Tapulu Hayat

[ A+ ] /[ A- ]

fft64_mf1559139

Karin KARAKAŞLI
Radikal İki

Mekân-insan ilişkisinin gücünü çok derinden hissettiren günlerden geçtik. Mekân denen aslında yaşam alanıdır. Bizde hatrı olan, ona bir şey olursa, azalacağımızı, parçalanacağımızı düşündürten yerdir. Ana rahmi sonrası kendimize var ettiğimiz şu ya da bu coğrafi konum…

Bazen bu yerler ille de doğup büyüdüklerimize denk gelmez. Olmadık bir şehre, bir yapıya, bir kıyıya, vadiye çarpılır, kendimizi orası ile birlikte konumlandırırız. Bazen de göçlerle belirlenmiş bir hikâyemiz vardır da, her bir köşeden mecbur, eksik parçalarımızı toplarız. Fırsat buldukça her yöresini içime katmaya çalıştığım Anadolu’nun bende eski Ermeni yerleşim yerleri olarak da hatrı var. Orada göreceğim her iz, kökten güç devşirmemi sağlar. Bana benden bağımsız bir miras üzerinden kendimi anımsatır. Gel gör ki Anadolu’da Ermeni’den bulup bulacağınız koca bir boşluktur. Varlığı işte o boşluk anlatır.

‘Tapu gösteren mi var?’

İki haftadan beri tarihi Ermeni evlerini yıkıp yerine TOKİ projesi konutları dikmeye hazırlanan Muş Belediye Başkanı Necmettin Dede’nin icraatlarını duyuruyoruz Agos’ta. Arkadaşımız Emre Ertani’nin, Başkan’la yaptığı telefon görüşmesi gerçeküstü replikler toplamı. Dede’ye göre Muş’ta Ermenilere ait hiçbir şey yok, dinleyelim: “Birkaç tane kilise ismi var. Ama ne var ki ayakta değiller. Mahallenin aşağısında Güllü Hamamı ve bir kilise var fakat tamamen sıfır olmuş, hamamın da sadece duvarı kalmış. Kilise tescilli deniyor ama tescil edilecek ne kalmış? Keşke tarihi bir eser olsa da biz iftiharla oraya gitsek… Tarihi bir ev yok, 40 defa deforme olmuş bu evler.”

Bu ‘deforme’ evlerin hikâyesini kurcalayacak olursanız, anlatı daha da akla ziyan bir hâl alıyor. Öyle ya, bu Ermeni dediğin halk bir vakit gelmiş, sonra da gitmiş olmalı. Şöyle ki: “Benim dedemin kaldığı ev var o mahallede ama tapuları yok. Bizim bir bağımız var, o bağ için ‘Zamanında Ermenilerindi’ derler. E peki, Ermeniler kimden almış? Daha öncekilerden almış. Rus işgali döneminde Ermeniler gelmişler ve Muş’ta kalmışlar. Evleri Türklerden almışlar yani… Muş, 1917’de Rusların işgaline uğradı. Ruslar çekildi, Ermeniler kaldı. Ruslardan kalan silahları alıp Türklerle savaşları olmuş. Çocukluğumdan beri, ‘Bu bağ bunundu’, ‘Şurada şu kilise vardı’ diye anlatılıyor böyle hikâyeler. Siz bana kanıt gösterin. Ermenilerden tapusu olan varsa, bugüne kadar tapuyu gösteren bir adam var mı?”

Sahibinden satılık kilise

Geri dönüşü olmayan yollarda can verip mezarsız gömülenlerin tapu gösterememiş olmasında benim açımdan şaşılacak bir şey yok. Kıyamet yıllarından sonra geri dönenlerin çıkarılan hangi kanunların kıskacına alındığını, mülklerin el değiştirmesi ile kurulan yeni düzeni anlatan nice araştırma mevcut. Ama o tapu sözcüğü var ya, kulağımda çınlıyor. Çünkü bir de elinde tapusuyla satış yapan üçüncü taraflar mevcut. Daha bu son sayıda verdiğimiz haberde Siirt’teki kadim Süryani Mor Yakup Kilisesi’nin tapusunu elinde bulunduran Mehmet Emin Evin, elindeki yapıya uygun bir müşteri arıyordu. Anladığım kadarıyla kilise sahibi olmayı garipsediği falan yok. İş ki kâgir bina iyi para etsin. Sahibinden satılık, iyi durumda kilise vardı yani. Cemaatsiz ama tapulu.

Aras Yayıncılık’tan çıkan Raymond H. Kévorkian ve Paul B. Paboudjian’ın ‘1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’ kitabına bir göz atalım mı birlikte? Bakalım nasıl anlatıyor ‘deforme evli’ Ermeni’siz Muş’u: “299 kilise, 94 manastır, 53 hac yeri ve 5.669 öğrencili 135 okulun bulunduğu 339 köyde, 140.555 Ermeni’yi barındıran Muş Sancağı, Ermenilerin yaşadığı en kalabalık ve etnik açıdan en homojen yapıya sahip bölgeydi. Daronlu antik Mamigonyan Prensliği’nin bulunduğu bölgede yer alan sancak, beş kazaya bölünmüştü: Muş, Sasun, Manazgerd, Pulaneğ/Bulanık ve Varto/Gumgum… 20. yüzyılın başlarında, Muş evleri genellikle moloz taşı ve kerpiçten inşa edilmişti; hatta taş duvarlar örülerek yapılmış olanları vardı, çoğunlukla ahşap oymalı balkonları bulunan bu evler iki ya da üç katlıydı. Bütünüyle Muş Ovası’yla örtüşen aynı adlı kazada, 1914’te, 103 köy ve kasabaya dağılmış 75.623 Ermeni yaşıyordu. Bu merkezde 113 kilise, 66 manastır, 18 hac yeri ve 3.057 öğrencinin okuduğu 87 eğitim kurumu bulunuyordu.”

İşin ihaleli, akçeli kısımları bir yana, Ermeniliği sürekli bir -di’li ve -mış’lı geçmiş üzerinden yaşamaya mahkûm eden bu hâle isyan edesim var. Çünkü eşit vatandaşlığın olduğu bir ülkede herkes kimliği ne zaman, ne oranda yaşayacağına kendi karar verir. Kendimden örnek vereyim. Ben edebiyatçıyım ve edebiyat kimlikle değil kim’le, insanın hakikatiyle ilgilenen en yaratıcı, en özgür alandır. Ama işte ömrüm bu ve benzeri yıkma, talan ve inkâr haberleri arasında geçiyor. Üstelik bu haberleri yaptığımız yer Agos. Ve Agos da hâlen aynı mekânda. Hrant Dink’in öldürülüşünün kaydını taşıyan o kaldırım taşından geçerek, aynı pencerelerden aynı caddeye baktığım o apartmanda. Adı Sebat. Uzak diyar edebiyatı düşleyip, yanı başımdaki gerçeği kayda geçtiğim, sebat ettiğim yerde.

Ne kadar ederim?

Her şeyi gören göz, her şeye atan kalp canım şairim Turgut Uyar, memleketin bu hâlini de kaydetmişti şiir kainatına.

– hiçbir şey artık eski açıklığında değil ki –
yani kiliseden bozma camilerde
yani askeriye deposu yapılmış,
yani burda, orta yerde, ışıkta ve parada
zaman zaman gökyüzü gecesi aralığında.

Hani söz uçar, yazı kalır deniyor ya, yazayım o zaman. Hayatımdan çalarak, edebiyata ihanet etme pahasına yaşıyorum bazen Ermeniliği. Ermeniliğin bu hâlini ben seçmedim. Bana dilimi, tarihimi, inancımı, kültürümü bilmek yetiyor. Ama ülkende iç mihrak, dışarıda oryantalist obje muamelesi görüyorsun işte mis gibi insanken. O kadar komikken gülmeye fırsat kalmıyor bazen. Ve hep yaşayamayanların yerine de yaşıyorsun sanki, ölülerin ağırlığını sırtlayarak.

Benim bu yazıyı bir tapu senedi kabul eder misiniz? Ne kadar ederim dersiniz?