Sayat TEKİR
BirGün Pazar
6-7 Eylül 1955 Pogromu’nu ilk olarak yayamdan (anneanne) duydum. Yayam o dönem Bomonti’de yaşıyordu. Yağma ve katliam burada Kumkapı, Samatya ve Beyoğlu’nda olduğu kadar yoğun yaşanmamıştı. Yayam ve ailesi sloganları duyunca hemen tüm kapı ve pencereleri kapatır, sonrasında ise üst kattaki Türk komşunun ikazı ile apartmandaki tüm evlere bayrak asılır. Türk komşu her ne kadar evlerin Türk evleri olduğunu söylese de apartmanın camları saldırgan ırkçı güruhtan nasibini alır. Daha sonra Türk komşu kendisinin de gençken galeyana gelerek (!) bu gibi olaylara giriştiğini yayamın ailesine anlatır.
O dönem dedemle (annemin babası) nişanlı olan yayam, olaylar dinince ertesi gün Taksim’deki kayınvalidesinin evine gider. Giderken Taksim’in Talimhane -ki burası yoğun bir Rum nüfusa sahipti- tarafında sürekli gittikleri ‘Niagora’ adlı bakkalı da görür. Her şeyin yağmalandığı bakkalda, ne cam ne çerçeve hiç bir şeyin kalmadığına şahit olur. Bakkalın camından içeri fırlatılmış 18 kiloluk yağ tenekelerinin içerisinden halen sızmakta olan yağ, tüm yol boyu akmaktadır. Yayam, İstiklal Caddesi ve çevresindeki tüm dükkânların yağmalandığını anlatır. Caddenin kenarının, boydan boya, 1 metre yüksekliğinde yırtılmış kumaş ile kaplandığını anlatır.
Pogroma şahit olanların anlatılarına göre, aksi yönde giden arabalara bağlanmış kumaşlar boydan boya yırtılır. Tüm dükkânların demirleri ve kepenkleri kırılıp yağma edilir. Yağma edilirken bir kısım kıymetli eşya da ganimet olarak ceplere konulur. Saldırganlar akşam, taşıyamayacakları için üst üste 6-7 palto ya da kürk giyip, tüm cepleri tamamen dolu bir şekilde etrafta dolaşmaya başlarlar.
Yayam dedemin ailesiyle birlikte, Talimhane’deki evlerine girince yataklarının üzerinde camdan içeri fırlatılmış bir çöp tenekesi görürler. Dedemin ailesi bir gün önce can havliyle bir bavul eşya toplayarak evi bırakıp ve Türk komşularının yanına sığınmışlardır. Yayam pogromun sadece Rumlar ve Ermenilere karşı yapılmadığı izlenimini uyandırmak için saldırganların birkaç Selanikli Türk ailenin evine de hasar verdiklerini anlatır.
O dönem İstanbul’da askerlik yapan diğer dedem (babamın babası) ise olası bir talana karşı bir tabur ile Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi önüne gönderilir. Gece boyu hastane önünde nöbet bekleyen askerlerden biri olan dedem çevredeki Ermeni ve Rum mahallelerinden gelen bağırışları duyar ve kundaklanan evlerin, işyerlerinin, okulların ve kiliselerin alevlerinin yarattığı kırmızılığı görebildiğini söyler.
Bu anıları ilk duyduğumda, 6-7 Eylül 1955 Pogromu’nun 50. yılı daha olmamıştı. Yayam bu anıları anlattığında, özellikle yağma kısmındaki İstiklal Caddesi’nin kumaş ile kaplanmış olması kısmı bana abartılı olarak gelirdi. Belki de o dönem pogromun büyüklüğünü tahayyül edecek bir yetişkinlikte değildim. Belki de geçmişe dair mitik bir anlatı olarak düşündüm yayamın anılarını.
Sonrasında 6-7 Eylül’ün 50. Yılı geldi ve İstanbul’da, Karşı Sanat Çalışmaları’nda “Tümamiral Fahri Çoker’in Arşivinden: Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” adlı bir sergi açıldı. İşte o sergide yayamın anılarının hiç de abartılı bir yanı olmadığını gördüm. Yayam anlatırken benim kafamda çizdiğim sahnelerin birebir halini fotoğraflarda görmek, yüzüme yumruk yemiş gibi hissettirdi bana. Öyle bir yumruk ki sergiyi ‘’protesto’’ etmek için gelen faşist güruhun fotoğraflara attıkları yumruklardan daha sağlamdı. Sonrasında yapılan tartışmalardan; 6-7 Eylül Pogromu olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu’nun (sonradan yalanlasa da) verdiği bir röportajda, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” açıklamalarına şahit olduk.
Her ne kadar dönemin istihbarat teşkilatı Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti’nin (MAH) organizasyonu olsa da 6-7 Eylül Pogromu; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dilinden düşürmediği ve bir demokrasi şehidi olarak bahsettiği Adnan Menderes hükümeti döneminde gerçekleşti. 6-7 Eylül Pogromu hükümetler üstü bir devlet politikasının uygulamalarından sadece biriydi. Halkları birbirine kırdıran bu politikanın amacı sermayenin Türkleştirilmesi ve toplumun etnik homojenleştirilmesidir. 1915 Ermeni Soykırımı ile başlayan bu politikalar, Cumhuriyet döneminde farklı uygulamalarla devam etti. 1923 nüfus mübadelesi, 1934 Trakya Pogromu, 1936 Beyannamesi, 1941 Yirmi Kura Askerlik, 1942 Varlık Vergisi ve 1964 Sürgünü de bu politikanın parçalarıdır.
Aslında yukarıda anlatılan anılar, Türkiyeli tüm ezilenlerin anılarıdır. Ermeni’nin, Rum’un, Yahudi’nin, Kürt’ün, Alevi’nin, işçinin, beyaz yakalının kadının, LGBTİ’nin… Türk-Müslüman-Sünni-Erkek olmayanın, sisteme biat etmeyenin ve farklı düşünenin yok edilmeye çalışıldığı bir ülkenin çocuklarının ortak hikâyesi.
Şimdi bir durup düşünelim: 6-7 Eylül 1955 Pogromu’nun üzerinden geçen koca 59 senede, devlet politikası değişmek bir yana, Rumları, Ermenileri ve Yahudileri “Affedersiniz” demeden ağza almayacak bir ayrıştırıcılığa bürünmemiş midir?
Peki ya dün 6-7 Eylül’de “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı” diye başlık atanların, Sivas’ta 1993’te “Aziz Nesin dinimize ve peygamberimize küfür ediyor” diye bildiri dağıtanlardan ya da 2013 Haziran’ında “Camiye ayakkabılarıyla girdiler, içki içtiler” diye meydanlardan haykıranlardan farkı nedir?
* Türkçesi; Anlatılan senin hikâyendir, Karl Marx, Kapital