Erivan’daki Türk’den Hrant’a Mektup

[ A+ ] /[ A- ]

DSC_0182

Meltem Naz Kaşo

Sevgili Hrant,

Ekim ayının sonunda İstanbul’un en süslü semtlerinden Nişantaşı’ndan, Erivan’ın yağmur yağdığında göle dönen yoksul bir sokağına taşındım. Valikonağı Caddesi’nde yaşarken marka giyinmiş makyajlı kadınlarının topuklu ayakkabıları kaldırıma değdiğinde çıkan sesi işitirdim. Şimdi paslı çöp konteynırlarının altına saklanan sıçanların ciyaklamalarını duyuyorum.

Erivan’a seni temsilen, sen öldükten sonra kurulan vakfının gönderdiği üç Türk’den biri olarak geldim. Amacımız sınırları aşmak, Ermeniler ile Türkler arasındaki dostluğu alevlendirmekti. Birimize araba çarptı ve öldü. Diğerimiz bu şokun ardından geçici süreliğine İstanbul’a döndü. Ben kaldım. Senin için, seninle devam ediyorum.

Bugün 19 Ocak. Delikli ayakkabını hafızamıza kazıdığın günün ardından sekiz yıl geçmiş. Şehir merkezindeki Alek Manukyan caddesinde yürüyorum. Güneşli bir gün. Kış bitmiş, bahar gelmiş sanki.

Arkadaşım Anna ile buluşup seni anmak için Soykırım Müzesi’nde gidiyoruz. Vardığımızda güneş tepemizde. Üç beş kişi ayrı yerlerde kümelenmiş. İki polis memuru gözlerini yere dikmiş, birbirleriyle konuşuyorlar. Türkiye’deki gibi binlerce kişi toplanmamış. Bu topraklarda seni anmak mahrem.

Etkinliğimizi organize edenlerden biri elinde hazırladığı minik pankartlarla bize doğru yürüyor. Sürdüğü kırmızı ruj alt dişlerini boyamış. Sana da ona da ayıp olmasın diye lafını etmiyorum.

“Unutmayacağız”

“Hrant için adalet”

“Sessiz kalmayacağız” yazıyor senin için hazırlanan pankartlarda.

Fakat pankartlardan birisi vardı ki içimi acıtıyor:

“Affetmeyeceğiz”

Sanki sen yaşıyor olsan, bu laf seni mutlu etmezdi. Çünkü bence senin kocaman kalbin affederdi. Unutmazdı, adalet isterdi ama öç almaz, gücenmezdi. Senin gülümsemen affedici, özgürleştiriciydi. Fakat yine, kırmızı ruj meselesinde olduğu gibi, sustum.

Soykırım müzesinden Erivan’ın merkezindeki opera binasına doğru yürüdük Hrant. Futbol standyumu solumuzda, pembe günbatımında Ağrı dağı sağımızda kaldı. Bir köprüden geçtik. Noy vodka fabrikasını arkamızda bıraktık. Bir yanımda güzeller güzeli yirmi iki yaşındaki Ermeni gazeteci Siran vardı. Bana İtalya’ya gittiğinde Türk arkadaşlar edindiğini söyledi. Diğer yanımdaysa Ermenistan’daki Yezidiler ile kültürel çalışmalar yapan Siirtli Kürt Osman vardı. “Irk önemli değil; mühim olan insanlık diyordu.” Elinde senin fotoğrafını taşıyordu. Onları geçip, Fransa’da doğmuş İstanbul Ermenisi Alexis ile tanıştım. Görsen, künefe, kebap hastası. “Benim köküm, can suyum, toprağım Anadolu” diyor Fransız aksanlı bir Türkçe ile. Ona göre Ermeniler ile Türkler et ile tırnak gibi. Bir de, inanmayacaksın ama, Hamburg’dan gelip şakır şakır Ermenice öğrenmiş doktora öğrencisi David ile konuştum. David’in maşallahı var! Türkçe’yi de anadili gibi öğrenmiş. “Leylek beni Anadolu’ya taşıyacakken Almanya’da düşürüvermiş” diyor. Her birini tek tek tanısan çok severdin. Sırtlarını sıvazlayıp, beraber kahkaha atardın. Ekmeğini bölüşürdün.

Nitekim biz de seni andıktan sonra öyle yaptık, Hrant. Kolay mı? Senin için tüm şehri boydan boya yürüdük. Akşam olduğunda yorulduk. Üşüdük. Acıktık. Kol kola girip yeşil ışığın yanmasını bekleyemeden caddeyi geçip bir çorbacıya girdik. Saçını örmüş garson kız yemeklerimizi getirince birbirimize afiyet olsun deyip çorbalarımızdan bir kaşık aldık. O an ben seni hiçbir zaman kaybetmeyeceğimizi, bizi birbirimize kazandırdığın sürece var olacağını anladım.

Sevgiyle kal…