Profesör Üngör: Ermeni Soykırımı bir yıkım politikasıdır

[ A+ ] /[ A- ]

Profesör Uğur Ümit Üngör

Ermeni mallarına devlet tarafından nasıl el konuldu? Bu mallar kimlere dağıtıldı? Kimler, nasıl zengin oldu? Yerel halk soykırım sürecine nasıl katıldı? Cumhuriyet döneminde soykırım süreci nasıl devam ettirildi? Profesör Uğur Ümit Üngör’ün 2012 yılında söz konusu sorulara tatmin edici cevaplar verdiğini düşündüğümüz sunumunu güncelliğinden bir şey kaybetmediği düşüncesiyle tekrar yayımlıyoruz.

Amsterdam Üniversitesi’nde soykırımlar üzerine çalışmaları bulunan Uğur Ümit Üngör’ün 2012 yılında asistan profesör iken Soykırım Eğitim Projesi kapsamında yaptığı sunum güncelliğinden bir şey kaybetmiş değil.

2020 yılı Şubat ayından beri Amsterdam’daki NIOD Enstitüsü’nde Holokost ve Soykırım Çalışmaları profesörü olan Üngör, Modern Türkiye’nin İnşası (The Making of Modern Turkey), Haciz ve Yıkım (Confiscation and Destruction) kitaplarını özetlediği sunumunda, Ermeni Soykırımı’nın nasıl planlandığını ve uygulandığını belgeleriyle anlatıyor. Soykırım’da üst düzey yöneticilerin ulus devlet yaratma ideolojisiyle hareket ettiğine, orta sınıfı oluşturanların el konulan Ermenilerin mallarıyla zenginleşmesine ve Ermeni malları üzerinden ekonomi yaratılmasına değinirken, çok da konuşulmayan bir konu olan yerel halkın tavrını da gündeme getiriyor. Ümit Üngör, yerel halkın soykırım sürecine yağma ve çalma girişimleriyle katılımına dikkat çekiyor. Sunumunda Cumhuriyet döneminde aynı kadro ve politikalarla anlayışın sürdürüldüğünü de belgeleriyle aktarıyor.

Konuşmamda “Modern Türkiye’nin İnşası” (The Making of Modern Turkey) ve Haciz ve Yıkım (Confiscation and Destruction) adlı iki kitabımın özetini yapacağım. “Modern Türkiye’nin İnşası”, çağdaş Türkiye’nin inşasıyla yani Türkiye’nin doğusundaki illerin veya batı Ermenistan’daki illerin nasıl Türk ulus devletinin parçası yapıldığıyla ilgilidir. Haciz ve Yıkım (Confiscation and Destruction) Ermeni Soykırım’ı sürecinde Ermenilerin mülklerine ne oldu konusunu ele alır.

Bu sunumda yapmak istediğim şunlardır: Öncelikle Soykırım’a genel giriş niteliğinde bir konuşma yapacağım. Soykırım’ın tek bir süreç olmadığını tartışacağım. Soykırım sadece sürgüne gönderme ya da katliam değildir, en az sekiz tanesini sayabileceğim bir yıkım politikasıdır. Sonrasında haciz ve istimlak sürecine dahil bazı yasaları ele alacağım. Son olarak bir örnek vereceğim. Osmanlı, Jön Türk Hükümeti tarafından üzerine el konulan bir Ermeni işletmesi.

Soykırım bir yıkım politikasıdır

Diğer modern soykırımlarda olduğu gibi Ermeni Soykırımı bir süreçten ibaret değildir. Birbirine göre düzenlenmiş, beraber işleyen bir takım ardışık veya eş zamanlı süreçler, önceden tasarlanmış bir yıkım sürecini gerçekleştirdi.

Bu süreçlerden ilki zulümlerdir…

1914 yılının kış mevsiminin başlangıcından itibaren Talat Paşa, İmparatorluk’taki bütün Ermeni memurları, itfaiyecileri, ilkokul öğretmenlerini, ortaokul öğretmenlerini, bütün Ermenileri bürokrasiden kovdu. Daha sonra bu sürecin ikinci adımına geçildi. Bu ikinci adım Ermenilerin başları kesilerek infaz edilme durumudur ve bu da İstanbul’da başlayan ve illerde devam ettirilen elitlerin tamamının yok edilmesini emreden ünlü Nisan 1915 tutuklamalarına tekabül eder.

İnfazlar hakkında iki noktaya değinmek isterim çünkü önemli olduğuna inanıyorum. Öncelikle bütün bunlar oldukça sistematiktir. Tutuklanıp infaz edileceklerin -ki bunların hepsi erkekti-, listeleri hazırlandı ve onay için İstanbul’a gönderildi. Bu çok hızlı gelişen bir süreç oldu. Birkaç hafta içinde İmparatorluk’un bütün ekonomik, entelektüel, dini Ermenileri yok edilmişti.

İnfaz edilen iki kişiyi örnek vermek isterim. Bir tanesi ünlü yazar Krikor Zohrab diğeri ise Malatya’nın piskoposu Mikael Khachadourian’dır. Bu iki kişinin hayatlarını incelerseniz hiçbir ortak özelliklerinin olmadığını görürsünüz. Krikor Zohrab solcu, özgürlükçü, kiliseyi eleştiren bir ateistken Mikael Khachadourian tutucu, dindar, piskoposluk yapan bir kişiydi. Her ikisi de tutuklandı, her ikisi de öldürüldü. Ermeni olmaları dışında hiçbir ortak noktaları olmayan bu iki kişinin de tutuklanıp öldürülmesi aslında soykırımın özünün ne olduğunu gösterir: kişilerin etnik kimliklerine indirgenmeleri.

Üçüncü aşama tehcirdir. 23 Mayıs’ta tutuklamalardan bir ay sonra Talat Paşa bütün Ermenilerin Suriye çölü Deyrizor’a sürülmelerini emreder. Bu emrin verildiğine dair belgeler Osmanlı arşivlerinde vardır. Bu emir önemlidir çünkü sivil halkın çöle sürülmesi emri kendi başına soykırımsal bir emirdir.

Dördüncü aşama istimlaklardır.

Beşinci aşama 1915 yazından itibaren başlayan toplu katliamdır.

Özel birlikler İmparatorluk’taki sivil Ermenileri katletmeye başlamıştı. Şimdiye kadar bu özel birlikler, Teşkilat-ı Mahsusa hakkında çok az bilgiye sahiptik, nasıl bir örgüttüler, nasıl kurulmuşlardı? Özel Birlik’in fotoğrafını Osmanlı arşivlerinde, bir savaş dergisinde buldum. Aynı üniformaları giymeleri ve özellikle İstanbul’daki Savaş Bakanlığı’nın önünde poz veriyor olmaları büyük önem taşımaktadır. Böylelikle devlet artık “bizim bu insanlarla bir alakamız yoktu, bunlar etrafta dolaşan çetelerdi” diyemez. Neden Savaş Bakanlığı’nın önünde toplandılar ve poz veriyorlar? Özel Birlik’in önünde poz verdiği bina şu anda İstanbul’da Askeri Müze olarak varlığını sürdürmektedir.

Soykırım’ın altıncı aşaması zoraki asimilasyondur.

Kadınların ve çocukların Türk ve Müslüman evlere gönderilmesi… Bu aşama da soykırımlardaki bir süreç olarak önemlidir. Çünkü insanların çoğalmaması ve kültürel kimliklerini devam ettirmemesi amaçlanmaktadır. Kültürel kimliğe yönelik, bu kişilerin tecrübelerinde somutlaşan soyut kültür kavramına karşı yapılmış bir saldırıdır. Aslında bu soykırımın özüdür, erkekler kadınlardan ayrılmaya zorlanıyor, çocuklar da ebeveynlerinden, en temel insani bağlar zorla kesiliyor. Soykırımın altıncı aşamasında yaşanan budur.

Liste devam ediyor. Soykırımın yedinci aşaması aç bırakma suçudur.

1917’den itibaren Ermeniler Deyrizor’a gitmeye devam ettiler. Talat Paşa ve adamları, suni bir açlık alanı düzenlediler. İnsanlar bu alana konumlandırılıyorlardı ve buralarda ekmek pişirilmesi veya buraya ekmek ulaştırılması yasaklanmıştı. Bu düzenlemenin soykırımsal olduğu açıktır. Deyrizor’da yaşayan Türklere ekmek veriliyordu ancak Ermenilerin ekmek alması veya ithal etmesi yasaktı.

Soykırımın son aşamasının 1915’ten itibaren maddi kültüre ve mimariye verilen zarar olduğunu da söyleyebiliriz. Bu politika 1920-1930’lara kadar devam ettirildi. Türk devleti kiliseleri ve manastırları yok etmeye başladı. Birçok örnek verilebilir, bunlardan biri Alashkert’teki (Eleşkirt) Surp Hovannes (Aziz Yahya) Manastırı’dır. Bu Manastır’dan geriye sadece temelleri kaldı.

Haklı olarak bütün bu politikaların birbirinden farklı olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olmakla beraber bu politikalar aynı noktaya yönelmekteydiler, sadece ama sadece hep beraber işleyerek niyet edilen yıkımı gerçekleştirebilirlerdi.

Savaşın sonunda 2.900 Ermeni yerleşim yeri boşaltılmış ve bir milyon Ermeni öldürülmüştü.

Mallara el koyma politikasıyla devam etmek istiyorum.

Süreçlerin sekizinin tamamı, derinlemesine araştırılmalıdır ve zaten detaylı olarak araştırılmıştır da. Mallara el koyma politikasını detaylandırmadan iki süreçten bahsetmek istiyorum. Öncelikle Soykırım’ın kendisinin Ermeni kimliğinin ırklaştırılması süreci olduğuna inanmaktayım.

Önce en küçük çember olan elitlerle başladılar daha sonra bu çemberi bütün erkekleri içine alacak şekilde genişlettiler sonra bütün kadın ve çocukları içine alacak şekilde daha da genişlettiler. Daha sonra Ermeni milleti ile alakaları olmadıklarını vurgulamalarına rağmen Katolik Ermenileri ve Protestan Ermenileri de tehcir edip katlederek bu çemberin içine aldılar. Son olarak bu çember Müslümanlık’a dönen Ermenileri de kapsadı. 1916-1917’de Talat Paşa Müslümanlık’a dönen Ermenileri bunu sadece ve sadece tehcirden kaçmak için yaptıklarını, bu yüzden onların da hemen bulunup, tutuklanıp tehcir edilmelerini emreder. Bu demek oluyor ki, tehcirden, Ermeni kategorisinden kurtulmak için yapılabilecek hiçbir şey yoktu.

Bunların yanında bazı karşı deliller de vardır ve bunları da sizinle paylaşmak istiyorum. Ara Sarafian tarafından yayınlanmış bu haritaya bakalım. Bu harita Talat Paşa’nın gizli el kitabı kaynak alınarak hazırlanmıştır. Öldüğünde karısına verilmişti, daha sonra da Türk gazeteci Murat Bardakçı’ya verildi, illere göre ölüm oranını göstermektedir. Çember çizelgesine göre siyah, illerde öldürülen Ermenilerdir. Koyu gri, tehcir edilen ancak öldürülmeyen Ermenilerdir ve açık gri de tehcir edilmeyen Ermenilerdir. Bunların arasında hemen fark edilenlerden biri doğudaki ölüm oranlarının batıdakine göre daha fazla olmasıdır. Bazı kişiler tarafından bu, “Bakın Ankara’daki Ermenilerin %29’u tehcir edilmedi o zaman yaşananlar soykırım değildir” gibi argümanlarla soykırımı inkar etmek amaçlı kullanıldı. Öncelikle bu ciddiye alınmayacak bir iddiadır. Ancak, ölüm oranındaki değişiklikler üzerine kafa yormamız gerektiği gerçeğini değiştirmez. Diyarbekir’de hemen %97 oranında kişinin öldürülmesi ve kimsenin tehcire yollanmaması yanında Adana’daki Ermenilerin %24’ünün, yani dörtte birinin tehcire gönderilmemesini nasıl açıklarız? Bu bilmecenin cevapları kitaplarımdadır.

Yapılanlar Ermeni toplumuna direkt bir saldırıydı

İstimlak süreciyle devam edebiliriz. 1915’te Mayıs ve Kasım ayları arasında Talat Paşa dört kararname yayınladı. Bunlara yasa deniyordu ancak yasalarla hiçbir alakaları yoktu. Yasa çıkarmak için yasal bir sürecin ve güçler ayrılığının olması gerekir, ancak bu bir diktatörlüktü.

Sürece tehcir kararnamesi ile başladılar. Bütün Ermenilerin tehcir edilmesinden bahseden bu birinci kararname Ermenilerin yanına istediklerini alabileceklerini söylemekteydi. “evinizi, toprağınızı satabilirsiniz, elde ettiğiniz parayla Deyrizor’a yeniden yerleşebilirsiniz” gibi ibareler barındırmaktaydı.

Bu ilk kararname umut verici gibiydi ancak takiben yayınlanan kararnameler bu politikayı tepe taklak etti. Haziran 1915’te Emval-i Metruka Komisyonu adı altında Terkedilmiş Mülk Komisyonu kuruldu. Bunların esas amacı Ermeni ekonomisine saldırmaktı. Tek bir kararla bütün Ermeni malları resmen Hükümet’in oldu. Bu kararı aldılar ama ince ayar yapmaları gerektiği için arkasına iki karar daha aldılar. Bir tanesi, Eylül 1915’te bu büyük planın uygulama sorumluluğunu, İçişleri Bakanlığı’na, Maliye Bakanlığı’na ve Adalet Bakanlığı’na devretmeleriydi. Çünkü bu devasa planı birilerinin organize etmesi gerekiyordu. Bu üç bakanlık kendi aralarında mallarla ilgili kayıtlar tuttular ve bu konularda iletişim halindeydiler. İstanbul’daki Osmanlı arşivlerinde mevcut olan bu yazışmaları derinlemesine inceledik. Sonuçta Kasım 1915’te taşınmaz mallarla ilgili ilaveten bulunan düzenlemeler sonucu Hükümet bütün toprakları zorla aldı. Kilisenin bütün mallarına el konulmuştu.

Dikkatleri iki noktaya çekmek isterim. Öncelikle bu yasalar ahlaki açıdan uygunsuzdur. Bu Osmanlı yetkililerince de bilinmekteydi. İkinci olarak, yapılanlar Anayasa’ya aykırıydı. Osmanlı yasalarına göre sivillerin mallarına el koymak kabul edilebilir değildi. Tabii ki hükümet için bu söylevsel bir bahaneydi, yapılanlar Ermeni toplumuna direkt bir saldırıydı ve diğer sekiz süreçle bir şekilde ilerlemekteydi.

Bu süreci topluma nasıl naklettiler? Bu önemli bir sorudur; ikiyüzlüydüler ve gerçek niyetlerini saklamaktaydılar. Gelin iki farklı emir okuyalım. Şimdi göstereceğim Ermenilere söylenenler, ikincisi de Hükümet’in kendi içindeki iletişimi çerçevesinde gizlice yazılanlardır.

Birincisi, Kayseri’de Haziran 1915’te yayınlanan bir kamu duyurusudur. Gelin birlikte okuyalım.

“Bütün eşyalarınızı bırakın –mobilyalarınız, yatak takımlarınız, el yapımı eserlerinizi. Dükkanlarınızı ve işyerlerinizi içinde her şeyi bırakacak şekilde kapatın. Kapılarınız özel bir mühürle kapatılacak. Döndüğünüzde geride bıraktığınız her şeyi geri alacaksınız. Mallarınızı ve değerli eşyalarınızı satmayınız. Hem satanlar hem alanlar hakkında yasal işlem başlatılacaktır. Paralarınızı ülke dışında olan bir akrabanızın adına bankaya koyun. Çiftlik hayvanlarınız dahil sahip olduğunuz her şeyin bir listesini yapın. Listeleri belirlenmiş yetkililere iletin ki geri döndüğünüzde eşyalarınız size geri verilebilsin. Bu ültimatoma uymak için 10 gününüz var.”

İnsanlar bu emri okudu ve her ilde farklı uygulanmasına rağmen herkes sonuç olarak zorla bu emre uymak zorunda kaldı. Yüzeyde umut verici bir emir olarak duyuruluyor, “her şeyi geri alacaksınız” deniliyor. Ancak gizli iç yazışmalara baktığımızda tamamen farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz. İşte Talat Paşa’nın bütün illere 6 Ocak 1916 tarihinde gönderdiği iletişim telgrafı:

“Ermenilerin bıraktığı taşınabilir mallar uzun vadeli koruma için muhafaza edilmelidir. Ülkemizde Türk işletmelerinin çoğalması için şirketlerin kesinlikle Türklerden oluşması gerekmektedir. Taşınabilir mallar işletmelerin devamlı sağlamlaştırılmasını garanti edecek uygun koşullarda onlara verilmelidir. Kurucu, yönetim ve temsilciler, saygıdeğer liderler ve elitler arasından seçilmelidir. Mallar sermayenin yabancıların eline düşmesi riski göz önünde bulundurularak onların isimleri altında kaydedilmelidir. Türklerin kafalarındaki girişimcilik anlayışı izlenmelidir, bu girişim ve sonuçları Bakanlık’a adım ve adım bildirilmelidir.”

Bu belge ilk okuduğumuzdan tamamen farklı bir belge. Burada açıkça belirtiliyor ki malınızı aldık, kendi insanlarımıza verdik ve hiçbir zaman geri alamayacaksınız. Tarih zaten artık 1916’yı gösteriyordu. İstimlak neredeyse tamamlanmıştı ve mallar Türklere verilmeye başlanmıştı.

İstimlak ve sömürgecilik süreci

Bu süreci nasıl yorumlayabiliriz? Osmanlı Ermenilerinin yıkımı, sahip oldukları büyük bir ekonomiye işaretti. Yüzbinlerce çiftlik, işyeri, fabrika, atölye, ev, aklınıza her ne gelirse, bazı şehirlerde pazarların bütünü istimlak edilmişti. Terkedilmiş Mal Komisyonları bütün malları piyasa değerinin altında tasfiye edip Türklere sattı. Örneğin bir çiftliğiniz var ve çiftliğiniz 6 bin lira, Hükümet çiftliğinizi sizden çalıp bir Türk’e 5 liraya satıyordu. Bu sürece istimlak ve sömürgecilik diyoruz. Malı almak, onu istimlak etmek ve sömürgeleştirmek, onu Türk halkına vermek.

Bu süreçleri beraber çalışmak önemlidir ancak her biriyle ilgili ayrı ayrı söylenecekler de vardır. Öncelikle bildirim konusu. Bazen Ermenilere önceden hiçbir bildirim verilmiyordu. Jandarmalar evlerine giriyorlardı, onlara silah çekiyorlardı, hemen o anda ayrılmaları gerektiğini ve hiçbir eşyalarını yanlarında götüremeyeceklerini söylüyorlardı. Bazen üç günleri oluyordu, Kayseri’de 10 günleri vardı.

İkinci olarak organizasyon ve koordinasyon konusu. Bütün bu süreçlerde yapılanlar eksiksiz bir biçimde kaydediliyordu ve İstanbul’a bildiriliyordu. 33 komisyon vardı, hepsi not defterleri tutuyordu ve şu anda onlara ulaşamasak da Ankara’da olduklarını biliyoruz.

Son olarak, tasfiye.

Bu dönemde Ermenilerin banka hesapları hükümet tarafından boşaltıldı ve Maliye Bakanlığı’nın hazinesine aktarıldı. Bir an durup düşünün. Düşünün ki Hükümet bir gün hesabınızda ne var ne yok kendi hesabına aktarıyor. Elinizde geriye ne kalır? Hiçbir şey…

Sömürgecilik… Bütün bu mallara ne yaptılar?

Öncelikle mallar Türk burjuvazisine, orta sınıfına, bu mallara ekonominin inşası için ihtiyacı olan kişilere verildi.

İkinci olarak Balkanlar’dan gelen mültecilere verildi. Balkanlar’dan sürülen birçok Türk vardı, fakirdiler ve mala, arsaya, eve ihtiyaçları vardı.

Üçüncü olarak bu mallar ordu tarafından alındı veya orduya verildi.

Dördüncü olarak Hükümetin ihtiyaçları için kullanıldı. Köprüler, okullar inşa edilmesi gerekiyordu ve bu Ermeni parasıyla yapılıyordu. Üzerine basa basa söylendi, “Ermeni parasından alın…”

Tehcirin masraflarını karşılamak için de kullanılıyordu. Tehcir ucuz bir iş değildi, jandarmaları, hükümet çalışanlarını, valileri ödemek gerekiyordu. Sonuç olarak Osmanlı Ermenileri kasıtsızca kendi yıkımlarını finanse ettiler.

Bütün bu olanlar nasıl yorumlanabilir?

Türk ulus devleti ve ulusal bir ekonomi yaratmak

Elitler için Hükümet’in başındaki Talat Paşa, Enver Paşa gibi adamlar için yapılanlar ideolojikti. Amaç, ne pahasına olursa olsun, Türk ulus devleti ve ulusal bir ekonomi yaratmaktı.

Devletin orta kademeleri olan bakanlıklara ve hükümet ofislerine bakarsanız her biri pastadan pay almak istiyordu. Her hükümetin bakanlıkları bütçeden pay almak için rekabet içindedirler. Osmanlı Hükümeti’nde de, İçişleri Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Jön Türk Partisi, Ordu, hepsi yapılanlardan pay kopartma çabasındaydılar.

Türk aileleri arasında da Ermeni mallarına kimin sahip olacağı konusunda ilginç çatışmalar yaşanıyordu. Diyelim ki komşu olarak yaşayan iki Türk aile var, bir de aynı mahallede dükkanı olan bir Ermeni tüccar. Ermeni tüccar tehcir edildiğinde dükkanına ne olacak? Türk aileler de o malın kimin olacağı üzerine kavga ediyorlardı. Bazı insanlar sırf bu yüzden birbirini öldürüyordu, polis arşivlerinde bu tür şiddet ve çatışma olaylarının kaydı mevcuttur.

Olanlar halk için büyük bir fırsatı temsil ediyordu

Son olarak taban için olanlar yağmacılık ve çalmayla ilgiliydi.

Suçu yaratanın fırsatlar olduğunu suç biliminden biliyoruz ve Talat Paşa da halkın Ermeni malı çalmasının sorun olmayacağı mesajını veren, yağmalamak için fırsat yaratan bir yapı oluşturmuştu… Ermenileri kim koruyacaktı ki?

Fakir insanlar hızlı bir şekilde zengin olmak için harekete geçmişlerdi. Kendinizi fakir, kırsal bir bölgede yaşayan, iki inekli küçük bir çiftliğe ve küçük bir arsaya sahip Türk bir köylü olarak düşünün. Bir gün içerisinde 4 bin inekli kocaman bir çiftliğe ve büyük bir arsaya sahip olabileceğinizi düşünün. Demek ki olanlar halk için büyük bir fırsatı temsil ediyordu.

Soykırım ölçeğini anlayabilmek için sizi hayal etmeye çağırıyorum.

Muş vadileri birçok Ermeni köyü barındırdığı için ünlüdür. Her köyün 2 bin ve bin beş yüz arası sakini vardı. Hükümet köyden köye, köyden köye, köyden köye gidip bu prosedürleri gerçekleştiriyordu ve bu gördüğünüz sadece tek bir ildi. Soykırım’ın ölçeğini düşünün… Söz konusu malların ne kadar fazla olduğunu düşünün. Neredeyse idrak edilemeyecek bir durum…

İstimlak süreci tabanda nasıl geliştirildi?

Diyarbekir’in yarım milyon sakini vardı. Üçte ikisi Müslüman Kürtler, Türkler ve Araplardı üçte biri de Ermeniler ve Asurlu Hıristiyanlardı (Süryaniler). Buradaki Ermeni topluluğunun çoğu kırsal kesimde yaşayan köylülerdi ancak aynı zamanda şehirde de yaşayan bir kesim, ekonomi, kilise ve okullar vardı. Sert bir Ermeni düşmanı ve Türk milliyetçisi olan Dr. Mehmet Reşit Bey Mart 1915’te çok güçlü bir pozisyona terfi etti, Diyarbekir’in valisi oldu. Eski vali özgürlükçü, Ermeni dostu olduğu için işine son verildi. Mehmet Reşit Bey işe başlar başlamaz malların kamulaştırılması için bir komisyon kurdu. Bu komisyonun başına geçti ve Diyarbekir’deki Ermenilerin bütün mallarını kiliseye toplatarak onlara el koyulmasını organize etti. Sourp Giragos Kilisesi bazı kaynaklara göre Orta Doğu’daki en büyük kiliseydi. Diyarbekir’deki bütün Ermenilerin malları, kıyafetler, sofra takımları, perdeler, halılar, mobilyalar, kutsal eşyalar, düşünebileceğiniz her şey bu kiliseye koyulmuştu. Bu malların çoğu Mehmet Reşit Bey de dahil polisler ve jandarmalar tarafından taşındı. Mehmet Reşit Bey’in 1918’de yazdığı anı yazılarını okursanız tabii ki soykırımı inkar eder ancak soykırım sırasındaki kişisel zenginleşmesi dudak uçuklatıcıdır. Talat Paşa ona özellikle Ermeni mallarını çalmamasını, malları Türk halkına vermesini emretmişti. Ancak valilik görevi bitene kadar Mehmet Reşit Bey küçük bir servet biriktirdi, takı, değerli taşlar, bir yığın halı ve antikayı yüklendi. Piyano çaldığına dair hiçbir kanıt olmamasına rağmen zimmetine geçirdikleri arasında bir piyano bile vardı. Mehmet Reşit Bey savaştan sonra intihar etti çünkü mahkemede yargılanıyordu. Bir soykırım failinin intihar etmesi suçlu olduğunun farkında olduğunu gösterir çünkü sadece suçlu kişiler intihar eder.

1923’te öldüğünde, Mustafa Kemal Atatürk, Mehmet Reşit Bey’in karısına ve üç çocuğuna İstanbul’dan bir Ermeni malı verdi. Bu mal Kadıköy İstanbul’daydı ve burası o zamanlar lüks bir mahalleydi. Arşivlerde bu malın hangi sokakta olduğu yazılıydı.

Soykırımı’nın en çok görmezden gelinen tarafı sıradan faillerdir

Reşit soykırım çılgınlığında yalnız değildi. Ermeni Soykırımı’nın en çok görmezden gelinen tarafı sıradan faillerdir. Yani Soykırım’ı organize edenler değil de gerçekten silah taşıyıp insanları öldürenlerdir. Bu faillerden bazılarının kim olduğunu bulduk. Bunlardan Aziz Feyzi, Diyarbekir’in belediye başkanıydı ve Diyarbekir’in Pirinççizade ailesinden gelmekteydi. Diğeri de Aziz Feyzi’nin kuzeni Bekir Sıtkı’ydı. Soykırım sırasında ikisi de inanılmaz derecede zenginleşti. Aziz Bey Diyarbekir’in piskoposunu kendi elleriyle öldürdü. İstanbul’da başlayan Ermeni elitinin yıkımını devam ettirip, Ermeni köylerdeki topraklara gözlerini dikti. Diyarbekir’e giderseniz orada düzlük bir alanın olduğunu ve bu alan üzerinde birçok köyün olduğunu görebilirsiniz. Mesela Kabiyer, Karabaş köyleri. Soykırım’daki başarılarından ötürü bir köyün tamamını Aziz Bey’e verdiler. Soykırım, zenginleşmek için bir fırsattı.

Bekir Sıtkı da meşhur bir seri katildir. Yüklü miktarda Ermeni’nin öldürülmesinde ve Soykırım’a Süryanilerin de müdahil edilmesinde etkin rol oynadı. O da aynı şekilde Soykırım aracılığıyla oldukça zengin oldu. İstanbul Kadıköy’de evler aldı, 1973’e kadar yaşadı.

1929’da büyük bir ekonomik krizin ortasında oğlunu Paris’te Sorbonne Üniversitesi’ne gönderdi. Bunun ucuz olmadığı konusunda sizi temin ederim. Diğer oğlu, büyüyünce en ünlü çağdaş Türk şairi Cahit Sıtkı Tarancı olacaktır.

Soykırım muhtemelen bu insanların başına gelmiş en iyi şeydi, bunu üzülerek söylüyorum. Suçlara derinlemesine müdahildiler, bunu yaparak Talat’a olan bağlılıklarını kanıtladılar ve oldukça zengin oldular.

Bütün bunlar Ermenileri nasıl etkilemiş olabilir?

Bunu bir bakır işletmesi örneğiyle açıklamak isterim. İsminden de anlaşılabileceği gibi Diyarbekir bakır madenleriyle ünlüdür. Savaştan önce 600 kadar maden işçisi vardı ve bu insanlar yüklü miktarda bakır üretirdi. Bakırın varlığı burada suyun renginden bellidir. Bakır, iki Ermeni işletmesi tarafından çıkarılmaktaydı. Bu iki adam Soykırım’da öldürüldüler. Alman askerleri bu bölgede yolculuk yapmaktaydı ve bir Alman generali dedi ki “Savaşı neden kaybediyor olduğumuz belli çünkü yerden bakır çıkarmıyoruz, ordu için alet edavat, mermi üretmek için bakıra ihtiyacımız var.” Haklıydı; 600 işçiden hemen hemen hepsi Ermeni ve Süryanilerdi. Bu sektörden hayatlarını kazanıyorlardı.

Elimde bazı istatistikler var; bakır işletmelerinin net karı her yıl yüzde otuzdu. Bu gayet iyi bir miktardır. Sadece bu ilde 600 işçi ile yılda 700.000 kiloluk bakır üretilirdi. Çıraklar patron için çalışıyordu ve tabii ki günümüzde buna çocuk işçiliği deniyor ancak geçmişte bu tamamen normaldir çünkü daha sonra patronluğa yükselirlerdi. Bu ilde Soykırım’dan önce 600 işçi varken Soykırım’dan sonra 30 işçi kalmıştır. Bu da demektir ki 570 tanesi öldürüldü, bakır üretimi de bu ilde savaştan sonra yüzde 95 düştü. Bu istatistikler de Maliye Bakanlığı tarafından yayınlandı.

Bütün Ermeni işletmelerinin Türklere devredilmesini içeren emir Diyarbekir’e Haziran 1915’te ulaştı. Bu politikayı özetleyebilecek bir örnek vermek istiyorum. Sarkis Kazanciyan’ın bakır fabrikası, onlarca işçiye ekmek kapısı olan bir Ermeni işletmesiydi. Dağdan bakır çıkarmak için Osmanlı hükümeti ile 99 yıllık sözleşmeleri vardı. Haziran 1915’te Reşit’in askerlerinin fabrikayı basması, işçileri kuşatması ve surların dışında onları katletmesi, Tigris Nehri’ne atması sırasında Kazanciyan öldürüldü. Fabrika ve malları Pirinççizade ailesi tarafından istimlak edildi. Bu fabrika savaştan sonra Aziz Fevzi Bey tarafından işletildi.

Ermeni Soykırımı’nın çağdaş tarihteki en kapsamlı mal aktarma örneğidir…

Çağdaş Türk Cumhuriyeti’ni incelersek…

1935 yılından Diyarbekir Ticaret Odası’nın fotoğrafı var… Yerel imalatçıların ve işletmelerin sahiplerine, Ticaret Odası üyelerine baktığımızda Soykırım failleriyle tam bir örtüşme görürüz. Fotoğrafa baktığımızda da masanın başında oturan adamın Soykırım faillerinden Bekir Sıtkı’dan başkası olmadığını görürüz. Türk ekonomisi işte gerçekten de budur, bu Talat’ın aklında olan projeydi ve başarılarıyla yerine getirdi.

Bildiğimiz bazı şeyler ve bilmediğimiz bazı şeyler vardır. Öncelikle Ermeni Soykırımı’nın çağdaş tarihteki en kapsamlı mal aktarma örneği olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Osmanlı Ermenileri için bu politika yıkıcıydı, belki de dünyanın sonu niteliğindeydi çünkü olanlar sadece mal kaybıyla ilgili değildi, mal kaybetmeyi kimse sevmez ancak insanlar buna ek olarak profesyonel kimliklerini de kaybetti. Halep’de sokak silmeye başlayan eczacılar, profesörler oldu. Ermeni Soykırımı’na maruz kalanların toplumsal hareketlilik bağlamında aşağıya doğru iniş göstermesi de fark edilmesi gereken bir unsurdur.

Herkesin tanıdığı simbal üreten Zildijian ailesi gibi yüzbinlerce tek bir işte çok iyi zanaatçı olan aileler vardı ve hepsi mahvedildi, bu konuda daha fazla örnek kitabımızda mevcuttur.

İkinci olarak Ermeni malları birçok amaca hizmet etmek için kullanıldı. Mallar orduya, mültecilere, orta sınıfa dağıtıldı.

Üçüncü olarak istimlak sürecinin kendi içinde de gerilimler vardı. Türklerin kendi aralarında Ermeni mallarının kime kalacağı konusunda muazzam çatışmalar yaşandı. Elitler için yaşananlar ideolojiktir, orta yönetim için rekabetti, sıradan insanlar için ise yağma ve çalmaydı.

Son olarak belgelerin işaret ettiği ve bizim de iddia ettiğimiz gibi bu politikanın birincil amacı mal aktarımı değildi. Birinci amaç insanlarla, insanları yok etmekle alakalıydı, mallar ikincil konuydu. Bu ekonomik değil ulusal bir meseleydi.

Üç nokta açıklığa kavuşmamıştır.

Öncelikle kesin rakamlar, istatistikler hakkında bir bilgimiz yok ve kimin neye sahip olduğundan tam emin değiliz. Sokak sokak, ev ev kimin neye sahip olduğu bilgilerini barındıran listeler olduğunu biliyoruz çünkü Talat’ın isteği üzerine bu belgelerin İstanbul’a gönderildiğini biliyoruz. Maalesef Ankara’daki Tapu Kadastro Arşivi kapandı. Onlara yazdık, bazı cevaplar talep ettik ancak reddettiler. Tahmin edersiniz ki bu Pandora’nın kutusu gibidir.

İkinci olarak, özel mülkiyet ve devlet malı arasındaki ilişkiyi tamamen anlamış değiliz. Bu malların ne kadarı devlete gitti ne kadarı kişilere gitti bilmiyoruz. Adanalı Sabancı ailesi örneklerden biridir. Sabancı Türkiye’de büyük bir şirkettir. Üniversite ve birçok işletmeleri vardır. Sabancı’nın büyük dedesi Hacı Ali Sabancı, Adana’ya geldiğinde Hükümet’ten pamuk tarlaları aldığını yazdığı hatırlarında itiraf etti. Böylelikle Türkiye’deki en zengin adam oldu, ailesi de en zengin aile.

Son olarak meselenin özünü, yıkım ve yapım arasındaki ilişkiyi çözmüş değiliz.

Soykırım, Çağdaş Türkiye’nin ekonomisini nasıl etkiledi? Soykırım’dan dolayı bir gelişme mi vardı yoksa bir düşüş mü? Bunun cevabını tam olarak bilmiyoruz.

Birleşmiş Milletler’in internet sitesi un.org’da tarımsal istatistiklerin bulunduğu bölümden birkaç ilginç istatistiği paylaşıp konuşmamı sonlandırıyorum. Türkiye’nin dünyanın birinci kiraz, kayısı, incir ve fıstık üreticisi olduğunu biliyor muydunuz? Aynı zamanda dünyadaki birinci karpuz, kavun, salatalık ve patates üreticisi. Örneğin, fındık, etkileyici bir iş alanı. Türkiye şu anda dünyanın birinci fındık üreticisidir, ikincisi açık arayla İtalya’dır. 2008’de 800.000 ton fındık üretti ve ihraç etmekten 1.5 milyar dolar kazandı. Bu büyük bir başarıdır ancak 1914’te İmparatorluk’ta 100-130 fındık çiftçisinin olduğunu biliyoruz. Peki bütün bunların Soykırım’la ilgisi nedir? Soykırım’ın bu üç yönünün araştırılması gerekmektedir.

Kaynak: Siyasi Haber