardı. Tavşanları, güvercinleri vardı. Üç Arkadaş’taki niyetçi oradaki niyetçidir. ” (2)

Kim Gitsin: Madam Siranuş

1959 yapımı Faruk Kenç’in yönettiği “Ölmeyen Aşk” filminde Türk sinemasında yaygın bir konu karşımıza çıkar: Zengin aileye müzik dersi için giden gencin evin genç kızıyla aşk yaşaması. Fakat sınıfsal farklılıklar bu aşka engeldir. Müzisyen Bülent’in (Efgan Efekan) kaldığı pansiyonda kalan Madam Siranuş, filmdeki mizah unsuru olarak yer alır. Kırık Türkçesi, olduğundan daha genç ve güzel görünme çabaları filmin ana konudan bağımsız yan mizah unsurunu oluşturur. İstanbul’sa hikâyeye katkı sağlamaz. Pansiyon sahibinin Madam Siranuş’a olan tahammülsüzlüğü ve “bıktım artık gitsin bu pansiyondan Siranuş” haykırışları az sayıda kalan Ermeni nüfusuna olan tahammülsüzlüğün simgesel bir fotoğrafı gibidir.

1965 yapımı azınlık karakterin yer aldığı ikinci filmse “Bilen Kazanıyor”’dur. Ufak çaplı dolandırıcılıklar yapan Fıstık (Öztürk Serengil) ve Mıstık’ın (Öztürk Serengil) bir Ermeni kadını kandırmalarının anlatıldığı yapımda; Fıstık, Piliçyan (Mürüvvet Sim) ismindeki Ermeni kadınla Mıstık’ın yardımıyla sahte bir evlilik yapıp birlikte kadının servetini çalarlar.

Aydın Arakon’un yönettiği Özleyiş (1961) filmi midyecilik yaparak geçinen Suna (Belgin Doruk) ve zengin, gözleri görmeyen bestekar Mithat’ın (Muzaffer Tema) aşkını anlatır Film meyhanede başlar. Topladığı midyeleri satmaya çalışan Suna’ya müşterilerin asılmasına engel olan Ermeni meyhaneci Agop (Nubar Terziyan), kesin bir ifade kullanır:

“Agop’un yerinde öyle şey olmaz. ”

Agop sadece ismiyle değil kırık Türkçesiyle de filmde Ermeni olduğunun hatırlatır.

Bir Kırık Bebek’in Artin ustası

Nisan Akman’ın yönettiği Ayşe Kulin’in öyküsünden uyarlanan “Bir Kırık Bebek” (1987), babasının reklam setlerinde ışıkçılık yapmasından ötürü tesadüfen güzelliğiyle keşfedilip kısa sürede giderek meşhur bir mankene dönüşen Gülizar’ın (Hülya Avşar) yaşadığı dönüşümü anlatır. Film Gülizar’ın hikâyesini anlatırken, küçük ama önemli azınlık kültürünü resmeden sahnelerini de izleyicilerine sunar. “Bir Kırık Bebek” (1987), Türk sinemasının az sayıdaki özgün azınlık karakterlerinden biri olan Artin Usta (Orhan Çağman) karakteriyle önemli bir yapımdır.

“Bir Kırık Bebek” (1987) Tarlabaşı’nın dar sokaklarının görüntüsüyle açılır. Artin Usta ve henüz çocuk olan Gülizar’ın el le yürümesiyle başlayan filmde; Tarlabaşı’nın uzun, dar sokaklarında bu ikilinin dolaşmalarına şahit oluruz. İkilinin güven dolu yürüyüşünde kısa süre sonra Tarlabaşı Meryem Ana Süryani Kilisesi karşımıza çıkar. Film daha açılışında İstanbul’un azınlıklarını ve onların mabedini aynı karede buluşturur. Bu bakış açısı; filmin yaklaşımına dair izleyiciye fikir verir. Filmin 2. dakikasında Tophane’ye bağlanan Serdar-ı Ekrem yokuşunun kenarındaki Kırım Kilisesi arkada belirir. Yönetmen birbirlerine uzak mesafelerde olan bu mekânları bir yürüyüş güzergâhındaymışçasına gerçekliği deforme edip göstererek kiliselerin şehre kattığı inanç zenginliğini izleyicilere sunmayı amaçlar. Filmde Artin Usta ve Gülizar’ın ailesi, Kırım Kilisesi’nin karşı sokağında yan yana evlerde otururlar. Böylece film boyunca kilisenin heybetli mimarisi filmde yer almayı sürdürür. Evine gelen Artin Usta, Türk sinemasında karşımıza çıkmayan bir gerçeklikle buluşturur bizi: Yalnız olmayan bir azınlık mensubu. Türk sinemasında belki de ilk defa filmdeki azınlık tek başına kalmamış, bir aile içinde varlığını devam ettirmiştir. Artin’in Madam’ı hasta ve yatalak da olsa, Artin ve Madam kamerada birlikte belirirler. Henüz bir başına değildir ikisi de.

İnanç çeşitliliği filmde fon olmaktan öte bir yerde durur. Filmin daha başında Gülizar, Artin Usta’ya yaşından beklenmeyecek bir merakla sorar:

Gülizar: “Allah sonradan mı ayırır bizi Gavur, Müslüman diye? ”

Artin Usta kısa ama bilgece dinler tarihini özetler gibidir:

Artin Usta: “Dünyada dinler vardır. Bakkal Yannii’nin dini, benim dinim, babanın dini, köşede eskici Mois var ya onun ki, Çinliler, Hintliler… Herkesin dini ayrı ayrıdır. ”

Bu kısa diyalogla film, inanç namına çoğulcu bir anlayışı temsil eden ruhunu bize hissettirir. Üstelik Beyoğlu’nun esnaflarını sayarak bile üç dinin temsilcilerinin sıralanabileceğini görmüş oluruz. Yönetmen filmin başka bir yerindeyse bu zenginliğin yok oluşunu da sohbetlerin kenarına iliştirir:

“İstanbul’u İstanbul yapan azınlıklar çil yavrusu gibi dağıldılar. ”

Artin Usta’nın hasta eşinin yataktayken keman çalmasının gösterildiği sahneyle karşılaştığımızda ise, azınlıkların İstanbul’un içinde yüzyıllardır temsilcisi oldukları Batılı sanat formunun somut halini görmüş oluruz. Artin Usta, eşi ölüp de bir Türk sineması klasiği olarak yalnız bir Ermeni’ye dönüştüğündeyse, film başka bir bulunması zor sahneyi izleyicilerine sunmuş olur: Kilisede Ermeni cenaze töreni. Artin Usta, eşine kilisede cenaze törenine katılan Gülizar’ın göçmen ailesiyle birlikte vedalaşacaktır. Film; bu farklılıkları alaşağı eden komşuluk ilişkisiyle İstanbul’un geçmiş günlerine nostaljik bir selam gönderir gibidir.

Nubar, sen Ermeni değil misin?

Yavuz Turgul, filmlerinde adeta bir sosyoloji dersi verirken İstanbul’un kadim yerleşikleri olan azınlıklar da hikayelerinin temel dayanakları arasında ısrarlı ama göze batmayacak bir üslupla yer aldılar. “Muhsin Bey”, “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”, “Gölge Oyunu”, “Eşkıya” ve “Gönül Yarası” filmlerinde azınlık unsurları karşımıza çıkar. “Muhsin Bey” (1987) yeni dönemin ruhuyla İstanbul’un geleneksel dinamiklerinin son karşılaşmaları gibidir. Muhsin Bey’in oturduğu yapının sahibi Madam ise filmdeki gayrimüslim olarak karşımıza çıkar. Çoğu Yeşilçam filminde olduğu gibi yalnız, yaşlı ve mülk sahibidir. Muhsin Bey’in 10 yıldır çözüm bulamadığı diş ağrısı da Madam’ın dişçisi Ermeni Kirkor Atamyan’ın marifetiyle giderilir. Ermeni dişçiyi sadece dışardan, evinin penceresindeki halini görürüz. Adeta şehirdeki azınlıklar gibi yok sayılan ama hayati önemdeki meslekleri icra eden, hayatı kolaylaştıran hallerinin simgesel hali gibidir. 10 yıllık ağrıyı sonlandırsa da yüzünü karanlıkta seçemeyiz.

“Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” (1990) filminde yönetmen Beyoğlu’nu fon olarak kullanmaya devam eder. Bu kez karşımıza eski zamanın kitlesel sinemasına hizmet eden gözden düşmüş bir yönetmenin yeni dönemin yükselen trendlerine uygun bir film çekmeye çalışmasıyla yaşadıkları anlatılır. Türk sinemasının bütün tarihine ince ve ironik bir selam yollayan film, sinemamızdaki azınlıkların varlığını da hatırlatmaktan geri durmaz.

Haşmet Asilkan (Şener Şen): “Nubar, sen Ermeni değil misin? ”

Nubar Terziyan: “Ermeniyim. ”

Haşmet Asilkan: “Namazda ne işin var? ”

Nubar Terziyan: “Napayım, cemaat o kadar az ki, adama ayıp olacak. ”

Nubar Terziyan ilk filmi 1949 yapımı “Efsuncu Baba”‘da bir Ermeni gencini canlandırmıştı. 400’den fazla filmde bir iki azınlık mensubu meyhaneci rolünün dışında çoğunlukla Müslüman, Türk ve iyi aile babası rolleriyle toplumda yer etmişti. Yönetmen, Terziyan’ın ölmeden önceki son filminde ona kendisini oynama fırsatı vererek Ermeniliğini ona tekrar hediye eder. Terziyan ilk ve son filminde gerçek kimliğiyle yer almış olur.

“Gönül Yarası” (2004), Yavuz Turgul’un mülk sahibi azınlık karakterlerinin son halkasını bünyesinde taşır. Bu kez mekân kadim Ermeni semtlerinden biri olan Samatya’dır. Baş karakter; “Muhsin Bey” ve “Gölge Oyunu”’nda olduğu gibi yine bir azınlık mensubu kadının evinde konaklayacaktır. Ancak yılların 2000’leri göstermesinden sebep yaşlı azınlıkların artık yaşadığı değil öldüğü ya da yurtdışına göçtüğü bir dönemdeyizdir.

Takoz: “Agavni teyzeyi hatırlarsın. ”

Nazım: “Agavni teyzeyi nasıl unuturum?”

Takoz: “Toprağı bol olsun geçen ay öldü teyzemiz. Yeğeni Krikor’u da hatırlarsın, geçen ay

Paris‟ten geldi evi satmak için. Krikor evi satamadı dönmesi gerekiyordu evi eşyalarıyla kiraya vermek mecburiyetinde kalınca…”

Nazım eve yerleştiğinde sadece kitaplarını bir köşeye koyup, öğrencilerinin resimlerini duvara asmakla yetinir. Agavni teyzenin ruhunun yaşamaya devam ettiği evine adeta ev arkadaşı olurcasına dahil olur. Fotoğraflar duvarda, Nazım öğretmenin uyuduğu yatağın başında duran haç yerli yerinde durmaya devam ediyordur. Yönetmen, azınlıklar gitse de onların şehir hayatına kattığı zenginliğin farkındalığıyla en azından kurguladığı filminde onlara saygı ve içten bir selam yolluyor gibidir.

1999’da Giritlioğlu tarafından çekilen “Salkım Hanımın Taneleri” bu süreci anlatan bir filmdi. Filmde kumaş dükkânı sahibi Levon (Uğur Polat) ve onun psikolojik travmalar yaşayan kardeşi Nora (Hülya Avşar) filmin Ermeni karakterleriydiler.

Rüzgarın Hatıraları: Bütün Aramlardan bir demet

Özcan Alper’in üçüncü uzun metraj filmi “Rüzgârın Hatıraları” (2015), bizi 1940’ların İstanbul’unda başlayan bir hikâyeye götürür. 2. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’deki iktidarın Alman yanlısı olması, sol fikirli aydınların üstünde bir baskı unsuruna dönüşür. Bu durumun yarattığı etkiyle Ermeni ve muhalif gazeteci yazar Aram’ın (Onur Saylak) Varlık Vergisi borcuyla birlikte arananlar listesine dahil olmasından sonra İstanbul’dan Sovyet Gürcistanı’na gitmeye çalışmasını izleriz. Yönetmen filmde birden çok karakter ve olaydan beslenip yeni bir gerçeklik yarattığını söyler:

“Biz Aram diye 1940’lar Türkiye’sinden bir karakterin hikâyesini anlatıyoruz ama bu karakterin şekillenmesinde Walter Benjamin’in de etkisi var mesela. Ya da işte Stefan Zweig bir taraftan ruh hali olarak seni etkiliyor. Çizimlerde mesela Kathe Kollwitz’i örnek aldık. Aram Pehlivanyan diye İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye Komünist Partili bir şair var. Öbür taraftan Aram Kandanyan da var, onun çocukluğundan esinlendik. Sonra, Vedat Türkali’nin özellikle ‘Güven’ romanı o dönemin benim kafamda daha iyi canlanmasını sağladı.”

Sinemacılar, Ermenileri erkekse çoğu zaman yaşlı bir meyhaneci, kadınsa yaşlı ve yalnız bir ev sahibi olarak görmeyi uygun buldu. Ancak bazı spesifik örneklerde olduğu gibi karakter boyutunda sinemada Ermenilere rastlayabildik. Ancak hâlâ Ermenilerin Anadolu’daki zengin üretimleri, yaşadıkları trajediler ve özgün kişileri sinemada karşılık bulmayı bekliyor.

Kaynaklar

Kitaplar

Haz Akpınar Ertekin, 10 Yönetmen ve Türk Sineması, Agora Kitaplığı, İstanbul,

Özgüç Âgah, Türk Filmleri Sözlüğü 1. Cilt, Sesam Yayınları İstanbul, 1998

Dergiler

Çiftçi, A. ve Yücel, F. Devam Eden Geçmiş. Altyazı Dergisi, 2015, S.156, s.37.

Dipnotlar

1. Özgüç Âgah, Türk Filmleri Sözlüğü 1. Cilt, Sesam Yayınları İstanbul, 1998 syf. 55.

2. Haz Akpınar Ertekin, 10 Yönetmen ve Türk Sineması, Agora Kitaplığı, İstanbul, syf. 36

Kaynak: Gazetede Duvar