‘Gidenler’in Ardından Ayasofya Kiliseleri

[ A+ ] /[ A- ]

IMG_1343

Tuğçe KAYAAL

Trabzon’a yaptığım yolculuk esnasında verilen küçük bir çay molasında, şehrin sakinlerinden orta yaşlı bir şöfor, havadan sudan bir kaç soru sorduktan sonra şehrin tarihi üzerine bir kaç şey anlatmaya başladı. Kentin yerleşiminden genel olarak bahsettikten sonra, zamanında Ermenilerin ama çoğunlukla Rumların Trabzon’un geniş bir kesiminde yaşadıklarından bahsetti. “Yukarıda gördükleriniz hep Rum köyleri, şuralarda da Ermeniler yaşarmış” derken, bize, şehrin merkezinden görece yüksek yerleri işaret etti. Bunun üzerine dayanamayıp sordum:

– Rumlar hâlâ yaşar mı bu köylerde?

– Yok, artık Rum yaşamaz. Yaşasa da artık bir şey yapamaz. Zaten burası İstanbul’a da benzemez, polise gerek yoktur, bir olay olursa biz müdahale ederiz.

– Ne gibi olaylara müdahale edersiniz?

– Mesela geçenlerde Kürtler geldiğinde, dedi ve sesini kısarak konuştuğundan söylediklerinin büyük bir kısmını duyamadım. Söyledikleri ürkütücü olsa da, ben işin Rum kısmına takılmıştım, bir şekilde sohbeti başladığımz noktaya geri çevirdim:

– Peki, Rumlara ne olmuş?

– Gitmiş onlar, terk etmişler buraları.

– Peki, ne zaman gitmişler?

– Vallahi çok eski, size kesin bir tarih vermem mümkün değil.

– Aşağı yukarı?

– Vallahi, bir 400-500 sene kesin, fazlası da vardır.

Son cümlesinin ardından dolan minibüsüyle yola koyulmak üzere yanımızdan ayrıldığında, ben, hâlâ bir miktar kendisinden dinlediklerimin etkisi altındaydım. 20. yüzyılın başına kadar varlığını sürdürmüş, nüfus yapısı farklı etnik ve dini toplumları barındıran Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek nüfuslu milletlerinden olan ve özellikle Trabzon’da yoğun olarak yaşamış bir halkın izleri hâlâ kentin farklı yerlerinde, bir şekilde kendini hissettirmeyi başarırken, kentin şimdiki sakinleri tarafından sergilenen bu net ve kesin inkârcı tavır beni düşündürdü. Üzerinden İttihatçıların buldozer gibi geçtiği bu topraklarda, cumhuriyetin kurulduğu erken yıllardan itibaren, devletin, sistemli olarak, bütün ideolojik silahlarını seferber edip yaratmak istediği homojen ve milliyetçi kitleden sadece küçük bir örnekti Trabzonlu şöför…

Bu kısa molanın ardından Trabzon Ayasofyası’na doğru yola koyulduk. Tarihine kısaca değinirsek, Trabzon Ayasofya Kilisesi, geç dönem Bizans İmparatorluğu’nun en iyi mimari örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. İnşa edildiği tarih hâlâ tam olarak bilinmiyor olsa da, 1250-1260 yılları arasında, Komenos ailesinden Kral I. Manuel tarafından yaptırıldığı tahmin ediliyor. Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem’e ait olan mozaiklerin yanı sıra, girişinde İncil’den sahnelerin ve ilk insanın yaratılışını resmeden muazzam kabartmaların, iç kısmında İsa’nın kör bir adamı iyileştirdiği, suyu şaraba çevirdiği ve göğe yükseldiği mozaikler en az Sümela Manastırı’ndaki ve İstanbul Ayasofyası’ndaki kadar büyüleyici örnekler.

IMG_1360

Tarihsel öneminin yanı sıra, tüm bu özellikleriyle müze olarak kalmaya devam etmesi gereken Ayasofya Kilisesi’ne geldiğimizde, ilk şoku etrafında yapılan kazı çalışmasıyla yaşadık. Kilisenin etrafındaki kazıların kentsel dönüşümün bir parçası olarak yapıldığını öğrendik. Güç bela girebildiğimiz kilisenin bahçesindeyse, kazıdan rastgele çıkarılıp bir kenara özensizce dizilmiş heykelcikler, Ermenice yazıları olan büyük tabletler, böylesi bir kazı çalışmasının bu kadar gelişigüzel bir şekilde yapılmasının ne kadar büyük bir sorumsuzluk olduğunun en güçlü ve en anlamlı kanıtlarıydı. Fakat asıl şok, kilisenin, ibadet edilen ana binasında bizleri beklemekteydi. Kilisenin tavan kısmındaki mozaikler üzerine beyaz geniş bir platform çakılmış ve yerlere serilen halılarla ise tarihi kilise cami olarak ibadete açılmıştı.

Trabzon’daki tablo, aslında, İstanbul Ayasofyası üzerinde gerçekleştirilemeyenin sessiz sakin hayata geçirilmiş hâlidir. Muhafazakâr haber sitelerinden biri olan Risale Haber’de, Yeni Şafak kaynak gösterilerek verilen ‘Türkiye’nin Ayasofyaları Cami Olmayı Bekliyor’ manşeti, hâlâ süre giden asimilasyoncu tutumun özellikle Ayasofya Kiliseleri üzerinde ne kadar yoğunlaştığının çok bariz bir örneği. Bir başka deyişle, özellikle 19. yüzyılın ortasından itibaren Ermeni halkı üzerinde yoğunlaşan ve 20. yüzyılda Anadolu’da yaşayan tüm Hıristiyan halklara karşı soykırıma dönüşen katliamları yaratan ideolojik tutum, 21. yüzyılda da Anadolu Rumlarını ve Ermenilerini hedef alan kültürel soykırım denemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Trabzon Ayasofyası’nı ziyaret edenlerin genel tepkileri her ne kadar “Neden Ayasofya, ibadet etmek için zaten yeterince yer var” yönünde olsa da, yapılmak istenilenin Müslüman kesime bir ibadet yeri sağlamak kadar basit olmadığı oldukça açık bir şekilde önümüzde durmakta. Asıl mesele, ana yurdu Anadolu toprakları olan Ermeni ve Rum halklarından kalan maddi ve manevi mirasın, fetihçi ve asimilasyoncu zihniyetin önderliğinde, günümüzde baskın konumda bulunan ve her geçen gün daha da güçlendirilmek istenen Türk-İslam sentezi içerisinde eritilip, yok edilmek isteniyor olmasıdır.

Böylesi bir ideolojik tutumun geliştirdiği bu yöntemle, toplumun hafızasına ‘400-500 yıl önce kendi kendilerine gidenler’ olarak kazınanların, bırakalım ‘fi tarihlerinde’ yaşamış olarak kabul edilmelerini, bir süre sonra yok edilmiş tüm izlere istinaden ‘hiç buralarda yaşamadıkları’ndan şehirlerin şimdiki sakinlerince bahsedilmesi kaçınılmaz gibi durmaktadır. İttihatçı ve Kemalist milliyetçi kadroları elitist ve asimilasyoncu politikalarından dolayı eleştirenlerin, bu noktada onlardan çok da farklılaşmıyor oluşuysa ayrıca önemli bir konu. Anadolu’nun pek çok köşesinde ahıra çevrilmiş kiliselerin varlığı yetmemiş olacak ki, II. Meşrutiyet döneminde yoğunlaşan ve o zamandan beri süre giden bu politikalara sarılan devlet ‘seçkinleri’, kendilerini, Ayasofya Kiliseleri’ni camiye çevirmeye bu kadar adamış durumda…

Önemli kültürel miraslar olmalarının yanı sıra tarihsel anlamda da çok değerli bir yere oturan Ayasofya Kiliseleri’nin camiye çevrilmesi sürecinin geriye çevrilmesi büyük bir zaruriyet ama devlet, sahip olduğu güce ve ideolojik desteğe güvendiği sürece, böylesi politikalarla ‘helalleşip barışması’ yakın gelecekte bir hayli imkânsız görünüyor.

Tuğçe Kayaal’ın diğer yazıları için tıklayınız.