”Devlet Gazetecileri Yargılayarak Gövde Gösterisi Yapıyor”

[ A+ ] /[ A- ]

Funda TOSUN
Agos Gazetesi

Türkiye’de şu anda gazeteciliğin en temel işlevini, yani “haber verme” görevini yerine getirdiği için 46 gazeteci cezaevlerinde tutuklu bulunuyor. Tutuklu yargılamalarının dışında ise, gazetecilerle ilgili olarak 700’den fazla ceza ve tazminat davası dosyası sürüyor.

Son olarak, 4 Haziran Cuma günü İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, İrfan Aktan hakkında, Express dergisinde yayımlanan “Bölgede ve Kandil’de Hava Durumu / Mücadele Olmazsa Çözüm Olmaz” başlıklı haber-analiz yazısı nedeniyle “terör örgütü propagandası” suçlamasıyla açılan dava karara bağlandı. Aktan 15 ay hapis, derginin yazı işleri müdürü Merve Erol ise 16 bin 660 TL para cezasına çarptırıldı.

Son dönemde artan gazeteci yargılamalarından gündemde olanların bazıları, Türkiye’nin basın özgürlüğü anlamında bulunduğu yer hakkında biraz daha net bir bilgi verebilir. Radikal muhabirleri İsmail Saymaz, Serkan Ocak ve Ertan Kılıç’ın toplam 88 yıl hapis istemiyle, Hacı Boğatekin ise 10 bin TL tazminat istemiyle yargılanmasına başlandı. “Ulusal güvenliği ilgilendiren” “gizli” belgeleri açıklamakla suçlanan Taraf gazetesi muhabiri Mehmet Baransu hakkında 10 yıl hapis istenirken, Günlük gazetesi eski yazı işleri müdürü Filiz Koçali, yazı işleri müdürü Ramazan Pekgöz ve sahibi Ziya Çiçekçi’nin yargılanmalarına devam ediliyor. Hrant Dink cinayetinin ardındaki gerçekleri yazan ve hakkında 32,5 yıl hapis istenen Nedim Şener ve 5 yıl hapisle yargılanan Kemal Göktaş’ın durumu ise Agos okurlarının malumu. Bir de, hakkında tam 525 yıl istenen, ancak herhalde insafa gelindiği için 166.5 yıl hapis cezasıyla paçayı sıyıran(!) Azadiya Welad gazetesinin yazı işleri müdürü Vedat Kurşun var…

Açılım politikasının devamı

Türkiye’de basın özgürlüğünün ne halde olduğunu konuştuğumuz gazeteci yazar Ragıp Duran, Aktan ve Express’e verilen cezaların tamamen ideolojik ve siyasi olduğunun altını çizerken, alınan kararın AKP’nin “Kürt açılımı” politikasının devamı olduğunu söylüyor. Duran “Devlet, Kürt meselesinde konuşacak, yazacak insanlara ‘Bu mevzulara girmeyin, girerseniz yapacağım budur!’ diye dişlerini gösteriyor. Daha önce bu türden bir gövde gösterisinin DTP’li siyaset adamlarının, belediye başkanlarının tek sıra halinde elleri kelepçelenerek tutuklanmasında izlemiştik. Devletin yurttaşına karşı gövde gösterilerinden biri daha İrfan’ın yargılanmasında sahne buldu ve bunun da Kürt açılımının bir parçası olduğunu düşünüyorum. AKP’nin Kürt açılımının fikri olarak ne anlama geldiğini bir kez daha gördük böylece.”

Görüşlerine başvurduğumuz Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Başkanı Ercan İpekçi ise son dönemde gazeteciler üzerinde artan baskıları değerlendirirken tutuklu gazetecilerin için geçtiğimiz günlerde başlatılan “Gazetecilere Özgürlük” kampanyasının uluslararası platforma taşınacağını duyurdu. İpekçi, “Tahammül edilemez bir noktaya gelen bu tablo karşısında, Türkiye Gazeteciler Sendikası olarak 11 meslek örgütünün desteğiyle öncelikle cezaevlerinde tutuklu olan gazetecilerin derhal serbest bırakılmasını ve bunun ardından TCK ve TMK’da acilen köklü değişiklikler yapılmasını talep eden ‘Gazetecilere Özgürlük’ kampanyasını başlattık. Bu kampanya, önümüzdeki günlerde tüm kamuoyuna mal olacak şekilde yaygınlaştırılacak ve uluslararası düzeye taşınacak” diyor.

Gazeteci Ragıp Duran:

“Türkiye gazeteciler için hem Batılı hem Doğulu gibi ceza kesiyor”

• Son dönemde gazetecilerin giderek artan bir oranda yargı karşısına çıkmaları bize ne anlatıyor?

İstatistiki olarak baktığımızda eski dönemlere oranla bir artış olduğunu görüyoruz. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri yürütmenin, idarenin, yani hükümetin engelleyici konumda durmaması. Siyasi otorite açısından baktığımızda hükümetin neredeyse bütün dünyada her zaman görülen bir tavır geliştirdiğini görüyoruz. Siyasi iktidarı gerileyen hükümetlerin medyayla ilişkilerinde doğal olarak bir bozulma olur. Başbakan’ın açıklamalarını dinlediğimizde medya işverenlerine ettiği sözler gerçekten ilginç; “Hem para veriyorsunuz bu köşe yazarlarına, hem de aleyhinize yazıyor” ya da Kılıçdaroğlu için “Medyayla geldi medyayla gider” cinsinden eleştirilerinin dozunu arttırarak devam ediyor.

Bunun yanı sıra, tutuklanan gazetecilerin dava konusu olan haber ve yazılarına baktığımızda, hemen hepsinin Kürt meselesiyle ilgili olduğunu görüyoruz. Şu anda cezaevinde bulunan gazetecilerin çoğu militan basında yer alan arkadaşlar. Burada bir parantez açarak militan basın üzerine bir iki şey söylemek istiyorum. Militan basın, gazetecilik literatüründe de geçmekte olan, tüm dünyada sağ, sol, İslamcı, muhafazakâr, devrimci çeşitli örgütlere yakın gazeteler için kullanılır. Bir ülkenin fikri ve ideolojik zenginliğini gösterir. Olgulardan çok fikir ve ideolojiler üzerinde yoğunlaşan bir gazetecilik türüdür ve militan gazetecilik aynı zamanda saygıdeğer bir gazetecilik türüdür. Tekrar konumuza dönecek olursak, tutuklu olan militan basından arkadaşların çoğunun henüz yargı karşısına dahi çıkartılmadığını, uzun süredir gözaltında tutulduğunu, bu anlamda ciddi bir hukuksuzlukla karşı karşıya olduğunu da biliyoruz. Fakat son dönemde geldiğimiz noktada artık basın özgürlüğüne yönelik baskıların militan basınla sınırlı olmadığını da görüyoruz. En son İrfan Aktan’ın dava konusu olan yazısında da gördüğümüz üzere, artık Kürt meselesini yazmak potansiyel olarak yargılanma sebebi olarak karşımızda duruyor.

• İrfan Aktan’ın davası bu bakımdan çok önemli bir yerde duruyor. Aktan yıllardır Kürt meselesi üzerine değerli haberler yapan bir gazeteci olarak bugün “terör örgütü propagandası” yapmaktan hapis cezasına çarptırılıyor. Express dergisinin yayın çizgisini düşündüğümüzde, bu cezayla Kürt meselesi üzerine kalem oynatmanın cezasız kalmayacağı mesajı mı verilmek isteniyor?

Yaşananın siyasi atmosfer ve gelişmelerle doğrudan ilgisi var. İrfan’ın başına gelen de siyasi otoritenin kararı sonucunda gerçekleşti. Daha açık konuşmak gerekirse, eğer Kürt açılımı tabir edilen reform, bu ülkede yaşayan Kürtler, Türkler ve diğer tüm unsurlar için demokratikleşme paketi olarak gelişmiş olsaydı İrfan yargılanmazdı. Şu anda Türkiye’de var olan atmosfer doğrudan yargı üzerinde yönlendirici oluyor. Ben de Express dergisinin bir yazarı olarak, derginin yayın politikasını, İrfan’ın söz konusu yazısını çok yakından biliyorum. Söz konusu yazıyı terör örgütü propagandası olarak algılamak demek Kürtlerden bahseden her şeyin propaganda olduğu söylemek anlamına gelir. Her şeyin ötesinde, bu karar bize en basitinden şunu gösteriyor ki; bu savcılar propagandayla haber arasındaki temel farkları bilmiyor. Bu bilmeme ya da kasıtlı olarak bilmeme noktasında, Kürt meselesinden, çatışmalardan, PKK’den bahseden herkesin propaganda yaptığı öne sürülebilir. İrfan’a verilen ceza tamamen keyfi, siyasi ve ideolojik bir karardır.

• Hükümet ve Genelkurmay başka konularda çatışsa da gazeteci yargılamaları ve medyayı “terbiye etme, hizaya getirme” söz konusu olduğunda uzlaşabiliyor. Bu işbirliği üzerine ne söyleyebiliriz?

AKP yönetimi ve Genelkurmay arasında basının özgür sesini kısmak konusunda olan uzlaşma, Kürt meselesi bağlamı üzerinden daha net görülebilir. Kürt meselesi üzerinde uyumlu bir görüş ve işbirliği var. AKP’nin kendine has bir Kürt politikası olmadığı, bu işi tamamen askeriyeye devrettiği açık. Başbakan 2006’daki açıklamalarının birinde, devletin Kürt meselesinde hata yaptığını ve bu işi halledeceğini söylerken üç gün sonra Genelkurmay’ın açıklamaları üzerine melaen, “Benim de söylemek istediğim teröre karşı birlikte mücadele etmek gerektiğiydi” şeklinde bir manevra yapmıştı. Zaten bu iki otoritenin çarpıştığı yegâne alan iktidar mücadelesi.

• “Devlet sırrı” ve “gizlilik” kavramları gazetecilerin aleyhine kullanılıyor sık sık. Hrant Dink cinayetinin arka planını aydınlatmaya çalışan iki gazeteci Nedim Şener ve Kemal Göktaş için “gizli belge temin etmek, yayımlamak” suçlarından davalar açıldı. Ama dikkat çekici olan, davacının aynı zamanda cinayetteki sorumluluğu olduğu iddia edilen ve aynı zamanda söz konusu belgelere gizlilik ibaresini koyan kişi olması.

Bu devlet sırrı ve gizlilik meselesi gazetecilerle devlet arasındaki ilişkiler çerçevesinde sadece Türkiye’de değil dünyada da son 15 yıldır tartışılan vakalardan biri. Bundan yıllar evvel Fransız LeMonde gazetesinin yazı işleri müdürünün Mitterrand dönemine ilişkin kitabında bu meseleyi şöyle tarif edilir: “Gazetecilik sivil ve doğası gereği muhalif bir meslektir. Gazeteci pek tabii olarak yaşadığı ülkenin yasalarına uymak durumundadır. Ancak, devlet sırrı başlığı altında toplanan bilgiler kamu yararına ilişkin bir bilgiyse, gazetecinin bu bilgiyi yayımlaması en tabii hakkıdır” Bu bence de çok doğru bir yaklaşım, çünkü bizim yaptığımız gazetecilik türü yasalarla çerçevelenecekse buna resmi gazetecilik denir. Yani “devletin yayımlamasını serbest bıraktığı şeyleri yayımlayabilirsin, diğerlerini yayımlayamazsın” gibi bir anlayış gazeteciliği felç eden bir durum yaratır. Gazetecilik iktidar güçlerinin gizlemeye çalıştığı bilgi ve belgeleri kamu yararı gözeterek yayımlama faaliyetidir. Aksi durumda gazetecilik sıradan bir yansıtıcı, ulak konuma geçer. Öte taraftan, devletin kendisinin yurttaşlarından bilgileri gizleyen bir mekanizma değil, bilakis yurttaşlarına bilgi veren bir mekanizma olarak kurgulanması gerekiyor. Yukarıda bahsettiğiniz vakadaysa, gizlilik kararını koyan, aynı zamanda davacı olan kişinin kendisi, bu durumun vahametini daha da arttırıyor.

• Express örneğinde gördüğümüz üzere, yayın organlarına kesilen fahiş para cezalarının anlamı üzerine neler söyleyebiliriz?

Türkiye gibi yarım çeyrek demokrasilerle idare edilen diğer ülkelerde basın ifade özgürlüğü önünde esas engel siyasi iktidarlardan ve askeri iktidarlardan geçiyor. Batı’da siyasi ve askeri iktidarların bizdeki kadar gücü yoktur, ancak ekonomik iktidarların gücü çok etkilidir. Ekonomik iktidar bir şekilde istediği haberi yayımlatır ya da yasaklatır. Şimdi bizdeki durumda, siyasi iktidar hem hapis cezası, hem de para cezası vererek hem Batılı hem Doğulu gibi davranıyor. Express olayında gazetenin tirajı, geliri, gideri vs. düşünüldüğünde kesilen para cezası bu organın kârının kim bilir kaç misli bir rakama tekabül eder. Bu türden cezaların kastının en basitinden “terbiye etmek” olduğunu, düşünüyorum. Bu cezalar susturmanın bir yolu olarak karşımızda duruyor. Daha önce bu türden bir gövde gösterisini, DTP’li siyaset adamlarının, belediye başkanlarının tek sıra halinde elleri kelepçelenerek tutuklanmasında izlemiştik. Devletin yurttaşına karşı gövde gösterilerinden biri daha İrfan’ın yargılanmasında sahne buldu ve bunun da Kürt açılımının bir parçası olduğunu düşünüyorum. AKP’nin Kürt açılımının fikri olarak ne anlama geldiğini bir kez daha gördük.

TGS Genel Başkanı Ercan İpekçi:

“Şiddet çağrısı ve nefret söylemi içermedikçe basın özgürdür”

• Basın ve ifade özgürlüğü konusunda Türkiye ne durumda?

Türkiye’de cezaevlerinde halen 44 gazeteci ve basın çalışanı bulunuyor. Bunların çoğu hükümlü değil, tutuklu statüsünde. Buna ilave olarak, 17 gazeteci tutuklandıktan sonra tahliye edildi ve hapis cezası istemiyle yargılanmaları tutuksuz olarak sürüyor. Yine bunların dışında, 5 gazeteci hakkında ise mahkemelerce hapis cezası verilmekle birlikte, ya cezanın uygulanması 5 yıl süreyle ertelendi ya da temyiz aşamasında olduğu için henüz kesinleşmedi.

Bütün bunların dışında gazeteciler hakkında açılmış 700 dolayında ceza ve tazminat davası mahkemelerde görülmekte. Binlerce internet sitesine erişim engellenmektedir. Onlarca gazete ve dergi hakkında Terörle Mücadele Kanunu (TMK) hükümlerine dayanılarak kapatma ve toplatma kararları veriliyor. RTÜK, radyo ve televizyon kuruluşları hakkında yüzlerce uyarı cezası, onlarca program durdurma kararı ya da para cezası uyguluyor.

Bu tablo karşısında, Başbakan Erdoğan’ın, “Ülkemde basın özgürlüğü o kadar ileri ki, Cumhurbaşkanı, Başbakan, bizi, ailelerimizi yerden yere vurmaya kadar her türlü hürriyetleri var” demesi ya da Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, cezaevlerinde basın ve ifade özgürlüğünden dolayı değil de “terör örgütü propagandasından” dolayı yargılanan gazeteciler olduğunu savunması gerçekleri görmezden gelmekten başka bir anlam ifade etmiyor.

• Peki sorunun temelinde ne var?

Sorun tam da ifade edilen her görüşün, ona uygun bir “illegal örgütün propagandası” olarak mahkemelerce kolaylıkla yorumlanabilmesinde ve bu doğrultuda ceza verilmesine olanak sağlayan muğlâk kanun hükümlerinde.

Başbakanın şikâyet ettiği “kişilik hakkı ihlalleri” ve “özel yaşamın gizliliğinin ihlali” suçları da esasında, basın ve ifade özgürlüğü kapsamındaki eleştiri hakkı ile yargısız infaz, bilgi saklama, dezenformasyon, sansür ve otosansür arasındaki ayrımı iyi tanımlayamayan kanun hükümlerinin varlığından kaynaklanmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhine verdiği birçok kararda içtihat haline gelmiş tanımlama, bizim için basın ve ifade özgürlüğü bakımından esastır: Şiddet çağrısı ve nefret söylemi içermeyen, ancak sadece toplumda genel kabul görmüş değil, aynı zamanda bunlara aykırı, toplumu sarsıcı ve şoke edici nitelikteki her türlü görüş açıklaması basın ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.

Bu tabloyu, AİHM kararları çerçevesinde değerlendirdiğimizde, Türkiye’de gerçek anlamda basın ve ifade özgürlüğünün var olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değil. Çok sayıda gazete, dergi, radyo ve televizyonun varlığı basın ve ifade özgürlüğünün ölçütü değildir. Dezenformasyon, bilgi kirliliği, kişilik hakkı ihlallerindeki artış da basın ve ifade özgürlüğünün ölçütü olamaz. Bunlar olsa olsa meslek ilkelerinin ihlal edildiği niteliksiz yayıncılık olarak eleştirilebilir.