Rober KOPTAŞ
Agos Gazetesi
Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Arus Yumul, yaptığı araştırmalar ve makaleleriyle Türkiye toplumunu anlamaya çalışan önemli bir akademisyen.
Dinler Tarihi, Türk Düşünce Tarihi konularında dersler veren, ‘kimlik’, ‘Ermeniler’, ‘diaspora’ konularında araştırmalar yapan Yumul’la, Hrant Dink’in dün ve bugün neyi simgelediğini tartışarak başladığımız sohbette, Ermeni toplumunun ve Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm sürecini de konuştuk.
• Hrant Dink’in Agos için birlikte yola koyulduğu arkadaşlarından biriydiniz. Cinayetin üzerinden üç yıl geçti. Bugün Hrant Dink adı sizin için ne ifade ediyor?
Bence Hrant Dink’in yaptığı en önemli şey, bu topluma geçmişini sorgulatmak oldu. Bize verilmiş olan tarihin, toplumsal belleğe nakşolunmuş olan geçmiş anlatılarının, egemen belleğin sorgulanmasını sağladı ve bunu yaparken insanların kalplerine, yüreklerine seslenmeyi bildi. Hrant Dink bu yüzden bu kadar ses getirebildi. Zaten kendisi de hep, “Benim en önemli silahım samimiyetimdir” derdi. Biliyoruz ki samimiyetin epey bedeli var ve Hrant bu samimiyetinin bedelini canıyla ödedi. Fakat onun ölümü kesinlikle bir son değil, bir başlangıçtır. O bu ülkenin en önemli tabularından birini yıkmayı, en azından sorgulamaya açmayı başardı. Ve Hrant sayesinde toplumun en azından bir kesimi, geçmişe başkalarının gözüyle bakmayı, farklı tarih anlatılarını dinlemeyi öğrendi. Benim için Hrant Dink bunu temsil ediyor.
• Peki, bahsettiğiniz türden bir değişim yaratabilmeyi başarabilmiş olması, Türkiye açısından, ‘Türkler’ açısından bize ne söylüyor?
Hrant’ta biz, bastırılmışın geri dönüşünü yaşadık. Bastırılmışın geri dönüşü diyorum, çünkü Freud’un dediği gibi, her unutma aslında derin bir hatırlamayı içerir. işte Hrant bu hatırlamayı, bastırdığımız, toplumun bastırdığı geçmişi su yüzüne çıkardı. Üslubu, söylemi, karşısındakini kale alan sözleri, olaylara onların gözünden de bakabilme yeteneği onu hepimiz için bu kadar önemli kıldı.
• Bu bastırmanın belli bir noktadan sonra sürdürülemez hale gelmesi, hatırlama dediğimiz şeyi kaçınılmaz hale getirdi. Ama sonuçta toplum dediğimiz şey koskoca bir kütle, yolunu bulması kolay olmuyor ve bazen katalizörlere ihtiyaç duyuyor. Hrant Dink de…
Önemli bir katalizördü… Bir aktör olarak çok önemli roller yerine getirdi. Ve ‘kendisi olarak’ siyasi arenaya çıkma cesareti gösterdi. Bunu daha önce yapamamış, 70’li yıllarda sol harekete katıldığında, cemaatini korumak kaygısıyla adını Fırat olarak değiştirmişti. Bu çok önemli bir kaygıdır Ermeniler ve tüm azınlıklar için…
Çünkü azınlıklar Türkiye’de birey olarak görülmedi, her zaman bir grubun parçası olarak görüldü. Birinin hareketinden, davranışından tüm grup sorumlu tutuldu. Ve Hrant o dönemde kendi kimliğiyle ortaya çıkamadı. Ama Agos’la birlikte Hrant kamusal ve siyasal alana bir aktör olarak çıktı.
• Hrant Dink aramızdan alındı. Onun belli sorunlar karşısında ne yaptığına, neler söylediğine baksak da, bugün artık onun fiziken var olmadığı bir dünyada yaşıyoruz…
Ve Hrant öldürüleceğini herhalde düşünmüştü. Herhalde böyle bir sonu olabileceğini, bu olasılığın her zaman var olduğunu biliyordu. Sonuçta sol hareketin içinden geliyordu, saf bir insan değildi ve bu işleri bazı şeyleri göze alarak yaptı.
• Bu denli büyük bir bedeli göze alarak kendi hakikatinin peşinden gitmek nasıl bir insanlık halidir?
Büyük bir cesaret gerektirdiğine şüphe yok. Çünkü biliyoruz, istanbul Ermenileri çok uzun zaman yaşamlarını ‘sessiz ötekiler’ olarak sürdürdüler. Bu onların hayatta kalma stratejileriydi. Hrant bunu aşabildi ama bu ülkede muhalif kimliğinizle bir şeyleri değiştirmek istediğinizde, bu ihtimalin her zaman söz konusu olduğunu çok iyi biliyordu. Farklı bir hayat sürmesi mümkündü, ama o bunu tercih etmedi.
• Bugün hâlâ çözülmemiş, kangrenleşmiş tonla sorunumuz var. Kürt sorununun vardığı nokta hepimizi kaygılandırıyor. Hrant Dink’in samimiyeti ve duruşu, bu sorunlarımızın çözümü yolunda bize ne anlatıyor?
Galiba, ‘genişletilmiş zihniyet’ dediğimiz, olaylara başkasının gözünden de bakabilmeyi içeren bir ruh haline ve düşünme pratiğine ihtiyacımız var.
Hrant bunu başarmıştı. Olaylara sadece kendi yönünden değil, karşısındaki açısından da bakabilen, bunu yaparken söylemek istediğini söylemekten imtina etmeyen, ama kırıcı da olmayan bir söylemi vardı.
Hrant’la birlikte biz, siyasal eylem dediğimiz şeyin, beklenmeyeni, yeniyi ortaya koymak olduğunu öğrendik. Onun yaptığı buydu:
Asla değişmeyecekmiş gibi düşündüğümüz, sonsuza kadar varlıklarını koruyacağını varsaydığımız söylemlerin, egemen görüşün tek dilli anlatılarının değişebileceğini gösterdi bize.
• Agos’un, Hrant Dink’in açtığı yoldan ilerlemeye çalışan gençler için bu cinayet büyük bir yenilgiydi. Çünkü Ermeniler arasında, önceki nesil hep “görünmemeyi, sessiz olmayı” telkin ederken, gençlerin en büyük dayanağı olan Hrant Dink’in öldürüldüğü bir Türkiye, ‘ihtiyar’ların haklı olduğunu gösteriyordu.
Yıllar önce Yahudi bir arkadaşım “Azınlık olmanın farklı bir tadı vardır” demişti, “insan haksızlıklara karşı hoşgörülü olmayı öğreniyor.” Bu, benim neslimin yetiştirilme tarzı. Ama ben senin nesline baktığımda farklı bir şey görüyorum.
istanbul Ermenilerinin, azınlıkların, azınlık olmaktan vatandaş olmaya doğru gittiklerini görüyorum.
Biz Hrant’la birlikte, sayıca çok az kalmış, marjinalize olmuş istanbul Ermenilerinin, sembolik olarak son derece merkezi bir rol oynadığını, oynayabileceğini gördük.
• Cemaatte bir içe kapanma alışkanlığı her zaman vardı. Buna karşın, kabuğu kırma yönündeki eğilimin giderek güçlendiğini söyleyebilir miyiz?
Önceki durum bir yaşam stratejisiydi. Bunun sizden beklenen, istenen tavır olduğunu görüyorsunuz. Azınlıklar, “Mutluyuz, hiçbir sorunumuz yok” düsturunu içselleştirdiler ve bir tür çifte söylem geliştirdiler. Sorunlarını dile getirmekten imtina ettiler. Ama 90’lı yıllardan bu yana, bir kimlik siyaseti geliştirilmeye başlandı. Kimliği, kültürü korurken, bir yandan da uğradıkları haksızlıkları dile getirmeye başladılar. Bu yeni bir şeydi.
• Cinayetin bu süreci geriye döndürmesi beklenirdi…
Evet ama öyle olmadı. Bakın… istanbul Ermenileri için zaman bir düz çizgi değil, Bergsoncu anlamda daireseldir.
Yani, geçmiş zaman her zaman bizi takip eder. Yeniden içimizde doğar. Agos’un Ermenice editörü Sarkis Seropyan bir söyleşisinde bunu, “Sürekli olarak depremi beklemek gibi” sözleriyle çok güzel ifade etmişti.
Ama Hrant öldürüldükten sonra, özellikle genç nesilde ben içe kapanma tavrını görmedim. Daha sorgulayan, kamusal alana daha aktif olarak katılan bir gençlik gördüm.
Ermeni olmaktan Ermeni hissetmeye doğru
• Özür Diliyoruz kampanyası da cinayetin yarattığı vicdani kırılmanın sonuçlarından biriydi. Siz, bir keresinde, kampanyaya dair bazı eleştirilerde bulunmuştunuz.
Kampanya gerçekten cesaret isteyen bir adımdı. Takdir edilecek bir şeydi. Dünyada da bu yöne doğru bir gidiş var, özür küreselleşiyor. Ama genel eğilime baktığımızda, özür dileyenler devletler oluyor, kurumlar oluyor, kilise oluyor. Burada bireyler öne çıktı. Devletten bağımsız olarak bu adımı attılar. Bu da, bugün toplumsal olanın devletlerin yerini aldığını gösteriyor. Benim kampanyayla ilgili olarak eleştirdiğim, özrün araçsallaştırılması oldu. Çünkü, “Bakın, biz bu adımı attık ama karşımızda hiçbir şeyden memnun olmayan vefasız bir diaspora var” söylemi ve bu özrün Ermenistan’la siyasi ilişkilerde bir araç olarak kullanılması beni rahatsız etti. Yoksa, ben özür kampanyasına karşı değilim. Ve beni en çok etkileyen, akademisyenlerin, gazetecilerin, sanatçıların değil, berberinden bakkalına çok sayıda sıradan insanın bu kampanyaya imza atması oldu.
• Diasporadan söz açılmışken, istanbullu Ermenilerin diaspora sayılıp sayılmayacağı tartışmasına değinelim. Biz, tarihsel olarak Ermenilerin yaşadığı topraklar üzerindeyiz ve kendimizi yurdumuzda hissediyor, bir diaspora topluluğu olarak görmüyoruz. Ama bir yandan da, dille, kültürle olan ilişki bakımından, bir diaspora topluluğu gibi yaşar hale geldiğimiz söylenebilir.
Objektif olarak bakacaksak, istanbul Ermeniler için bir diasporadır. Evet, dördüncü yüzyıldan beri Bizans’ta küçük bir Ermeni nüfus vardır, fakat istanbul ve Tiflis, karmaşık sosyolojik yapılarıyla, iki önemli diyasporik merkez olmuştur. istanbul’un gerçekten sembolik bir önemi var, çünkü burası hem idari anlamda, hem kültürel anlamda çok önemliydi. Bugün istanbul’un diaspora olarak kabul edilmesi gerçeği, istanbul Ermenilerinin ezici çoğunluğu tarafından kabul edilmiyor, bunu yaşayarak gördüm. Ama, diaspora gibi davranmak, galiba modernleşmenin, küreselleşmenin getirdiği en önemli sonuç.
• Bunu açabilir misiniz?
90’lardan beri yaşadığımız en önemli değişim, iç evliliklerin sayısının azalması, dış evliliklerin çoğalmasıdır. Çünkü cemaatin yapısına baktığımızda, 90’lara kadar, ‘geleneksel etnisite’ dediğimiz, gücünü hem iç evlilikten hem güçlü cemaat bağlarından alan etnik yapı hâkimdi. Bunun siyasal boyutu neredeyse yoktu. Cemaati ve kurumlarını, mümkünse kültürünü ve dinini korumaktan ibaretti. Böyle bir güçlü kimlik durumundan başka bir yöne doğru gidilmeye başlandı. Ermeni olmaktan Ermeni hissetmeye doğru evrilen, Ermeniliğin gerektirdiği ‘şartları’ yerine getirmeden, kendinizi Ermeni hissetmek gibi bir durum yaşanmaya başlandı
• Siyasal olarak geleneksel cemaat yapısının dışında düşünen kişiler de, gittikçe küçülen cemaatin gelecekte yok olacağı kaygısıyla, örneğin, bir Ermeni’nin mutlaka Ermeni’yle evlenmesi gerektiğini savunabiliyor.
Bu kaygı yersiz değil, ama doğru da değil sanırım. Etnisite konusunda çalışanlar, çok uzun zaman, iç evliliğin cemaatin temelini oluşturduğu konusunda fikir birliği içindeydi. Yani eğer dış evlilik fazlalaşıyorsa, kimlik buharlaşır diye düşünülüyordu. Bugün öyle olmadığı görüldü. Bugün daha melez kimliklere doğru açılan bir kimlik pratiği var. Bu Türkiye’de zor bir şeydir. Batıda kimlik artık bir seçim meselesiyken, burada kimliğini seçmek mümkün değil. Burada kimlik verilidir, zorunludur, kurtulamazsınız. Ama dış evliliklerden sonra gelecek olan nesil galiba bu şansa sahip olacak, kimliğini seçebilecek; bazen o kimliğini, bazen öbür kimliğini öne çıkaracak, bu da Türkiye için yeni bir şey olacak. Bu durum, bu çocukların düşünme biçimini etkileyecektir. Bunun da özgürleştirici bir yanı olduğuna inanıyorum.
Devlet tarafından ezilenler sadece gayrimüslimler değildi
• İslami siyaset içinden çıkmış bir iktidar gayrimüslimlerin sorunlarını dinlemeye daha hazır görünürken, daha kentli, daha modern, daha üst sınıfları temsil eden CHP, düşmanca bir pozisyonda duruyor. Bu durum gayrimüslim cemaatlerin siyasete bakışı üzerinde bir etki yaratıyor mu?
İslami kesimle gayrimüslimlerin ilişkisi, tek taraflı bir ilişki değil. Onlar gayrimüslimleri “Gâvur!” diye dışladıkça, gayrimüslimler de bu kesime karşı mesafeli durdular ve onlarla ilişkiye geçmekten imtina ettiler. 1990’larda bazı şeyler değişmeye başladı. Fark edildi ki, ezilen kesim sadece gayrimüslimler değil, bu ülkede belli bir kesimin dışında kalan herkes aslında bir şekilde eziliyor. Açıkçası, gayrimüslimler o zamana kadar hâkim devlet söylemi tarafından asimile edilmişler ve Müslümanların kendileriyle eşit olmayı sindiremeyeceğine inandırılmışlardı. Oysa gayrimüslimlere eşit davranmayan aslında bizzat devletti ve ayrımcı politikalar uygulayan bir devlette de laiklikten bahsedilemez. Gayrimüslimler bunları fark etmeye başladı. AKP’nin sorunları bütünüyle çözmese de bu yönde bazı adımlar atması, bir kısım gayrimüslimin AKP’nin yanında yer almasını sağladı.
• Öte yandan, hem islami, hem de laik kesimde gayrimüslimleri “bir renk, bir zenginlik” veya “emanet” olarak görme yönünde bir söylem içselleştirilmiş durumda.
Halkın geniş bir kesiminde var olan, gayrimüslimler hakkında, “Bunlar toplumumuza renk katan zenginliklerdir; onlar bizlere emanettir, korumalıyız” söyleminde hep tepeden bakan bir yaklaşım söz konusu. Bu bizi eşitliğe götürecek bir tutum değil. Füsun Üstel’in seçkinlerin tutumlarıyla ilgili araştırmasında bunun örneklerini çok iyi görüyoruz. Bu söylem, suya sabuna dokunmayan bir gayrimüslim figürünü zenginlik olarak görebilir; ancak Hrant gibi, yaşayan, nefes alan, söz söyleyen biriyle karşıya karşıya kaldığında, onu hemen ayırır, haddini aştığını düşünür.