Doğan DURGUN
Özgür Gündem Gazetesi
Selçuklulardan beri cenk hikâyelerindeki kahramanlıklarla süslenen resmi tarih, Türkiye’nin dış politikasında hep içeriye dönük bir ‘milli dava’ betonu yaratma işlevi görüyor. Kimin milli davası? Neye göre milli dava? Gibi sorular da havada asılı kalıyor. Yedi düvelle çarpışmış, herkesi dize getirmiş Türkün gücü, elbette savaştan imtina edecek bir karakter olmaz. Algı böyleyse, kim korkar Suriye’den? Nitekim Esad devrilsin diye butona basıldığı andan itibaren ilk sınıra koşan bizim iktidarımız oldu.
Zannedildi ki biçare Esad, hükümetin resti ile kaçacak delik arayacak, Suriye toprakları Türkiye ile ABD arasında pay edilecek. Obama ve Erdoğan el ele, muzaffer iki lider olarak Şam’da yüzbinlerle karşılanacak. Osmanlı İmparatorluğunu canlandırma hevesindeki Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun muhteşem(!) siyasi analizleri, batı dünyasının gaz vanasını sonuna kadar açmasıyla, her gün Suriye’ye haddini bildiren demeçler peşi sıra dizildi. Elli yıllık Beşar Esad, bir günde oldu Beşir Esed. CIA’nın, dünyanın en geri iki ideolojisi ile yönetilen Katar ve S. Arabistan’dan topladığı paralarla maaşa bağladığı ve nasıl oluyorsa adına Özgür Suriye Ordusu denilen kiralık adamlar ilk cepheye sürülen tayfa oldu.
Özgürlükler cenneti Türkiye ve yine özgürlüklerin yaşandığı başat ülkeler olan Katar, Arabistan ve ABD ile birlikte, doğal olarak özgürlüklerin kısıtlığı olduğu Suriye’ye ‘özgürlüklerin önünü aç’ deme hakkı bulunuyordu. Ne var ki Esad bir diktatördü, doğal olarak dünyanın en özgür ülkelerinin talebine burun kıvırıyordu. Dünyaya demokrasi götürme gayesi ile hareket eden bu ülkelerin Suriye’ye gereken dersi vermesi kaçınılmaz oluyordu. Şaka bir yana, sunulun tablo tam da böyle bir şeydi.
Bilirsiniz, bir yere saldırmak için bir bahane bulmanız gerekir. 1. Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaretinde bir Sırp milliyetçisi olan ‘Princip’ tarafından öldürülmesi ile başlar. 2. Dünya Savaşı, Polonya sınırındaki bir karakola, Polonya üniforması giydirilmiş Alman askerlerin, kendi karakollarına saldırması, Nazilerin de bakın Polonya bize saldırdı demesiyle start alır. ABD, Vietnam’da Tonkin körfezinde kendi destroyerini bombalar, Vietnamlılar yaptı deyip, savaşa girişirler. Saddam’a Kuveyt senin, gir al dediler. Sonra da, aynı güçler, dünya barışını tehdit ettin diye saldırdılar. Böyle örnekler bir hayli fazladır. Suriye’ye saldırma azmi ile yanıp tutuşan Türkiye de, casus uçağını Suriye semalarına uçurdu.
Suriye’nin içinde bulunduğu tehdit algısı elbette hesaba katılmıştı. Bir taşla birkaç kuş vurulacaktı. Ya Suriye, Türkiye hava sahamızı ihlal etti diyecek, Türkiye böylece gözdağı vermiş olacaktı. Ayrıca ileride yapılacak bir saldırıda bombalanacak yerlerde koşullanmış olan hava savunma üslerinin fotoğrafları çekilecekti. Suriye uçağı devirse de, o zaman saldırı için gerekçeler yaratılacak, içeride de ‘milli dava’ muhabbeti tekrar ısıtılacaktı. Bu arada Rusya ve İran’ın reaksiyonu da ortaya çıkarılacaktı.
***
Suriye uçağı düşürmekte haklı mı, haksız mı? Esad bir zalim mi? Bunu tartışmıyorum. Türkiye, Suriye’deki Kürtlerin ileride ortaya çıkacak kazanımlarını ortadan kaldırmak istiyor stratejisi de bu yazının konusu değil. Çok yazıldı, demokratik kamuoyu bunu biliyor zaten. Bir ülke savaşa nasıl sokulur? Vatan cephesi nasıl oluşturulur? Bir ülke içeriden nasıl hizaya çekilir? Bunları anlatmaya çalışıyorum.
Gerçek olan şu ki; Bu ülke çok hesapsızca bir savaşa atım adım itiliyor. Baksanıza, Esad ile söyleşi yapmak için randevu alan gazeteciler, gelen baskılardan korktukları için randevularını iptal ettiler. Uçak olayından önce, Savaş karşıtı söylemlerde bulunan CHP Lideri Kılıçdaroğlu bile, Suriye’ye haddini bildirelim, bu milli bir davadır diyor. Yaşamını yitiren pilotlardan birinin babası: “Bir pilot, bir uçak için bir ülke ile savaşa girilmez” diye dursun. Duyan kim? Evet, Türkiye halkları savaş istemiyor. Ama şimdilik istemiyor. ABD’de, 1. Dünya Savaşı başladığında, yapılan bir ankette savaşa girelim diyenlerin oranı %15 iken, ABD hükümeti savaşa girmeye karar verdikten sonra, oluşturulan propaganda sonrası kısa bir sürede savaşa girelim diyenlerin oranı %80’e yükselmiş. Yarın, öbür gün öyle bir propaganda yaşanır ki, ille de Suriye ile savaş diyenlerin oranı tavan yapabilir. Her şey bir mühendislik işidir sonuçta.
Yazıyı bir kitapla, savaşın acımasızlığını en iyi anlatan E. Maria Remarque’nin Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u ile bitireyim. 1929 yılında yayınlanan kitap, 1. Dünya Savaşı’nı, savaşın insan ruhu üzerindeki kalıcı tahribatı, umutsuzluğu, çaresizliği anlatır. Lisede okuyan dört Alman öğrencinin, milliyetçi propagandanın etkisi ile savaşı da bir macera gibi düşünerek, cepheye gitmelerine karar vermeleri ile başlar. Savaşın bir oyun olmadığı, bir cinayet olduğunu anlamaları uzun sürmez. Gençlerden biri, siperde bir Fransız askeri ile karşılaşır. Onu vurur ama düşman ölmez. Yaralı Fransız’a su verir Alman askeri. Onunla başka bir yerde karşılaşsaydık belki de çok iyi dost olurduk der. Çünkü kendi savaşları değildir, liderleri karar vermiştir, onlar da, cephede birbirini öldürmektedir. Bunun farkına varmıştır Alman askeri. Bacağı kopan diğer Alman genci: “Varsın aylar, yıllar geçsin. Nasılsa bana getirecekleri birşeyleri kalmadı” der çaresizlik ve umutsuzluk içinde. Bir diğeri, sevgilisinden gelen mektubu okur. İnsan olduğunu hatırlar kısa bir süreliğine. Ve o anda bir dala konmuş kelebeği görür, ona tam dokunacakken, bir düşman mermisi ile yere yığılır. Kitabı bir yıl sonra Lewis Milestone aynı adla filme çeker. Savaş nedir diyorsanız, ister kitabı okuyun, ister filmi izleyin. İkisi de muhteşem.
Savaşı oyun zannedenler, savaşı milliyetçi propagandanın etkisi ile bir macera olduğu kanısına kapılan ve gönüllü askere yazılan bu dört Alman gencin hazin sonlarına bir daha baksınlar. Yok, savaş hâlâ iyidir, hoştur diyorlarsa da, cepheye önden buyursunlar.