‘Gavur Sara’ direndi ama…

[ A+ ] /[ A- ]

fft64_mf1760046

Nazan ÖZCAN
Radikal İki

“Bu öykünün kahramanı Sara, ailesinden geriye kalan tek kişinin, küçük erkek kardeşinin hayatını kurtarmak için Müslümanlaşmayı ve dahası ailesininin tümünü katleden Ayıb ağa adındaki Milli aşiretine mensup bir Kürt beyiyle evlenmeyi kabul etmiş ancak hayatının tümünü saran fiziksel ve sembolik şiddete rağmen ismini korumuş küçük bir Ermeni kız” diye başlıyor anlatmaya Selçuk Üniversitesi’nden Nevin Yıldız Tahincioğlu.

Sara, 1878 doğumlu, Urfa’nın Viranşehir ilçesinin Telcafer köyünden. Köyüne Hamidiye Alayları girer. Yaşı 14-15 civarındadır. Amcası ve köyündeki erkekler bir mağarada öldürülür, onlara da köyü terk etmek kalır. Ancak katliamın faili olan Ayıb ağa ve askerleri aralarında Sara ve ailesinin de olduğu Ermenileri yakalayarak tutsak eder.

Tahincioğlu devam ediyor: “Görüşmecilerin ifadesiyle o gün ‘iki karılı’ Ayıb, kızlarıyla yaşıt Sara’nın güzelliğine vurulmuştur. ‘Önce Müslüman olacaksın sonra da benimle evleneceksin’ emrini yerine getirmek istemeyen Sara’ya duyduğu öfke Ayıb ağayı yine ve yeniden Ermeni katili yapmıştır. Ancak bu kez öldürdüğü sözüm ona aşık olduğu küçük kızın annesi ve babasıdır. Anne ve babasının katline şahit olan Sara ailesinden geriye kalan tek varlığı, henüz altı-yedi yaşlarında olan erkek kardeşini korumak için Ayıb ağanın emrine boyun eğer.” Sara’nın tek koşulu vardır, adını korumak, Müslümanlığı kabul etse de. Ama bu da çok önemli olmaz. Başta kocası Ayıb ağa olmak üzere aşiret mensuplarının gözünde Sara, hep sahte Müslüman ve gerçek bir “gavur” kalır. İsmini korumayı başaran Sara erkek kardeşinin hayatını kurtarmayı başaramaz. Ayıb ağa ile evliliğinden dünyaya gelen 15 çocuğu da ölür. Ayıp ağa Sara’yı asla “gerçek Müslüman yapamaz”. Boynunda taşıdığı haçı da hiçbir zaman terk etmez. Ayıb ağanın da kini bitmez. Son nefesinde bile Sara’ya “soyumu kuruttun pis Ermeni” diye bağırır. 1971’de ölen Sara’nın hikayesi böyle. Müslüman aile tarafından alınan Zabel’inki ise bir başka. Annesi ağır yaralı ve ölmek üzereyken kızına “Ermeni olduğunu unutma” der. Zabel unutmaz. Yanında namaz kılındığında kendisi de duvara haç çizer. Hovannes de kırımdan kurtulmak için 16’sında Müslümanlığı kabul eder ama her gece annesinin öğrettiği Ermenice dualarla uyur.

Ermeni nineler

Sara, Zabel ya da Hovannes’in hikayeleri bu haftasonu Hrant Dink Vakfı’nın Boğaziçi Üniversitesi’nde kotardığı “Müslümanlaştırılmış Ermeniler” Konferası’nda anlatıldı. Katliama uğramışların hikayelerini az çok biliyorduk ama zorla Müslümanlaştırılanlar neler yaşamıştı, çok bilmiyorduk. Üç günlük konferansta her boyutuna bakıldı. Bazısı Müslümanlaşmış ve öyle devam etmiş, bazısı Müslümanlaşmış ama gizli saklı kendi dinini yaşamış, kimisi de asla Müslümanlığı kabul etmemişti. Sabancı Üniversitesi’nden Ayşe Gül Altınay şöyle diyordu: “Pek çok tarihçi 1915’te Müslümanlaştırılan Ermenilerin 200 bin civarında olduğunu tahmin ediyor. 200 bin değil, 100 bin olsun. Her birinin çocuklarını, onların çocuklarını ve torunlarını düşündüğümüzde, aradaki üç hatta dört nesli bir araya getirdiğimizde ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Bugün Türkiye ’de yaşayan birkaç milyon kişinin bir Ermeni nenesi, dedesi, büyük halası, teyzesi, amcası, kayınvalidesi, kayınpederi var demektir. Dolayısıyla milyonlarca insana değen bir meseleden bahsediyoruz.”

Elbette itiraz edenler çok olacaktır, ama gerçek gerçektir. Hele de bunları Clark Üniversitesi profesörlerinden ve Ermeni soykırımı uzmanı Taner Akçam söylüyorsa. Akçam’ın konferasta sunduğu yeni iddiası şu: “Asimilasyon soykırımın başından beri ve onun ayrılmaz bir parçası olarak kullanıldı.” Ve bu iddiasını da yönetilebilirlik ilkesiyle açıklıyor: “Osmanlı yöneticileri bana göre bir nüfus politikası hayata geçirdi ve buna göre yüzde 5-10 ilkesi önemliydi” diyor ve bir örnek veriyor: “Suriye’de Ermenileri yerleştirdikleri yerlerde Müslüman nüfusu tahminen iki milyon civarıydı. Oradaki Ermenilerin Müslüman nüfusun yüzde 10’unu geçmemesi düşünüldü ve aşağı yukarı 150 bin Ermeninin orada hayatta kaldığını görebiliyoruz, zorla Müslümanlaştırılarak.”

Din değiştir, din değiştirme

Akçam yaptığı araştırmalar sonucunda yeni belgelere de ulaşmış. Kendisinin “tespit” edebildiği Ermenilerin din değiştirmesine dair ilk izin 22 Haziran 1915 tarihli. Ermeniler oldukları bölgelerden gönderilmeye başlayınca din değiştirmeye de müsaade ediliyor. Ve bu belgeye göre din değiştiren Ermeniler Der Zor’a gönderilmeyecekler. Ama din değiştirseler de bulundukları yerin civarında başka köylere dağıtılacaklar. “Arşiv belgelerinde görüyoruz ki, Ordu, Fatsa, Giresun’dan Ermeniler yazıyorlar, biz Müslüman olduk ve o terörist Ermenilerden değiliz, nolur bizi çok uzaklara dağıtmayın, ailecek bir arada kalalım.” Elbette dağıtılıyorlar. Akçam, yine yeni belgelerin ışığında 1 Temmuz 1915’te din değiştirmenin bu sefer de yasaklandığını söylüyor. “O tarihe kadar din değiştirmiş olanlar bulundukları yerde kalabilecekler ve dağıtılarak hayatlarını kurtarabilecekler. 1 Temmuz’dan sonra din değiştirse bile her Ermeni gönderilecek.”

Akçam’a göre bu yasaklamanın sebebi, Müslümanlaşan Ermenilerin sayısının yönetilebilir olmaktan çıkması.

Din değiştirme yasaklandıktan sonra da zaten fiziki imhaların en yoğun olduğu dönem başlıyor: Temmuz, Ağustos, Eylül… “Talat’ın meşhur telgrafı, din değiştirseler bile sürün” diye anlatıyor Akçam. Örnek veriyor. Yola çıkarılan kafileler Urfa’ya gelince, Urfalı Ermeniler korkup topluca İstanbul ’a başvuruyorlar, “kilisemizi de cami yapacağız, hepimiz de Müslüman olacağız” diye. Talat Paşa’dan derhal bir telgraf geliyor, 18 Ağustos’ta. Hiçbir biçimde, kilisenin cami yapılmasına müsaade edilemez, hepsini sürün. Din değiştirmenin yasağı 4 Kasım 1915’te kalkıyor.

Akçam, 4 Kasım’a kadar ilginç bir asimilasyon politikası güdüldüğünü de iddia ediyor. Özellikle Suriye Halep’te. “Halep’i merkez olarak seçiyorlar ve Halep civarına gelen Ermenileri dağıtıyorlar. Dinlerine dokunmuyorlar. Her bir kamp için özel papaz atanmasını bile sağlıyorlar. Ama bu sefer de dil yasak. Haberleşmelerini Türkçe yapmak zorundalar, gazete açmalarına müsaade etmeyin, Ermeni çocukları Ermeni okullarına gidemez, Türk okullarına gidecekler.”

Son bir yöntem daha var. Akçam kesin tarih verememekle birlikte, 1916 baharına kadar “Ya İslam ya ölüm” yönteminin geçerli olduğunu da iddia ediyor. Hatta Akçam, “28 Kasım 1918’deki yeni bir emirle Hıristiyan olmalarına müsaade edilene kadar, 1916 ile 1918 arasında hayatta kalan her Ermeni mecburen Müslüman olarak yaşadı” diyor.

Ermeni çocuklar

Akçam 26 Haziran 1915 tarihli Diyarbakır, Halep, Sivas, Erzurum, Adana, Bitlis gibi her yere gönderilen bir telgrafı örnek gösteriyor. “Bölgelerden sürülen Ermenilerin 10 yaşından küçük çocuklarının yetimhaneler kurularak veya mevcut yetimhanelere yerleştirilerek talim ve terbiye edilmesi düşünülmüştür. Dolayısıyla çocuk sayısı ne kadardır diye soruyor. Şu önemli. Henüz daha Diyarbakır, Trabzon, Sivas ve Bitlis’ten sürgün yapılmamış, sürgünden önce ele geçirilebilecek, toplanabilecek çocuklar hakkında bilgi isteniyor. Bu planın önceliğini gösteriyor.”

12 Temmuz tarihli başka bir belge daha var. “Sürgünün yoğun günleri, ‘Ermenilerin nakil ve sevkleri esnasında velisiz kalması muhtemel olan çocuklar’ deniyor. Resmi belgede ancak bu kadar kullanılır zaten” diyor Akçam ve devamını getiriyor: “Bu çocuklar, Müslüman evlere dağıtıldıkları zaman eğer mali durumları yerinde değilse, o aileye ayda 30 kuruş maaş bağlanıyor. Daha korkuncu, yanınıza aldığınız çocuğun ana babasının bütün miras hakları size kalıyor.

Şüphesiz o dönemde çok insan kurtarıldı ve o insanların hangi amaçlarla kurtarıldığını bilemeyiz tabii, ama unutmayınız, o dönemde bu bir teşvik primi olarak kullanıldı.” Sonuçta belki Sara’nın yarı Ermeni yarı Türk ya da yarı Ermeni yarı Kürt çocukları bugüne gelemedi ama Akçam’ın deyişiyle “Bugün dedeleri, neneleri, ataları Ermeni olan çok insan var Anadolu’da.”