Mıgırdiç MARGOSYAN
Evrensel Gazetesi
Kirvem,
Bilenler bilir, bilmeyenler için söylemek gerekirse askerlikte “HEK’e ayırma” diye önemli bir deyim vardır; yani işe yaramaz, şu ya da bu nedenle miadını doldurmuş bilumum askeri malzeme veya teçhizatın bir tutanakla tespiti yapılıp, ardından da atılacakların listesi yetkili kişilerce onaylandıktan sonra hurdaya mı ayrılacak, yakılacak mı, yoksa askeri herhangi bir sır taşımayacak kadar önemsizler doğrudan doğruya çöpe mi atılacak, buna karar verilip nihayetinde gereken uygun işlem tamamlanır.
Aslında “Hurda, Eskimiş, Köhne” kelimelerinin ilk harflerinden oluşan bu HEK sözcüğünün, Kürtçede “yumurta” anlamına geldiğini, sadece Ortadoğu coğrafyasında değil, aynı zamanda da bir kısmı Misakımilli Sınırları içinde yaşayan ve sayıları kimilerine göre on beş ile yirmi milyon arasında gezindiği söylenen Kürtler tarafından zaten bilinirken, beri taraftan özellikle şu son günlerde üzerinde hayli konuşulan “yumurta” eylemleriyle ilgili gelişmeleri, konunun etrafında koparılan fırtınaları bir bakıma saf dışı edip tam anlamıyla “Hek”e dönüştürüp, hemen akabinde de Kürtçe “dil”iyle ilgili meselenin sil baştan kapımızı çalıp gündemin baş köşesine oturması sanki kaderin bir cilvesi miydi acaba?
Öyle ya da böyle laf yumurtadan, daha da doğrusu mahkeme tutanaklarına “Bilinmeyen dil” damgasıyla kayıt düşülen Kürtçedeki “Hek” sözcüğünden açılmışken, ne büyük tesadüftür ki, geçenlerde şu meşhur “Füze kalkanı projesi”nden dem vurulurken, Sarkozy denen kefere, kelli felli devletler tarafından topluca alınan bu kararın özellikle İran’a karşı bir önlem olduğunu, dolayısıyla el alemi deyim yerindeyse enayi yerine koyarcasına olayın etrafından dolanıp, bu bağlamda yan çizmenin anlamsızlığını belirtmek için “Biz kediye kedi deriz” diyerek Fransızların bu deyiminden yola çıkarak kendince bir gerçeğin altını çizerken, işin tuhafı şu ki, biz yıllar yılı Kürtlere Kürt dememek için kırk türlü takla atıp, onların bir tarafına illa da Türk kulpunu takıp, hadi daha da açıkçası Türklük kazanı içinde becerebildiğimiz kadarıyla eritip, böylece “asimilasyon”a tabi kılmak için uğraşırken, bu arada musikimizde yerini alan kürdi, kürdili hicazkar makamlarını görmezlikten gelip, ardından da hemen her nizamiye kapısında öncelikle “yassaağ!” diyerek giriş çıkışları kontrol eden “memetçik”lerin eskimiş, partal üniformalarını, botlarını, lime lime olmuş palaskalarını, talim esnasında yerde sürünürken delik deşik olmuş teneke mataralarını veya Nuh nebiden kalma Kırıkkale yapısı paslanmış tüfeklerin yanı sıra, daha bir sürü ıvır zıvırların kayıtlarının silinip hurdaya ayrılması için Kürtlerin dilindeki “hek” sözcüğüne sanki dolaylı bir yolla ihtiyaç duyup, bunu da hele hele askeri mahfillerde kullanmaya kalkışımız gerçekten de kaderin cilvesi mi, kim bilir…
Önceleri bizatihi varlıklarının, mevcudiyetlerinin inkarıyla yola çıkılıp, ardından da “dil”lerine bir çırpıda kalem çekilen, daha da doğrusu bu konuda başı çeken “muhterem zat”ın pılını pırtını toparlayıp Marmaris’e çekildikten sonra bir “Fırça darbesi”yle Picasso gibi ünlü ressamların pabucunu dama atacağını sanırken, beri yandan bunca yıllık bir tarihi geçmişi olan, keza seneler senesi bu coğrafyada yaşayan kadim bir halkın bir günden diğerine tıpkı eskimiş postal, paslanmış bir süngü misali “HEK”e ayrılmasının gari mümkün olmadığı gibi, ayrıca bu saatten sonra “Et ile tırnak” laga lugalarıyla bir yerlere varmanın ne denli beyhude bir çaba olduğu, özellikle şu son haftalarda Diyarbakır diyarlarında yapılan toplantılar sonrasında kabak gibi ortada sırıtırken, en önemlisi de çeyrek asır içinde bu ülkenin “vatandaş”larının neredeyse kırk bininin yaşamına son veren dayatmacı, dışlayıcı, tekçi “zihniyet” hâlâ inatla sürdürülürken, dahası da bunların başını çeken bir zamanların “muktedir”iyle onun taifesinden hesap sorulup, “HEK”e ayrılması dahi gündeme gelmezken, yazık bu ülkenin topyekün halkına, özellikle de Anadolu denen bu yörenin bahtı kara analarının pisi pisine akıp giden gözyaşlarına Kirvem!