2009 Emirgan’ından 1909 Adana’sına: Sis’e, Darson’a, Haçin’e Bakmak – 2

[ A+ ] /[ A- ]

Aslı ODMAN
Birikim Dergisi

Bitmeyen ‘İğtişaşlar'[7], ‘Var Olmaya Devam Eden’ Sebepler

‘31 Mart Vakası’nın ardından 1909 Nisan’ında Adana Vilayeti’nde patlak veren, 13 gün süren ve açıkça ‘Ermenilere karşı’ girişilen; şehir merkezinde, Ermeni mahallelerinde ve civar köylerde olmak üzere kırım, yağma ve yakma ile sonuçlanan olayların genel maddi arkaplanına, olayları adım adım hazırlayan dönüşüm ve aktörlere değinen sunumlar şunlardı:

Osman Köker, BirZamanlar Yayıncılık çerçevesinde titizlikle editörlüğünü üstlendiği ‘100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler. Orlando Carlo Calumeno’nun Kolleksiyonundan Kartpostallarla’[8] çalışmasına dayanarak, 1909 Adana olayları sırasında Adana Vilayeti’nde yaşayan Ermeni nüfusun ve maddi kültürünün bir fotoğrafını çekti. Kaynak olarak mezkur kartpostal koleksiyonu dışında, Adana Ermeni’lerin nüfus ve meslek bilgileri için 1914 Osmanlı nüfus sayımı, Sis’teki Klikya Gatoğigosluğu verileri, Maghakia Ormanian’ın 1912 nüfus verileri ve 1894 ve 1914 Annuaire oriental’ini kullanan sunumundan en akılda kalan nokta, 1909 Adana Olayları başlığı altında ele alınanların hem sancak (Adana, Mersin, Sis/Kozan, Cebel-i Bereket, bağımsız sancak İçili/Silifke), kaza (Haçin/Saimbeyli, Darson/Tarsus, Yersuvat/Cehyan, Bulanık/Bahçe, Payas/Yakacık, Ayas/Yumurtalık, Feke vs.), nahiye (İncirlik, Misis, Şeyhmurad, Abdoğlu/Aptioğlu vs.), mahalle ve köy (Adana’nın kuzeyinde, artık isim belleğimizden silinmiş olan Gavurköy/Hıristiyanköy/Hayküğ, Kuyumciyan, Çokak vs.) bazında farklı farklı yaşandığı, hem de Adana’nın da dışına taştığı (Antakya ve Maraş) idi. Bu bana Adana 1909 gibi bir anda parlayıveren noktasal bir olayı çalışmak için bile, ‘bölgesel/mekânsal çalışmalar’ (regional/spatial studies) hassasiyetlerinin elzem olduğunu düşündürttü.

Burada öğrendik ki, Vilayet bazında 400bin’i aşkın ‘sayılabilen’ (göçmen işçiler, konar-göçerler hariç) nüfusa sahip Adana’nın, beşte bire yakını, çoğunluğu Gregoryen olmak üzere Ermeni idi. Civar köyler için önemli bir pazaryeri olan Haçin’in (bugün Saimbeyli) ise 20bin’lik nüfusunun neredeyse tamamı Ermeniydi. Kaza bazında bu açık nüfüs üstünlüğünün, 1909 Adana olaylarını kızıştırılırken kullanılmış olduğunu (‘Haçin’den Ermeniler güneye inip, Adana’yı hristiyanlaştıracaklar!’ gibi dedikoduları), bir diğer katılımcıdan, Ermeni Süreli Yayınları konusunda ciddi bir birikime sahip Zakarya Mildanoğlu’ndan[9] öğrendik.

Nüfusa ve istatistiklere gelmişken: hangi taraftan olursa olsun, ‘Ermeni Tehciri’ ele alınırken öncelikli olarak gündeme gelen sayılar meselesinin (kaç Ermeni vardı, müslümanlara oranı neydi, ne kadarı tehcire uğratıldı, ne kadarı öldü?) acı bir paradoks yarattığını, Fuat Dündar’ın sunumu bir kez daha bize hatırlattı. ‘Ermeni Meselesi’nin meselesi, her ne kadar öyle ifade bulsa da, iki tarafça öne sürülen bu tip sayıların birbirini tutmaması değil, bu sayıların ve ölçme süreçlerinin ta kendisiydi. Hiçbir fiilî etnik, dini, sınıfsal, cinsiyetçi vs. şiddet, daha önce sayma/ölçme alet edevatını geliştirmeden hayata geçirilemezdi. Sayma/ölçme sürecinde ortaya çıkan alet edevat olan harita, anket, istatistik ve sosyolojik araştırmalar, bu nedenle arkalarından gelen sosyal şiddetin ayrılmaz bir parçasını içerir ve öncelerler.

1913-1918 arasında uygulanan ‘etnisite mühendisliğinin’ –bir kısmını da arşivlerden ilk defa gün yüzüne çıkardığı- alet-edevatını doktora tezi çerçevesinde araştırmış olan Dündar, bu ana sorusalını sunumuna da yansıtmaya çalıştı.[10] Dündar, ‘Ermeni Sorunu’nun’ istatistiki olarak da yaratıldığını ifade ederek, bu süreci üç döneme ayırdı. Dündar’a göre, 1895 öncesinde ‘nüfus istatistiklerine’, daha sonra 1895-1897 arasında ‘şiddet istatistiklerine’ konu olan Osmanlı Ermenileri, 1914-18 arasında da ‘ölüm / cinayât’ istatistiklerine aynı mantık ile konu/tâbi olmuşlardı. Bir başka değişle ‘canlı kelle’ saymaktan ‘ölü kelle’ saymaya giden yolda ‘araç’ değişmemişti. Bu tasnife göre Adana Olayları hakkında verilen ve birbiriyle çelişen sayılar, şiddet ile ölü istatistikleri arasındaki geçiş döneminde yer alıyordu.

Dündar’ın, Bab-ı Ali’nin en başta basit bir asayiş meselesi olarak sunduğu olaylarda can kaybını, bu sunuma uygun olarak önce 1900 Müslüman, 1500 Ermeni diye yansıttığını, bunun dönemin yabancı kaynaklarında verilen 25-30bin, olayları soruşturan heyete mensup Tekirdağ Mebusu Hagop Babikian’ın verdiği 20bin ve bizzat olaylardan sonra Temmuz ayında bölgeye atanan yeni Vali Cemal Paşa’nın verdiği 17bin Ermeni, 1859 müslüman can kaybı sayılarından ne kadar ciddi bir ‘mevsimsel’ fark gösterdiğine işaret etmesi, ‘ölü canlar saymanın’ ne kadar da dönemin güç ilişkilerine bağlı olduğunu bir kez daha hatırlattı. Çoğu zaman Ermeni nüfus ve cankaybı rakamlarını küçültmek için devletin uyguladığı, bazı durumlarda ise Ermeni cemaatinin liderlerinin cemaati teyaküz haline geçirmek ve dışarıdan bağış toplamak için uyguladıkları ‘istatistikle oynama’ metodlarından bazılarına da değinildi: baz alınan hane başına düşen nüfus sayısını değiştirmek, göçer-konar ve mevsimlik işçileri kaydetmeyen Osmanlı nüfus sicillerini nihai baz almak / almamak, katliamlara dair veri kaynağı olarak yerel hükümetin bilgisine başvurduğu yerel cemaat önderlerinin (muhtar ve papazlar) de çoğunun katledildiğinin üstünü örtmek.

Konferans içinde görsel bellek ve kimlik ilişkisine bir kaç kere değinildi. Köker, bir diğer katılımcı Benedetta Guerzoni gibi Adana ve Adana olayları ertesini gösteren dönem kartpostallarının, hem dönemin popüler kültürünün ve hem de günümüz Ermeni kimliğinin oluşmasındaki önemine değindi. Daha çok ‘ekzotik ve otantik olanı göstermek’ mantığı ile üretilen kartpostalların üreticileri arasında Alman ve Fransız Posta’ları (sonuncusunun yerel temsilcisi de bir Ermeni fotoğrafçıydı) ve farklı misyoner ve yardım kurumları var. Adana olayları akabinde Avrupa’da yardım/bağış toplama amaçlı, yıkım ve yağmayı gösteren kartpostallar üretiliyor (bunların bazıların dağıtımı Osmanlı Devleti’nce yasaklanıyor). Ermeni kimliğinin kurulmasında önemli rol oynacak bu ‘siyasi şiddet ikonografisinin’, Avrupa’daki ‘oryantal curiositéler’ silsilesine eklemlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Guerzoni’nin sunumu, 19.yüzyıl etnik çatışmalarının ve akabinde ulus devletlerin oluşumunda görsel belgelerin (fotoğraf, resim, gravür) bir janr yaratıp yaratmadığı sorusunu doğuruyor. Burada, görsel analiz yaparken, resmi, olay belgesi varsayan anlayışı tarihselleştiren, onu farklı bellek katmanları oluşturan, ‘cinsiyetlendirilmiş’ semboller örüntüsü olarak gören Irvin Cemil Schick’indaha çok Balkanlar bağlamındaki çalışmalarını hatırlıyoruz. Gene Sacit Kutlu’nun, Bulgar kolektif belleğinin oluşturulmasında Batak Katliamı’na dair farklı dönemlerde üretilmiş, hepsi de otantiklik iddiasında olan görsellerin rolünü araştırdığı çalışmasına değiniyoruz.[11]

Osman Köker sunumunda, Annuaire oriental’de kayıtlı ticari işletmeleri taradığını, burada Ermenice isme sahip olan işletmecilerin tüm işletmelerin aşağı yukarı yarısına tekabül ettiğine değinmişti. Özellikle vilayet ve sancak merkezlerindeki yoğunlaşan ve görünür olan, yeni ticari (ticari tarım olarak pamuk, narenciye, tahıl ve madencilik) ve sanayi (çırçır, iplik, dokuma, boyamacılık, dericilik, gümüşçülük, halıcılık) işletmelerinin önemli bir kısmının Ermeni’lere ait olması, Adana katliamı, vilayette biriken sermaye ve sosyal gerginlikler arasındaki bağlara dair sorular uyandırıyor. 1909 Adana olaylarında provoke edilebilecek sosyal zeminini hazırlayan sürecin, aynı zamanda Yeni Çukurova’nın oluştuğu ‘ticarileşme/parasallaşma’ süreci olduğunu, bunun edebiyata en güzel taşıyanların da ‘Adana’lı Kemal’ler’[12] olduğunu düşünüyoruz. Bu süreç, etnik olarak bir ‘kırım’ ve kırılma içerse de, iktisadi olarak ‘oluşan zenginlikler el değiştirdiği / türkleştirildiği oranda, bir süreklilik, bir birikim sürekliliği de arzediyor:

‘..fabrikayı yıllarca önce Emvali Metruke’den, gene bu parti mebusu, hatırlı birinin yardımıyla ucuza satın almış, yıllar yılı da geliştirip büyütmüştü’ Orhan Kemal, Kanlı Topraklar[13]

‘Bir gün öğle üstü Süleyman dokuz silahlı kişisiyle Mustafa Ağa’nın kapısını çaldı, buyur ettiler. ‘Buradan çıkacaksın. Panosyanın mirası bana düştü. Panosyanın oğlu olduğumdan değil…Çünküleyin Panosyanı ben iteledim. Ol sebepten Panosyanın bütün malı mülkü, konağı, tarlası, çiftliği, dükkanları hep bana kaldı…’ Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti[14]

Bildiğimiz kadarıyla konferansın organizatörlerinden olan Meltem Toksöz, Yeni Çukurova’nın oluşmasını ‘Göçebe Hayattan Ticari Tarıma Çukurova, 1800-1908’[15] adlı doktora tezinde kapsamlıca araştırmıştı. Kendisinin mücbir nedenlerden dolayı bizi sunum, yorum ve sorularından mahrum bırakmak zorunda kalmasının, ‘Çukurova’nın uzun 19. yüzyılında’ yeni oluşan sektör, aktör, zenginlik ve hareketliliklerin konferansta nispeten az yer almasında önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Keşke 2008 Kasım ayında ‘Adana ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi’ konferansı çerçevesinde yapılan sunumları, bu platformda da dinlemek ve birbirine konuşturmak mümkün olsaydı.[16]

‘Yeni Çukurova’ büyük başlığının muhtelif altbaşlıklarına 1909 Adana bağlamında mahir bir şekilde değinen sunumlar ise şunlardı:

Sinan Dinçer, göçmen/mevsimlik işçilerin hem ticari tarımda, hem kentte, hem de spesifik olarak Adana katliamında oynadığı rollere değindi. Çapacılık, muhtelif pamukla ilgili işlemler, çırçır vs. gibi yeni yaratılan işlerdeki yüksek yevmiyelerin çekicililiği bir yandan, konar-göçerlerin 1860’lardan beri devlet politikasına dönüşen iskanıyla oluşmuş itme bir yandan, her cemaatten (kürt, türkmen, ermeni/bantoukhd) mevsimlik işçi Adana Vilayeti’ne akın ediyordu. Erzurum, Harput/Kharpert, Diyarbakır, Van, Musul, Eğin/Agn, Bitlis/Paghesh, Muş’dan gelen bu işçilerin sayısı yüksek sezonda vilayet bazında 60bini bulabiliyordu. Adana ‘iğtişâşı çapa mevsimi olan ve civara mevsimlik işçinin aktığı Nisan ayına denk gelmişti. Aynı bugün olduğu gibi amele pazarları, hanlar ve bekâr odalarını mesken tutan ve kendi cemaatlerinden ‘elcibaşılar’ tarafından idare edilen (borçlandırılan, iş, yatak bulunan, toprak ağalarına pazarlanan vs.) mevsimlik işçiler ‘iğtişâşa’ aktif olarak katılmış, müslüman işçiler hem ermeni işçilere, hem de büyük çiftliklere saldırmışlardı. Bu şiddetin örgütlenmesinde, işi etnik grup aidiyetini kullanarak örgütleyen elcibaşıların rolü önemli olmuş olmalıdır. Bu göçmen işçi hareketliliğinin zeminindeki iskân politikaları (1865’de Ahmet Cevdet Paşa’nın Fırka-ı İslahiyesi)[17], mevzuat değişiklikleri (göç/mürûr önündeki yasakların kaldırılması), kıt işgücünün yaratılması /artırılması (mesela 19.yüzyılda pamuk ekmek için Mısır’dan getirilen zenci köleler, Suriye’den getirilen fellahlar), bataklıklar kurutularak oluşturulan büyük çiftliklerde mülkiyet yapısı, işçilerin bu yeni çiftlikler ve kent hayatına eklemlenmesi ve en nihayetinde o dönem yağmalar sonucunda devredilmek zorunda bırakılan mülkler vesilesiyle reel bir ‘zenginleşme / sınıf atlama’ yaşayıp yaşamadıkları araştırılması gereken konular olarak öne çıktı.Vahé Tachjian’dan öğrendiğimiz kadarıyla Adana Ermeni’lerin çoğunluğu Türkçe konuşuyordu ve Ermeni entelektüelleri tarafından ‘milli davaya kazanılması çok zor eğitimsiz bir kitle olarak’ küçük görünülüyorlardı (bunda sınıfsal refleksler de rol oynuyor olsa gerek). Dönemin kıt kaynakları dikkate alındığında, bir bantoukhd ile bir kürt rençberin ne giyim / kuşam ne de yaşam koşulları açısından çok da farklılaşmayacağını tahmin ediyoruz. Acaba onları ‘birbirinden farklı olarak algılayıp, saldırmaya hazır hale getiren’ farklılık kodları ve kodlanmış farklılıklar nelerdi? Tachjian’ın sorduğu gibi ‘Ermeni elitlerinin Adana karşısındaki tutumları ile bölgenin 1908 yılında ikinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra gerçekleştirilen Ermeni karşıtı katliamların ilk hedefi olması arasında bir ikilem yok mudur?’.[18]

Mal, mülk, fabrika, çiftlik, atölye, bahçe vs. gibi daha sonra sermaye birikimine kaynak olacak alanlardan bahsetmek, aynı zamanda Ermeni Emval-i Metruke’sinden[19] bahsetmek anlamına geliyor. Bu konuya değinen iki sunum vardı. Birincisi, yayıncı ve yazar Sait Çetinoğlu’nun ‘Adana’da Katledilen Adalet’ adlı sunumuydu. Çetinoğlu olaylarda İttihat ve Terakki elitlerinin sorumluluğunu ve siyasi alan dışına da taşan çıkarlarını öne çıkardı. Çetinoğlu, Bâb-ı Âli’nin Klikya’daki katliamları Jön Türklere karşı hareketin ‘taşra ayağı’ gibi gösterdiğini, böylelikle meşrulaştırdığını, katliamın yerel sorumlularının da cezalandırılmak yerine siyasi ve iktisadi olarak ödüllendirildiğine değindi. 1909’daki bu uygulamanın, 1915 tehcirine giden yolu açmakta önemine değindi. Ödüllendirilenler arasında yerel hükümetteki pozisyonları itibariyla Ermeni Emval-i Metruke’sini düzenlerken, bundan şahsen nemâlanan isimler olduğundan, bunların yereldeki resmi ve gayri resmi ortaklıklarının daha sonra Adana’daki sermaye birikimi açısından kurucu bir unsur oluşturduğundan bahsedildi. Adana’da ticari tarım ve 1930’lardan itibaren pamuk ekonomisine bağlı endüstrileşmenin (çırçır, iplik, yağ, sabun, mensucat, boyama, elyaf, tekstil) Türkiye İktisat Tarihi açısından önemi düşünüldüğünde, önümüzde ‘Ermenilerin tehciri ve mallarına el koyulması’ konusunu ‘İttihatçı zihniyetin tezahürü olarak’ analiz etmek dışında başka bir araştırma kapısı daha açılıyor. Zira, bereketli bir tarih altdalı olan business history / işletme-şirketleşme tarihi, henüz Türkiye’de sistematik olarak uygulanmıyor, bu ad altında yapılanlar ‘kuşe kağıda basılı kurumsal oto-tarihler’ olarak kalıyor. Osmanlı düzenininden Cumhuriyet’e geçerken, yerelde yönetici kadrolarının oluşumu ve sonrasının ekonomi, girişimci ve siyaset ilişkilerinin içiçe geçmişliği (‘simyası’) yeterince işlenmiyor. Fakat, Adana Sanayi Tarihini kaleme alanlardan Kudret Emiroğlu, 1920’lerde Adana’daki, çoğu Kayseri ve Karaisa kökenli Müslümanların Milli Emlak Genel Müdürlüğü ile organik ilişkilerine ve terk edilen mülklerin devrinde bu kurumun yaptığı açık artırmaların önemine değiniyor. Devredilen fabrikaların eski ve yeni sahiplerini listeliyor.[20] Günümüzde hâlâ belirleyici olan sermaye gruplarının/holdinglerinin çoğunun ilk yatırım yerlerinin Adana olduğunu öğrenip, şaşırıyoruz. (Hem mal/mülk, hem de devlet anlamında) mülkün temeli ile adalet ilişkisini yeniden düşünüyoruz.

Konu hakkındaki bir başka hem konu hem de kaynak açısından özgün sunum da, Aslı Çomu’dan geliyor. Çomu, master tezi için yaptığı araştırmaya dayanarak Adana’da terk edilmiş Ermeni Mülklerinin 1920’lerde nasıl Yunanistan’dan gelen mübadil ve muhacirlere dağıtıldığını anlatıyor[21]. Döneme dair Adana’daki Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü İmar ve İskan Müdürlüğü Belgelerini yerinde inceleyip, bu kaynakları tarihyazımına kazandıran Çomu’nun sunumundan iki önemli şey öğreniyoruz: Öncelikle, kentsel mülkler, hem büyük (binlerce dönümü aşan) / küçük çiftlikler, hem bağ / bahçeler, hem de dükkanlar, neye göre olduğunu bilmediğimiz kriterlere göre, Adana’ya yerleştirilen yaklaşık 5000 müdabile tevzi edilmiş. Çomu, hangi mal ve mülklerin Osmanlı Ermenilerine ait olduğunu bulmak için, isimler üzerinden gitmiş. Daha sonra da, hâlâ yerelde / il bazında keşfedilecek, bodrumlarda araştırmalara konu edilmeyi bekleyen belgeler olduğu. Dağıtıma konu olan kentsel ve kırsal mülklerin hepsinin kadastro işleminden geçip geçmediği, bizatihi bu dağıtımın bir nevi ‘fiili kadastro’ işlevi görmüş olma ihtimali üzerinde tartışıyoruz.

Ermeni Emval-i Metrukesi yanında, Ermeni toplumunun uzun ve acılı 19.yüzyılına damgasını vurmuş ‘etfal-i metruke’ yani yetimler konusunu Nazan Maksudyan[22] Adana bağlamında ele alıyor. Maksudyan sunumunda, Adana katliamları akabinde Vali Cemal Bey’in kurdurttuğu 500 çocuğun yaşadığı ‘Dar-ül Eytam’a odaklanıyor. Adana’da 1909’da Haçin, Dörtyol ve Adana’da olmak üzere üç ‘Osmanlı Yetimhanesi’ var. O sene –katliamlar sonrası olağanüstü durumdan olsa gerek- misyonerler ve devlet arasındaki ‘eğitim’ konusundaki rekabet zayıflıyor. Bu Dar-ül Eytam, iç organizasyon olarak misyoner yetimhaneleri örnek alıyor, yetimhanenin başına bir Ermeni müdür getiriliyor, fakat burada 1908 anayasal eşit vatandaşlığı ve seküler okul sistemi ‘test ediliyor’. Bu Ermeni dini ve seküler cemaat önderleri tarafından ‘türkleştirme ve iki nesli aynı anda –birini fiziki, diğerini kültürel olarak- ortadan kaldırma’ tehditi olarak algılanıyor. Zabel Yasseyian ve Hagop Babikian bu tehdit algısını kitap ve raporlarında işliyorlar, Ermeni Patrikhanesi Dahiliye Nezaretine 1912’de bu konuda bir şikayet mektubu yolluyor.

(Devam Edecek…)