Filistin’in İki Yolu

[ A+ ] /[ A- ]

Selim SEZER
Nor Radyo

29 Kasım Perşembe akşamından beri Filistin yönetiminin Birleşmiş Milletler’de “gözlemci devlet” sıfatıyla bir sandalyesi var. Mahmud Abbas yönetiminin, Filistin’in BM’de bugüne kadar “gözlemci topluluk” olan statüsünü “üye olmayan gözlemci devlet” statüsüne yükseltmek amacıyla yaptığı başvuru, 29 Kasım günü yapılan oylamada 9 ret ve 41 çekimser oya karşı 138 evet oyuyla kabul edildi. Bazı yorumlarda bu gelişmeyle birlikte Filistin yönetiminin uluslararası planda de facto bir devlet niteliği kazandığı değerlendirmeleri yapılıyor.

Bu kararın kısa vadede bir dizi olumlu pratik sonuçları da olacaktır. Örneğin, Filistinlilerin İsrail’in işlediği insanlık suçları nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi veya Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne başvurması mümkün olacaktır. Keza, Birleşmiş Milletler’in 16 alt kuruluşuna üye olması kolaylaşacaktır (halen bunlardan yalnızca birine –UNESCO’ya– üyedir). Orta vadede Filistin’in 1967 sınırları içerisinde (Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs) bağımsız bir devlet olarak tanınması yolunda da önemli bir adım atılmıştır.

Ne var ki bunun önünde bir dizi pratik engel de bulunmaktadır. Hatırlanacağı üzere Abbas yönetimi geçtiğimiz yılın Eylül ayında Filistin’in bir devlet olarak tanınması talebiyle BM’ye başvuruda bulunmuş, ancak bu başvuru gündeme bile alınmamıştı. Diğer yandan böyle bir kararın çıkabilmesi için Güvenlik Konseyi’nin tüm üyelerinin kabul oyu vermesi gerekiyordu ve ABD, böyle bir girişimi veto edeceğini açıkça söylüyordu. Bu durum hâlâ geçerlidir. Obama yönetimi, İsrail ve Ramallah arasındaki müzakereler ve “barış” görüşmeleri tamamlanmadan “tek yönlü” hiçbir girişime onay vermeyeceğini her fırsatta tekrar ediyor.

Peki bu “barış” görüşmelerini sabote eden kim? Birkaç hafta önce, bizzat kendisinin provoke ettiği roket saldırılarını bahane ederek Gazze’ye bir kez daha ölüm yağdıran İsrail’in “kendisini savunma hakkına” tam desteğini ilan eden ABD’nin, Filistinlileri tek yanlı girişimlerle barışı sabote etmekle itham etmesi ironik değil mi? Görüşmelerin temel tıkanma noktası, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yasa dışı Yahudi yerleşim birimleri olduğu halde, neden ABD buna karşı hiçbir yaptırım ilan etmedi de, BM’nin kararına karşı hemen yaptırımlarla yanıt veriyor? Kararın üzerinden sadece saatler geçmişken İsrail’in önce yerleşimciler için 3 bin yeni konut inşa edeceğini açıklaması, arkasından Özerk Yönetim’e giden 120 milyon dolarlık vergi gelirlerini gasp etmesi karşısında büyük ölçüde suskun kalan Barack Obama-Hillary Clinton ikilisinin Filistin sorununa adil bir çözüm arayışında olduğuna inanmamız için hiçbir neden yoktur.

Bu söylediklerimiz, ABD’nin bir Filistin Devleti’nin kurulmasına bütünüyle karşı olduğu anlamına gelmiyor. Obama, Filistin yönetiminin bir devlete dönüşmesini istiyor, ancak olabilecek en geri koşullarda ve en fazla tavizle. Arzulanan şey, “barış görüşmeleri” içinde Filistin tarafının, başta mültecilerin geri dönüş hakkı olmak üzere Filistin halkının tarihsel hedeflerinden vazgeçmesi. Ve daha kötüsü, Abbas yönetiminin de buna razı gibi görünmesi. Birkaç hafta önce Mahmud Abbas’ın bir İsrail televizyonuna verdiği röportajda sarf ettiği ve sonrasında “yanlış anlaşıldım” demek zorunda kaldığı, “Bütün Filistinliler doğdukları topraklara geri dönmeyi istemek zorunda değiller. Mesela ben, Safad köyüne dönmek istemiyorum” şeklindeki skandal sözleri, bu durumun en açık kanıtlarındandır. Keza başmüzakereci Saab Erakat’ın işgalciyle el altından sürdürdüğü çirkin pazarlıklar ve gösterdiği teslimiyet, hafızalardan kolay kolay çıkmayacaktır. Sadece bu örnekler bile Ramallah yönetiminin “Filistin halkını temsil etme” iddiasının altının boş olduğunu göstermek için yeterlidir. Zaten öyle olmasaydı altı yıldır seçime gitmekten kaçınmazlardı.

Bir an için ’67 sınırlarında bir Filistin devletinin kurulabileceğini varsaysak bile, bunun pek çok soruna çözüm olmayacağını da vurgulamak gerekir. İsrail, Gazze ve Batı Şeria’yı Filistin devletine bırakırken muhtemelen Kudüs’ün doğusunu bile bırakmayacak, milyonlarca Filistinli mültecinin doğdukları yerlere dönmesine izin vermeyecek, bilakis kendi idaresi altındaki Filistinlilere yönelik ırkçı uygulamalarını arttıracak, yahut bir tür “nüfus mübadelesi”ni gündeme getirerek sınırın diğer tarafındaki yerleşim birimlerini boşaltmanın karşılığında Hayfa’da, Yafa’da, Akka’da veya ’48 Filistin’inin diğer bölgelerinde yaşayan Filistinlileri sınırın diğer tarafını göçe zorlayacaktır.

Bütün bunlar, ’67 sınırlarında bir Filistin devletinin kurulmasının olumlu yanları da bulunmakla birlikte, hiçbir biçimde Filistin halkının kurtuluşu anlamına gelmeyeceğini göstermektedir. Şu an itibariyle BM’de kazanılan statü ise, bağımsız bir devletin kazanımlarını (sınır güvenliği, bağımsız ticaret, resmi bir ordu, liman ve hava sahası kontrolü, vb.) sağlamaktan çok çok uzaktadır. Az konuşulur hale gelen “1948 sınırlarında tek ve demokratik Filistin devleti” seçeneği, hâlâ Filistin sorununun tek hakkaniyetli çözümü olarak durmaktadır.

Eğer Ramallah yönetimi, attığı adımları bu uzun yolda birer durak haline getirirse, desteği hak eder. Tersine, bir uzlaşma arayışı içinde, Filistin halkına “gerçekçi olalım, bununla yetinmeliyiz” derse, eninde sonunda bir “Filistin Baharı” ile koltuğu terk etmek zorunda kalacaktır.

Atılım Gazetesi