İki Liberal Tarihçinin Haziran Direnişi Sınavı

[ A+ ] /[ A- ]

Çiğdem OĞUZ – Nezih BAMYACI
Bilim ve Gelecek

1 Mayıs itibariyle kitleselleşen ve ülkenin pek çok kentine yayılarak toplu bir direniş kimliğine bürünen Gezi Parkı eylemleri, yalnızca gündemin birinci sırasını işgal etmekle kalmadı, Türkiye toplumuna ve Türkiye siyasetine dair pek çok ezberi de geçersiz kıldı. Bu beklenmedik sarsıntı karşısında Recep Tayyip Erdoğan ve AKP kadroları kadar hükümeti destekleyen çevrelerden pek çok kişi de olan biteni anlamlandırma konusunda belirgin bir zaaf gösterdi. Zihinlerdeki bu acziyet ise dillerde iki şekilde ifade buldu: Meydana gelmekte olan toplumsal hareketi itibarsızlaştırmak için açıkça ve ısrarla yalana başvurmak veya mevcut durumda karşılığı olmayan ezbere kavram ve kategorilere dört elle sarılmak.

Haziran direnişi üzerine kaleme alınan değerlendirme yazılarına bakarak sözü geçen acziyetten kimi akademisyen köşe yazarlarının da payını aldığını iddia etmek mümkün görünüyor. Bu gözlemimizi somutlaştırmak için Halil Berktay’ın 15 Haziran tarihinde ‘Küyerel’ internet sitesinde yayınlanan ‘Maksimalist boyölçüşmecilik, barışa ve demokratik kazanımlara zarar verecek’ ve Cemil Koçak’ın 23 Haziran tarihinde Star gazetesinde yayımlanan ‘Bu Oyunun Benzerini 70’lerde Şili’de Oynadılar’ başlıklı yazılarını ele alacağız.

Modernistler ve muhafazakârlar ikiliği yanılsaması

Tek tek değerlendirmelere başlamadan önce iki yazının da ortak eksenini belirleyen bazı temel varsayımların bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda, öncelikle söz etmemiz gereken varsayım, Osmanlı’nın son döneminden bu zamana uzanan modernistler ve muhafazakârlar ikiliğidir. Bu ikiliğin özünde, bütün bir tarih yazımını etkileyen modernist, Batıcı, sonradan kısaca Kemalistler olarak anılan kesimle daha geleneksel, İslami değerlere vurgu yapan kesim arasındaki çatışmayı merkez alan yaklaşımı görüyoruz. Bu yaklaşıma göre; gelenekselliğe vurgu yapan bütün kesimler ‘halk’ olarak ifade edilirken, seküler değerleri ön plana çıkaran kesimler ‘elit’ olarak tanımlanmaktadır. Bu şematik algı içerisinde ‘elitler’ otoriter ve statükocu bir tepeden inmecilikle özdeşleştirilirken, gerçek bir demokrasiyi olgunlaştırma misyonu ilerici ve yenilikçi bir potansiyele sahip olduğu düşünülen geleneksel ‘halk’ kitlelerine yüklenmiştir. İki yazarın da Gezi Parkı olaylarını değerlendirirken, bu şematik düşünce içinde fikir yürüttüğünü, modernist ve muhafazakâr kesim ikiliğinden yola çıkarak direnişi ‘halktan’ kesin çizgilerle ayrılmış anti-demokratik gösteriler olarak konumlandırdığını söylemek mümkündür. Mevcut durumun dinamiklerini gerçekçi biçimde analiz etmek yerine, bu şematik düşünceden hareketle politik tavır takınan bu akademisyenlerin, toplumun bileşenlerine sabitlenmiş siyasi pozisyonlar atfederek maddi temelden uzak, özcü ve indirgemeci bir perspektifi tarih disiplinin temel prensiplerine yeğ tuttuklarını gözlemliyoruz. Ayrıca, bu teorik çerçeve, hükümeti desteklemenin nedeni değil, politik tercihlerin bir sonucudur.

Hareket Kürt, Ermeni ve Müslüman düşmanı mıydı?

Bu sabitlenmiş siyasi pozisyonlardan yola çıkan Berktay, hareketin ‘ikinci hafta gelişimi’ olarak dönemlendirdiği süreç boyunca ‘ultra sağcılar’ olarak nitelendirmeyi uygun gördüğü CHP, İşçi Partisi ve TKP gibi siyasi odaklar tarafından kirletildiği savından hareketle, askerî vesayeti geri getirmek ve Kürt sorununda barış ve reform sürecine karşı, karşı-devrim gerçekleştirmek ekseninde bir politik gündeme kaydırıldığı sonucuna varıyor.

Berktay ‘ikinci hafta gelişimi’ ardından hareketin büründüğüne inandığı karakteri ise şöyle betimliyor: “Mesele sadece Türk bayraklarından ibaret değil. Taksim direnişinin içindeki, yeni ve büyüyen Kürt düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı, soykırım inkârcılığı, Müslüman düşmanlığı (ve hatta Müslüman kadınlara yönelik saldırganlık), çeşitli örnekleriyle apaçık ortada.”

Berktay’ın Kürt düşmanlığı yakıştırmasına yanıt vermeden, gözlemlerimiz doğrultusunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, BDP’nin süreç boyunca takındığı ikircikli tutum, meydanı dolduran kitlelerin çoklukla Kürt hareketine mesafeli bir tabandan geliyor oluşu ve devletin hareketi etnik çatışmaya evrilterek itibarsızlaştırmak ve resmî şiddeti meşrulaştırmak gibi tehlikeli bir stratejiye yönelme ihtimali, meydanda toplanan kitlede bir tedirginlik oluşmasına neden olmuştur. Ancak, meydandaki insanlar şiddet eylemine dönüşmeyen ve kitleselleşmeyen birkaç tepki dışında meydandaki Kürt temsiliyetine Berktay’ca atfedilen köktenci ve histerik tepkileri vermemişlerdir. Oldukça çarpıcı bir başka nokta ise Berktay’ın ‘ultra-sağcılar’ olarak nitelediği grupların, bu bireysel tepki anlarında dahi müdahil olarak insanlara sağduyu çağrısı yapmış olmasıdır. Sözü geçen ‘ultra-sağcılar’ kitle üstünde toplu bir saldırı başlatacak niyet ve iradeden çok uzak bir noktadayken ve ‘kendiliğinden’ kitleler böyle bir kalkışmadan uzak durduğu halde, Berktay’ın ‘kendiliğinden’ kitlelerin ve ‘ultra-sağcı’ organizasyonların gündemlerini birdenbire ‘Kürt sorununda barış ve reform sürecine karşı bir karşı-devrim hayaline’ çevirecekleri yönündeki kehanetini 31 Mayıs’tan bu yana uzanan deneyimlerinden değil, rezervinde tuttuğu ezberlerinden yola çıkarak temellendirdiği izlenimini uyandırmaktadır.

Berktay’ın ‘Ermeni düşmanlığı’ yakıştırmasının da maddi temellerinin varlığını bilmiyoruz. Berktay’ı kaygılandıran ‘ikinci hafta gelişimi’ boyunca ve sonrasında direnişçilerin ne zaman Ermeni Soykırımı’nı tanımak ve tanımamak gibi bir gündemle bir araya gelip, soykırım inkârcılığından yana tavır aldığını kamuoyuna açıklamak sorumluluğu Berktay’a aittir. Aksi takdirde, kendi zihninde sabitlediği kategorilerden yola çıkarak, direniş hareketi içerisinde bulunduğunu varsaydığı Ermeni karşıtı reflekslerin tam da direnişin karşında yer alan odaklar tarafından1 sergilendiği gerçeği karşısında, Berktay’ın bu argümanları en yumuşak tabiriyle fantastik olarak nitelendirilebilecektir. Gezi’ye destek veren Nor Zartonk İnisiyatifi’nin ‘Mezarlığımızı aldınız, parkımızı alamayacaksınız’ sloganıyla orada olması da Berktay’ın görmezden gelmeyi yeğlediği bir gerçektir.2

Berktay’ın modernist ve muhafazakâr kesim ikiliğine dayalı şematik algısı Müslüman düşmanlığı yakıştırmasıyla bir kez daha kendini göstermekte ve Müslüman kadınlara yönelik saldırganlık suçlamasıyla yazar iyi niyet sınırlarını epeyce zorlamaktadır. Bu noktada, Berktay maalesef bizleri bir kez daha malumu ilama zorluyor. Kitleleri sokağa iten motif din karşıtlığı değil, dinin AKP zihniyetinin elinde yaşam tarzından sanata ve bilime varıncaya değin hayatın her alanı üzerinde sınır tanımaz bir tahakküm ve zulüm aracı haline gelmesidir. Anti-Kapitalist Müslümanlar gibi grupların yanı sıra herhangi bir gruptan bağımsız pek çok inançlı kadın ve erkeğin direnişe katıldığı malum. Bu insanların düşmanlık görmedikleri gibi direniş saflarında varlıklarının sevinçle karşılandığına, kendini Müslüman olarak tanımlamayan direnişçiler tarafından hassasiyetlerinin gözetildiğine ve direnişe katılanların önemli bir kısmının da bu hassasiyetleri bizzat paylaştığına dair ortada sayısız yazılı-görsel malzeme ve tanıklık mevcut. Bu şartlar altında Müslüman düşmanlığından söz etmek, Erdoğan’ın sürekli dillendirdiği bu görüntülerin bir türlü belgelenememesine rağmen, Müslüman kadınlara saldırı iddiasını tartışılmaz bir gerçekmiş gibi servis etmek de herhangi bir ahlaki ilkeyle bağdaştırılabilecek gibi görünmemektedir.

Tuzu kuru Beyaz Türkler mi?

Mesele direnişçilerin sosyal ve sınıfsal niteliğini betimleye geldiğinde Berktay ve Koçak’ın bakış açılarının çakıştığını ve bu bakış açısının elit-halk karşıtlığı üzerine kurulu dar, kategorik değerlendirmelerin ötesine geçemediğini görüyoruz. Berktay “hareketin önderliği ve egemen kıvamı itibariyle eksen değiştirip bir Beyaz Türk hareketi olmaya doğru kaydığı” değerlendirmesini yaparken, Koçak oldukça ‘yaratıcı’ bir biçimde Salvador Allende ve Recep Tayyip Erdoğan arasında paralellik kurduğu yazısında, Şili’deki darbe yanlıları ile Haziran direnişinin kitlesi arasında var olduğuna inandığı benzerlikleri şu şekilde özetliyor: “[Şili’de] Tencere-tava gösterileriyle ilgili olarak solcular olaylar sırasında şöyle yazacaklardır; ‘Burjuvazinin en tepkici çevrelerince yürütülen bu açlık gösterisinde protestonun simgesi olarak boş tencereler gösterilmiştir; işin garibi şu ki bunu yapanlar asla yiyecek sıkıntısı çekmemiş olanlar, gösteri yerine şatafatlı arabalarla gitmiş olanlardır […] Dün tutuklanmış olan 90 geçten en az %60’ı 18-20 yaşlarında gençlerdir ve hepsi de çalışmanın ne demek olduğunu asla bilmemiş ana kuzusu delikanlılardır, şimdiye kadar tek bir tabak bile yıkamamış genç kızlar, kuvvet gösterilerine, tedhiş eylemlerine katılmışlardır.”

Şili’de, Allende’nin ve dolayısıyla onun Türkiye’deki muadili Erdoğan’ın arkasındaki kitle ise Koçak’a göre şöyledir: “‘Unidad Popular’ (Halk Birliği), komünistlerin, Allende’nin içinde bulunduğu sosyalistlerin, radikallerin, halkçıların, sosyal demokratların ve en sonunda solcu Hıristiyanların ortak siyasal platformu olarak 1969’da kurulmuştu.”

Erdoğan bu denli çeşitli kitleleri arkasına toplamayı başarabilmiş miydi sorusu tartışmaya açıktır. Ancak, gün itibariyle dar bir Milli Görüş tabanına doğru geri çekilmekte olduğu her söylevinde benimsediği dışlayıcı-ötekileştirici dilden okunabilmektedir. Allende’nin ‘Unidad Popular’ına benzer bir ittifakın ise direniş cephesinde oluşmakta olduğu aklıselim rehber alınarak yapılacak en ufak bir gözlemle bile ortaya konulabilir.

Direnişi bir Beyaz Türk hareketi olarak adlandırmak ya da tuzu kuru kesimlerin şımarıkça bir kalkışması olarak yaftalamak, elit-halk ikilemini amentüsü haline getirmiş kategorik bakış açısı içerisinden meşru görünüyor olabilir. Fakat bu değerlendirme gerçeklerle karşılaştırıldığında gördüğümüz şey teorinin arkasına sığınıp AKP iktidarının savunmasını yapmaktır. Örneğin Gazi Mahallesi ve Dikmen gibi sakinleri çoklukla emekçi kesimlerden oluşan mahalleler nasıl olup da polis şiddetinin en vahşi örneklerine hedef olmak pahasına tuzu kuru kesimlerin şımarıkça kalkışmasının yanında yer almaya gönüllü olmuşlardır? Bu Beyaz Türk hareketi aralarında muhafazakârlığın kalesi olarak bilinen pek çok kent de dahil olmak üzere, onlarca şehirde nasıl kendine yandaş bulabilmiştir? Ostim’de kaynak işçisi olarak çalışan Ethem Sarısülük, çalışmanın ne demek olduğunu asla bilmemiş ana kuzusu delikanlıların davası için meydanlara inip katledilmezden önce ne düşünmüş olabilir? Sokağa çıkan halkı münferit göstermek de bir tür elitizm değil midir? Öyle görünüyor ki bu sorulara rasyonel cevaplar verebilmek ancak ve ancak direnişin tuzu kuru Beyaz Türklerden çok, daha geniş bir kitlenin paylaşmakta olduğu rahatsızlıklardan beslendiği gerçeğini teslim etmek ile mümkün olacaktır.

Son olarak, Haziran direnişi için yapılan darbecilik yakıştırmaları üzerine birkaç söz söylemenin yerinde olacağı kanısındayız. Berktay, hareket içerisindeki ‘esas gündemleri AKP’yi geriletip askerî vesayeti geri getirmek olan ulusalcı ve Ergenekonculara’ dikkat çekerken; Koçak, Allende’ye karşı gerçekleştirilen darbeyi hazırlayan süreçle doğrudan benzerlikler kurmaya çalışarak Haziran direnişini konumlandırdığı çizgiyi belli etmektedir. Ancak, bir ayı aşkın bir süre boyunca devam eden direnişin genlerinde böyle bir eğilim taşıdığını varsayanların özcü öngörülerini ve bizzat direnişçilerin bir bölümü de dahil olmak üzere teyakkuzda bekleyen pek çok kesimin endişelerini boşa çıkartıp orduyu davet etme hatasına düşmemiştir ve sahnedeki pek çok aktör arasından “Ordu da müdahale edebilir” demek Bülent Arınç’a nasip olmuştur.3

‘Bu daha başlangıç /mücadeleye devam!’

Direniş hareketinin varacağı nihai menzili bugünden tam olarak kestirmek elbette zordur. Ancak umut vardır. Umutlu olmak için pek çok somut sebep vardır.

31 Mayıs’tan bu yana parklarda ve meydanlarda basının, devletin, askerin, polisin ya da statükocu partilerin dolduruşuna gelmeksizin birbirinin yüzüne bakmaya başlayan bu insanlar, birbirlerini yok etmeden de özgürleşmenin mümkün olduğunu görmektedirler. 1950’lerin öncesine ket vurup yıllar boyu türlü vesayetler altında nöbetleşe mağdur olmaktansa sosyalistleri, Kürtleri, Müslümanları ya da Kemalistleri tasfiye etmeye dayalı siyasetin yerine yeni bir siyaset koyma potansiyelleri vardır.

Türkiye’nin parklarında ve meydanlarında mevcut siyasi yapıların çok ilerisinde bir demokrasi ve özgürlük tahayyülü yaşanmakta ve tartışılmaktadır. Ve halkın acemi ancak kararlı olarak attığı her yeni adımda miadı dolmakta olan siyasi akıl ile onun çeperinde var olan tarih anlatısı geçerliliğini yitirmektedir.

Türkiye halkı yıllardan sonra askerî vesayeti, AKP despotizmini ya da başka bir oligarşik yapıyı değil, bizzat kendisini demokrasinin, hak ve özgürlüklerinin teminatı olarak ortaya koyabilmek noktasına ilerlemektedir.

Dediğimiz gibi umut vardır. Ve Berktay’ın iddia ettiği gibi hareketin ikinci haftasında birileri tarafından dayatılmamış, tam aksine direnişin ilk gününden beri dillerde yerini almış olan şu kararlılık ifadesi mevcut oldukça umut da hep canlı kalacaktır:

“Bu daha başlangıç / mücadeleye devam!”

DİPNOTLAR:
1- Basında yer alan yazılı ve görsel malzemelerle desteklendiği üzere, 21 Haziran akşamında Yeniköy Parkı’nda gerçekleştirilen foruma yapılan faşist müdahale esnasında da, halkın protestosuna tepki veren bazı çevik kuvvet polislerinin gösterdiği tepkilerde de direnişçileri Ermeni olmakla ‘itham eden’ bir dil kullanılmıştır.
2- https://www.norzartonk.org/2013/06/07/gezi-parki-fasizme-mezar-olacak/
3- http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/06/ 130617_gezi_aciklamalar.shtml Arınç daha sonra ‘ordu göreve’ imasının yanlış anlaşıldığına dair 18 Haziran 2013’te BBC Türkçe’nin haberine tepki olarak şöyle demişti: “Bizim kolluk kuvvetlerimizin görevleri bellidir. Bir yerde toplumsal bir olay meydana geldiğinde valilerimiz bölgede asayişi sağlamakla sorumludur. Önce polisleri, arkasından jandarma güçlerini kullanırlar. Eğer olaylar yayılırsa valilerimizin isteğiyle oradaki askeri güçler de bu huzurun sağlanması için kullanılabilir. Bunu farklı algılamamak lazım. 5442 sayılı Kanunun valilere verdiği yetkiler sonuna kadar kullanılır ve valilerimiz asayişi temin ederler.” http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/06/130618_arinc_bbc_kinama.shtml