Türk ve Ermeni Muhaliflerin Yazılı Olmayan Protokolü!

[ A+ ] /[ A- ]

Alin OZİNYAN
Zaman Gazetesi

Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin “normalleşme” süreci son dönemde en çok tartıştığımız konular arasında. Bu durumun benzeri Ermenistan’da yaşanıyor. Sorulan soru hep aynı: “Sınır açılır ve diplomatik ilişkiler tesis edilirse ne kazanırız?” İki ülkenin devlet başkanları gerçekten siyasî irade göstererek sorunu çözmeye ve artık ilişkilerin kurulmasına çalışıyorlar.

Hatırlarsanız Ermenistan’daki seçimler sırasında Türk basını ve “uzmanları” tarafından “Türk düşmanı” olarak adlandırılan, Karabağlı olmak ile suçlanan Sarkisyan, şu an içerideki ve dışarıdaki baskılara ve hakaretlere rağmen içinde bulunduğu süreci tamamlamaya çalışıyor. Aslında durum Türkiye’de de farklı değil, iki tarafın muhalefetlerinin suçlamaları bile çok benzer, bana bu benzerlik manidar bile geliyor bazen. Zaman zaman Cumhurbaşkanı Gül, Ermeni olmakla “suçlanırken” Sarkisyan’a da “Türk” sıfatı yakıştırılıyor. İki halkın hakaret etme tarzındaki paralellik bile algıdaki yanlış seçiciliğimizin benzerliğine ve iyi komşu olabileceğimize işaret ediyor aslında.

Muhalefetlerin sıkıntısı belki de Türk-Ermeni yakınlaşması ile değil, hükümetin içinde olamamak ile ilgili, iki tarafta da daha önce Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesinden yana olanlar bugün protokollerin yanlış olduğunu öne sürüyorlar. Burada belki de durup düşünmek gerekli, hükümetlere mi karşıyız, Türk-Ermeni yakınlaşmasına ve sorunun çözümlenmesine mi? Eğer böyleyse elimizi vicdanımıza koyup ‘hükümet yanlısı değilim ama ülkemin açık sınırlarının olması, iyi komşuluk ilişkileri geliştirilmesi arzusundayım’ diyebilme cesareti gösterebilmeliyiz.

Çözümsüzlüğün Çözüm Olduğu Günler Geride Kaldı

Türkiye ve Ermenistan’ın sınırın açılmasından ve diplomatik ilişkiler kurulmasından sonra ekonomik ve siyasî olarak iki tarafın da ne kazanacağını, doğunun ekonomik olarak gelişmesinden ya da uluslararası platformda “Ermeni sorununun” artık Türkiye’nin önüne temcit pilavı gibi ısıtılarak getirilmeyeceğinden bahsetmektense şu anda daha basit yaklaşmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Durumu “normalleştirmeye” çalıştığımıza göre, içinde bulunduğumuz durum anormal, önce bunu kabul etmeliyiz. Ermenistan sınırı uzun süredir kapalı, Sovyetler dağıldıktan sonra açılması beklenen sınır hiçbir zaman tam anlamıyla açılmadı. Doğuda bulunan “küçük” Ermenistan, Türkiye’yi tedirgin ederken, Azerbaycan ve Türkiye arasına sıkışmış Ermenistan bu duruma o kadar alıştı ki, açık sınırları olduğunda o da ne yapacağını kestiremiyor. Korkudan mı alışkanlıktan mı bilinmez iki taraftan da belirli bir kesim çok sert statükocu oldu. Ama ne yazık ki “çözümsüzlüğün” çözüm olduğu günler artık geride kaldı. Ege sorunu, Yunan adaları dendiğinde artık kimsenin aklına Kardak kayalıkları falan gelmiyor, Suriye’nin gözünün Hatay’da olmadığını da kavradık, hatta sınır ötesi kebap yeme planları bile yapıyoruz. Sıra Ermenistan ile ilişkiye gelince “yok, olmaz” refleksimiz devreye geçiyor.

Kazançtan önce herkeste bir kaybetme paranoyası var. Ermenistan’ın ekonomik olarak Türkiye tarafından parselleneceği, Ermeni kızların tümünün Türkler ile evlenip Ermeni milletinin soyunun kuruyacağından tutun da, sınır açılırsa Iğdır’daki genç delikanlıların “hain” Ermeniler şehre gelmeye cesaret ederlerse onlara nasıl hadlerini bildirip genç yaşta hapse düşeceklerine kadar akıl almaz korkularımız varmış meğer. Ne yazık ki bu korkular bazılarının sonradan edindiği ve edinmek zorunda bırakıldığı korkular ve korkularımızı artık kırmanın vakti geldi de geçiyor. Türk, elinde baltayla bizi “kesmeyi” bekleyen bıyıklı fesli bir adam, bazılarımızın büyüklerimizden küfür olarak duyduğumuz “Ermeni tohumu” kuyruğu olan tuhaf bir canlı değil.

Konu aynı şekilde diasporada da hararetle tartışılmakta. Dışarıdan bakıldığında diaspora bir bütün olarak protokollere karşı gibi gözükse de, hep tekrar ettiğimiz gibi kendi içinde de çok sesli. Evet, diasporada Ermenistan’ın Türkiye ile sadece ve sadece önkoşullu olarak görüşmeye başlamasını isteyenler var ama bunun yanında Zürih’te imzalar atılırken mutluluktan gözyaşlarını tutamayanlar da. Aklımızda yarattığımız bir başka stereotip de diasporalı Ermeni. Bu tip genelde zengin, acımasız ve Türk düşmanı ve aynı zamanda da Ermenistan düşmanı; çünkü sınırın açılıp Ermenistan’ın ekonomik olarak gelişmesine karşı. Ama ne yazık ki bu da çok tutarlı bir fotoğraf değil. Birçok diaspora Ermeni’si sınırın açılması ve açık sınırlar üzerinden ticaret yapılması için sabırsızlanıyor. Türk kelimesini duymaya bile tahammül edemeyen, Türkiye’de yaşayan Ermenileri Ermeni saymayan, Ermenistan’ın içinde bulunduğu ekonomik zorlukları görmezden gelip, kendi hayatlarını refah ve bolluk içinde sürdürüp “sınır kesinlikle açılmamalı” diyen diaspora Ermenileri de yok değil tabii. Ama 1915’te çıkmak zorunda kaldıkları yurtlarına dönememek, bıraktıklarına sahip çıkamamak, bari ölünce bu topraklara gömülelim ricaları güvenlik nedeniyle kabul edilemeyen bu insanların neden bu refleksi geliştirdiklerini anlamak çok zor olmasa gerek. Dün Bursa’da diasporadan gelen Ermeniler de vardı, maçtan önce kestane şekerlemesi aldılar ülkelerine götürmek için…

Kimse Çıkarı Olmayan Bir Şeyi İmzalamaz

İki tarafın da hassasiyetlerinin çok fazla olduğu aşikar. Türkiye’nin küstürmemesi gereken bir Azerbaycan, Ermenistan’ın korumak zorunda olduğu tarihî gerçekler var ve bu yüzden protokollerin imzalandığı günden itibaren iki taraf da kendi kamuoyuna ne diyeceğini şaşırmış durumda. Türk hükümeti “Dağlık Karabağ” sorunu çözülmeden sınırı açmayız, fikrini her gün yeniden tazelerken Ermenistan “Ermenistan-Azerbaycan” ve “Ermenistan-Türkiye” ilişkileri farklı iki konudur, ayrı ayrı çözüme ulaşılacaktır, mesajını veriyor, herkes kendi kamuoyuna mecbur bırakıldığından dolayı oynamak zorunda kalıyor. İki tarafın şahinleri de 10 Ekim’i “Kara Gün” ilan ettiler, bakın şahinler de birbirlerine benziyor, ortaklıklarımız başladı bile, artık ortak bir “Kara Günümüz” var, ne güzel… Kabul edelim, içinde bulunduğumuz süreç gerçekten zor. Bunu Zürih’teki anlaşmayı 4 saat boyunca seyrederken daha iyi anladık. Bildiğimiz gibi protokollerin imzalanması bir düğün havasında geçmedi, aksine suratlar asılmış, gerginlik son noktaya gelmişti. İmzalar atılırken öndekilerden ziyade arka sıradaki “aile büyükleri” mutlu ve memnun idiler, tek sırıtan ise Hillary Clinton’dı. Daha sonraki günler Lavrov’un Nalbandyan’a yazdığı öne sürülen “hadi imzala” notu kafamızı meşgul etti. Bunların ne anlama geldiğini az çok hepimiz gayet iyi biliyoruz, Kafkaslar’da çizilen yeni enerji hatları için iki ülkenin ilişkilerinin ve sınırların açılmasının önemini anlayabiliyoruz.

Sarkisyan dün tüm tepkilere rağmen Bursa’ya geldi, Gül ile futbol maçını seyretti. İki gündür Bursa’da bulunan biz Türk ve Ermeni gazeteciler de katıldığımız konferansta ilerideki işbirliklerimiz ve basın olarak bu süreci nasıl destekleyebileceğimiz hakkında konuştuk. Barış istemeyenlerin sesi çok yüksek çıksa da, ilişkilerden yana olanlar düşünemeyeceğiniz kadar çok. Tüm bu sancılı süreç içerisinde iki şeyi unutmayalım, masaya oturan taraflardan hiçbiri -yekpare- tek fikirli bir ülkeyi ya da toplumu temsil etmiyor… Diaspora ve Ermenistan da birbirinden çok farklı düşüncelere sahip değil, iki tarafta da isteyen ve istemeyenler var. Diaspora’da protokolü destekleyenlerin bir araya gelip imzaladığı bir açıklama bile var, altında çok önemli isimlerin de imzaları var ama Türkiye’de kaç kişinin bundan haberi var acaba?..

İçinde bulunduğumuz süreç “normalleşme” süreci, “hayır işleme” süreci değil. Gözümüzü karartıp, ne olursa olsun sınırlar açılsın diye tabii ki protokoller imzalamayacağız, son ana kadar herkes soğukkanlı bir şekilde ve dikkatlice kendisi için en faydalı yolu diretmeye devam edecek. Kimse çıkarı olmayan protokolleri imzalamaz, bundan iki taraf da kazanacak, birbirimizin kazanmasından artık korkmamalıyız, anlaşmalar böyle olur, iki taraf da kazanır. Karşı tarafın da kazanmasına tahammül edemezseniz siz de kaybedersiniz sadece dış siyasette değil aynı zamanda iç siyasette de…