Suriye’de “Taraf” Olmak

[ A+ ] /[ A- ]

Selim SEZER
Nor Radyo

“Arap Baharı” süreci içinde iktidar değişiminin gündeme geldiği ülkeler içinde Suriye, en çetrefilli ve “taraf” olmanın en zor olduğu örneği teşkil ediyor. Bunun bir dizi nedeni var. Her şeyden önce, 11 aydır devam eden sürece rağmen ülkeden objektif ve şüpheden uzak bilgiler almak hiçbir zaman mümkün olmadı. Ülke içinde yabancı gazetecilerin faaliyet göstermesine izin verilmiyor, resmi kaynaklar ise doğal olarak haberden ziyade propaganda yapıyor. Esad karşıtları ise kendi olanakları üzerinden başta El Cezire olmak üzere çeşitli kanallar vasıtasıyla dünyaya seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ancak bu kaynakların da zaman zaman bazı şeyler abarttığı veya tahrif ettiği anlaşılıyor.

Suriye muhalefetinin kimlerden oluştuğu ve tam olarak ne istedikleri, Mart 2011’i takip eden süreçte oldukça belirsizdi, 11 ayın sonunda da bu konuda hâlâ yüzde yüz bir kesinliğe sahip değiliz. Ancak mevcut bilgiler ışığında tek ve homojen bir muhalefetin söz konusu olmadığını, Esad karşıtlarının bir bölümünün barışçıl, bir bölümünün silahlı mücadele taraftarı olduğunu, bir bölümünün yabancı müdahalesini talep ederken bir bölümünün (hatta çoğunluğunun) buna karşı olduğunu, Suriye Ulusal Konseyi içinde bile görüş ayrılıkları ve çatlaklar olduğunu, muhalefet ağırlıklı olarak Sünni Araplardan oluşmakla birlikte muhalefet ekseninin Sünnilik ve Araplık üzerinden kurulmadığını, Kürtlerden, Alevilerden ve hatta Hristiyanlardan muhalefete katılanlar olduğunu, sesleri az çıksa da sosyalistlerin de bu mücadelenin içinde yer aldığını söyleyebiliriz.

Türkiye’deki ilerici-demokrat kamuoyunun başından beri Suriye’de taraf olma konusunda pusulasız hareket etmesinin en önemli nedenlerinden biri ise Esad’ın gitmesi halinde yerine nasıl bir yönetimin geleceği sorusunun büyük bir muamma olmasıydı.

Suriye Baas rejimi, laik politikaları ve Batı karşıtı söylemiyle özellikle sol çevrelerde sempatiyle yaklaşılan bir rejim oldu. Ancak Batı karşıtlığı, özellikle Beşar Esad zamanında yalnızca söylem düzeyinde kaldı. Esad, Filistinli grupları himaye etmesi dışında, Golan Tepeleri sorunu da dâhil olmak üzere hiçbir konuda İsrail’le sürtüşme içine girmezken, ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerde de babası Hafız Esad’a göre çok daha ılımlı bir politika izledi. Diğer yandan Baas rejiminin laikliği de her zaman cılız kaldı: farklı din ve mezheplerin barış içinde bir arada yaşaması güvence altına alınmasına rağmen, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslümanlar iktidarın dışında bırakıldı. Tam 30 yıl önce, Şubat 1982’de gerçekleşen Hama katliamı da bunun bir sonucuydu. Hama’daki Sünni ayaklanmayı bastırmak için ağır silahlar, tanklar ve topçu birlikleriyle şehre giren Suriye ordusu, Ortadoğu’nun 1980’lerde tanık olduğu Halepçe ve Sabra-Şatilla gibi büyük katliamları bile geride bırakan bir katliama imza attı. Operasyon sırasında ve sonrasında kurşunlanarak, evi yıkılarak ya da yakılarak, işkence edilerek yahut idam edilerek öldürülenlerin sayısı 20 bindi.

Hama katliamı Baas rejiminin karakterini ortaya koyan tek olay değildi. 1963 yılında Baas’ı iktidara getiren darbeden itibaren ülke çapında daimi bir olağanüstü hal uygulandı. Türkiye’deki 12 Eylül yargılamalarına benzer yargılamalar 48 yıl boyunca rutin olarak sürdürüldü. 8 üniversiteye karşılık 16 ayrı istihbarat teşkilatının olduğu ülkede herhangi bir nedenden ötürü gözaltına alınmak, yıllar boyu bilinmeyen hapishanelerde, avukat ve görüş hakkı olmaksızın, keyfi olarak tutulmakla aynı anlama geliyordu. Rejimin kuruluşundan beri gözaltında ve hapishanelerde kaybedilenlerin sayısının onbinlerce olduğu tahmin ediliyor. Özel olarak Kürtlere, yıllarca vatandaşlık bile verilmediğini de hatırlatmak gerekir.

Mart 2011 tarihinde, Tunus, Mısır ve Yemen’in verdiği ilham ve cüretle Suriye halkı, işte böyle bir rejime karşı ayaklanmıştı. Rejim ilk günlerden itibaren alenen yalan söylemekten imtina etmedi. Resmi açıklamalarda “gösterilerde kimsenin öldüğü filan yok” denilirken ülkenin dört bir yanında cenazeler kalkıyordu. Sonraki süreçlerde yaşananlar aynı alenilikte inkâr edilemese de, her tür kara propaganda yöntemi kullanıldı. Esad karşıtlarının Amerika ve İsrail destekli bir avuç silahlı teröristten ibaret olduğu ise, rejimin en temel söylemi oldu.

Bu söylem, Türkiye’de de solun özellikle ulusalcılığa yatkın unsurlarında sıklıkla dillendiriliyor. Baas diktatörlüğüne methiyeler düzülüyor; Beşar Esad emperyalizme karşı direnen bir kahraman mertebesine yükseltiliyor; muhalifler emperyalizmin işbirlikçisi olarak görülüyor; tek ve homojen bir “Esad karşıtları” kategorisinin var olduğu yanılgısının, politik bakımdan olabilecek en tehlikeli görüngüsü ortaya çıkıyor.

Elbette, ABD ve Birleşmiş Milletler’in Suriye sorunuyla bu kadar yakından ilgilenmesi dengeleri biraz değiştirdi. Bugün Suriye’ye yönelik bir askeri harekâtın gerçekleşeceği düşüncesi giderek yaygınlık kazanıyor. Ancak bize göre bu, en azından şimdilik o kadar da yüksek bir ihtimal değil. Libya sürecinde, petrol kaynağının istikrarsızlığı söz konusu olunca, “Büyük Devletler” müdahale noktasında mutabıktı. Bugün ise BM Güvenlik Konseyi içinde derin bir çatlak var. Rusya ve Çin, Arap Birliği’nin hazırladığı, şiddeti kınayan ve bir ulusal birlik hükümeti kurulmasını isteyen bir tasarıyı dahi veto etti. Böylelikle çok uzun bir aradan sonra bu iki devlet bir tasarıyı birlikte veto etmiş oldu. Bu noktadan sonra BM’den Libya benzeri bir karar çıkması oldukça sınırlı bir ihtimal. ABD’nin BM kararı olmadan böyle bir harekâta girişmesi de, içinde bulunduğu ekonomik kriz, Afganistan’daki durum, Obama yönetiminin “sivil hegemonya” politikası ve nihayet BM kararının çiğnenmesinin yaratacağı “meşruiyet krizi” gibi faktörler göz önüne alındığında pek de beklenebilir bir gelişme değil.

Her durumda da, harekâta zemin oluşturan şey Esad’ın katliamları olduğuna göre, böyle bir müdahaleyi durdurmanın asıl yolu katliamları durdurmaktır. Yoksa, yaşananları görmezden gelip kuru bir işgal karşıtı söylem izlemenin kimseye bir faydası olmayacaktır. İnsani bakımdan da vebali büyük olacaktır. BM tasarısının reddinden bu yazının kaleme alınmasına kadar olan sürede Humus kentinde, (görece güvenilir bir kaynak olan Maan ajansına göre) 95 kişinin daha ölmesi de bunu göstermektedir. 3 Şubat Cuma gecesi, yani Hama katliamının yıl dönümünde başlayan ve halen devam eden operasyonlar, Humus’un ikinci bir Hama olabileceği tedirginliğini yaratmaktadır.

Yapılması gereken şey, süreç bir uluslararası müdahaleye kadar varmadan Esad’ın gitmesinin sağlanmasıdır. Bunu, tüm kesimlerin içinde yer alacağı bir Kurucu Meclis ve yeni bir Anayasa izlemeli, en sonunda da özgür seçimler yapılmalıdır. Seçimler sonrasında da bize düşen, Suriye halkının iradesine saygı göstermektir.