Selim Sezer
Kendisini önce Irak İslam Devleti, daha sonra hedef genişleterek Irak ve Şam İslam Devleti, yakın zamanda ise hedefini çok daha fazla genişleterek İslam Devleti olarak adlandıran radikal/tekfirci örgütün bütün bölge halkları için ne kadar büyük bir tehdit teşkil ettiğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Yakın zamanda bütün dünyanın tanık olduğu Ezidi katliamı ve çocuklar ve yaşlılar da dahil olmak üzere binlerce insanın Şengal dağlarında aç-susuz kuşatma altında bırakılması, IŞİD’in insanlığa karşı işlediği suçlar dizisinin sadece bir unsuru.
Ebu Bekir el-Bağdadi’nin sözde “hilafeti” altındaki sınırlarını genişletmek veya konsolide etmek için her tür terör yöntemine başvuran örgüt, başta Şiiler ve Aleviler için, yanısıra Hristiyanlar ve diğer gayrimüslimler, Kürtler, öteki etnik-dinsel/mezhebi azınlıklar ve hatta kendilerine biat etmeyen ana akım Sünniler için, kısacası kendilerinden olmayan herkes için varoluşsal bir tehdit oluşturuyor.
Giderek büyüyen ve gücünü arttıran örgütün şu anda Ortadoğu’nun karşı karşıya olduğu en büyük tehditlerden biri, belki de birincisi olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Bölge halklarının selameti için bu oluşumun acilen durdurulması gerekmektedir ve bu makalenin yazarına göre Irak, Suriye ve Lübnan’da gerek resmi güçlerin, gerekse de devlet dışı aktörlerin IŞİD tehlikesini bertaraf etmek için yürüttüğü mücadeleler desteğe şayandır. Ancak merkezinde Amerika Birleşik Devletleri’nin olduğu çokuluslu bir gücün Suriye ve Irak’taki IŞİD mevzilerine yönelik hava saldırılarıyla başlayacak dört aşamalı harekat hazırlığı, denklemi çeşitli nedenlerden ötürü girift hale getirmektedir.
Öncelikle ABD’nin IŞİD’le olan sorununun tam olarak ne olduğunun ortaya konulması gerekiyor. Birinci İslam halifesi Ebu Bekir dönemindeki Ridde Savaşları’nı kendisine referans alan örgüt, kendi yorumuna göre “mürted”, yani dinden çıkmış olan insanlarla mücadeleyi birinci sıraya koyarak, ABD, İsrail ve öteki emperyalist güçlerle mücadeleyi uzak bir geleceğe havale ettiğini bizzat kendi doktrini dahilinde ifade ediyor. Ayrıca “hilafet”ini sağlam temellere dayandırmayı ve bu amaç doğrultusunda karşı karşıya olduğu doğrudan engelleri kaldırmayı (yani örneğin egemenlik alanı içindeki Ezidileri sürmeyi, Şii-Alevileri kıyımdan geçirmeyi), dış güçlerle savaşmaya nazaran öncelik olarak kabul ediyor. Bu bağlamda ABD için yakın bir varoluşsal tehdit oluşturmuyor.
ABD’nin önceki süreçlerde IŞİD’e destek verip vermediği de, uzun süredir tartışma ve spekülasyonların konusu oldu. Bu makalenin yazarının iddiası, ABD, Türkiye ve (başta Suudi Arabistan olmak üzere) Körfez ülkelerinin hiçbirinin IŞİD’e tam ve doğrudan destek vermediği, ancak hepsinin kısmi ve dolaylı destek verdiği şeklindedir. Örgütün Suriye’de Esad, Irak’ta Maliki yönetimine karşı verdiği savaş tek başına bile, sözünü ettiğimiz aktörlerin IŞİD’i tolere etmesi için bir sebep teşkil etti. Özellikle Suriye’ye giden uçaklar ve tırlar dolusu silahların destinasyonu öteki örgütler (ÖSO, İslami Cephe, vs.) olsa da, bunların IŞİD’e ve diğer El Kaide türevi örgütlere ulaşabileceği ihtimali, yahut örneğin Ürdün sınırında doğrudan CIA tarafından eğitilen militanların bir süre sonra silahlarıyla birlikte bu örgütlere biat etme ihtimali, öngörülmesi zor olgular değildi. Ayrıca örneğin Rojava’da gerçekleşen PYD-IŞİD çatışmalarında Türkiye’nin bir öncelik tercihi yaparak IŞİD’e en azından lojistik yönden destek verdiği yönünde güçlü iddialar ve göstergeler bulunuyor.
Bugün ABD ve NATO’nun IŞİD’i tehdit olarak görmeye başlamasının ise birkaç sebebi var. Öncelikle, bütün El Kaide türevleri gibi kontrolsüz bir güç olan IŞİD’in aşırı büyümesi, Irak ve Suriye’deki toplam militan sayısının (kimi tahminlere göre) 80 bine ulaşması, örgütün tankları, hatta savaş uçaklarını ele geçirmesi ve kontrol ettiği bölgelerden çıkardığı petrolü uluslararası pazarlara satma noktasına dahi gelmesi, emperyalist unsurlar açısından kontrolü ele alma ihtiyacı doğurdu. Polemik yaratma pahasına da olsa vurgulanması gereken daha özgün bir neden ise, IŞİD’in Irak Kürdistanı’nı hedef almaya başlamış olmasıdır. Hatırlanacağı üzere 12 Haziran günü IŞİD sözde “intifada” başlatıp Musul’un kontrolünü ele geçirdiği zaman Barzani güçleri buna önemli ölçüde kayıtsız kalmış, örgüt, önüne hedef olarak Necef, Kerbela ve hatta Bağdat’ı koyduğu halde ABD yönetimi bu meseleye karışmayacağını söylemişti. Ancak örgüt yüzünü Erbil’e döndükten birkaç gün sonra ABD’nin ilk hava operasyonları başladı.
Atlanılmaması gereken çok önemli bir nokta da, IŞİD’in aynı zamanda Suriye’deki rejim karşıtı öteki gruplarla da savaşıyor ve onları giderek “yutuyor” olmasıdır. Sahada “ÖSO” diye bir gerçeklik neredeyse kalmamıştır ve El Nusra Cephesi dahil pek çok örgütten sayısız militan, büyük bir hızla IŞİD’e biat etmektedir. Bu noktada ABD için IŞİD’e karşı öteki (ve Türkiye ile Körfez ülkeleri tarafından da doğrudan desteklenen) silahlı örgütlerin güçlendirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmış ve bu durum ABD Başkanı Barack Obama’nın 11 Eylül sabahı yaptığı konuşmada açıkça ifade edilmiştir.
Bütün bunların anlamı, yaklaşan çok-uluslu harekatın amacının bölgedeki durumun revize edilmesi ve ABD ve NATO çıkarları doğrultusunda kartların yeniden dizilmesi olduğudur. Gerek bu durum nedeniyle, gerekse de modern çağda hava saldırılarının, savaşla ilgisi olmayan sivillerin de ölümüne yol açmadığı tek bir örneğin bulunmaması nedeniyle, ilerici güçlerin bu harekatı desteklemesi beklenemez. Bu bağlamda, gerek Suriye Dışişleri Bakanlığı’nın, gerekse de Irak’taki Amerikan karşıtı Şii lider Mukteda es-Sadr güçlerinin, söz konusu harekat planlarını “işgal girişimi” olarak tanımlaması gözden kaçırılmamalıdır.
IŞİD tehlikesinin derhal durdurulması gerektiği de, bunun barışçıl yollardan olamayacağı da açıktır. Ancak bunun için “bel bağlanacak” olan yer de elbette ABD, NATO veya onların öncülük ettiği çok-uluslu güçler değildir. Bugün hem emperyalizme, hem de aşırıcı terörizme ve mezhepçiliğe karşı halkların güçlü bir cephe oluşturması gerekmektedir. Geçen yıl tam bu günlerde, Suriye’ye yönelik bir hava saldırısı ilk defa gerçek bir tehlike hale geldiğinde sessizlik ve zımni destek arasında bir yerde duran ve genel olarak “Suriye krizi”nin açık bir jeopolitik çatışma niteliği almasından bu yana ABD ve NATO aleyhindeki her tutumu “Esedçilik” diye yaftalayan kesimlerin, şimdi bir anda ABD ve NATO karşıtı kesilmesi ise, uzun süredir sergiledikleri ağır ironiler ve tutarsızlıklar zincirine yeni bir halka eklemiştir.